Bir Hulu prodüksiyonu olan ve Türkiye’de Blutv üzerinden yayınlanan Damızlık Kızın Öyküsü’nün ikinci sezonunun ilk iki bölümü, 26 Nisan’da Türkiye’de yayınlandı. 2. sezonun fragmanı 8 Mart’ta yayınlanmıştı ve daha da karanlık bir atmosfer vaat etmişti.
Tez konumu, dizinin birinci sezonunu izleyip sonra romanı okuyarak Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’nden esinlenerek seçtiğim için bir süredir sürekli roman üzerine makaleler okuyorum. Okudukça insan romanda yer alan daha çok katmanı fark ediyor elbette. Atwood’un kalemine, hikayesine diyecek yok. Ama dizi de romanın çok başarılı bir adaptasyonu. Hani, bazı şeylerin yeterince parlayabilmesi veya hakkının verilebilmesi için doğru zamanın gelmesi gerekir. Sanki bu roman da onlardan biri…
Elbette, yayımlandığı tarihten beri çok ses getirmiş ve üstüne nice inceleme yapılmış, makale yazılmış, hatta filmi de çekilmişti romanın. Ancak film uyarlaması dizi kadar ses getirmemişti. Teknolojinin ilerlemesi, dizi işlerinin son birkaç yıldır online platformlarla alıp başını gitmesi doğru zamanlama oldu adeta 1985’te yazılan romanın ekrana uyarlanabilmesi açısından. Öte yandan, ABD’de Trump’ın seçilmesi, karşısında Hilary Clinton’ın yarışması, dönüp dolaşıp konuların kadınların bedenine ve doğurganlığına gelmesi ve kadınların sosyal medya kampanyaların, #metoo hareketiyle ABD’li oyuncuların maruz kaldıkları tacizleri çeşitli yer ve mecralarda ifşa etmeye başlamasıyla da denk düşüyor zamanlaması. En iyi örneği de, kadın yürüyüşlerinde, Trump’a karşı protestolarda beyaz başlıklı, kırmızı renkli Damızlık kıyafetini de sıkça görmemiz (bknz: yukarıdaki görsel). Dolayısıyla, hem dizinin hem oyuncularının muhtelif ödülleri toplaması da kaçınılmazdı.
“Işığın olmadığı yerde gölge de yoktur.”
Gölgesiz ışığın olamayacağına inandığım gibi inanıyorum direnişe; ya da daha doğrusu, ışık olmazsa gölge olmayacağına inandığım gibi. Bir direniş olmalı, yoksa bütün o suçlular nereden geliyorlar, televizyonda gösterilen?
İkinci sezon, Offred’i bilinmeze adımını attığı karanlıktan geçirerek, yürek sıkıştırarak başladı. İlk sezonu izlerken tek seferde arka arkaya birkaç bölüm izleyerek tamamlamış olsam da, bu kez ilk iki bölümü arka arkaya izleyemedim. Nefesim daraldı; sanki o koridorlarda ben yürüyorum, stadyuma zorla ben sürükleniyorum, koskoca Boston Globe binasında bir başına kalan benmişim gibi hissettim. Bir oturuşta bitiremedim, yarıda kapatmak zorunda kaldım.
İkinci sezonun beni en çok meraklandıran yanı -çok uzak bir geleceğe atladığı son kısmı hariç romandaki asıl hikayenin Offred’in bilinmezliğe adım attığı yerde bitmiş olması sebebiyle- romanla dizi senaryosunun birbirinden nasıl ayrılacağı. İlk bölümün sonunda ana karakterimizi oynayan Elizabeth Moss’un ilk sezonda hayat verdiği, romandaki 33 yaşındaki Offred’in kırmızı kıyafetinden çıkıp 34 yaşındaki June’a geçişiyle beraber yepyeni bir hikaye kurulmaya başlandı. Şu ana kadar hikaye hâlen romana atıflarla devam etmekle beraber, romandaki boşlukları dolduruyor ve yer yer üzerine koyuyor. İlk sezonda daha kısa gördüğümüz yüzlerin hikayelerinin derinleşmesi eşliğinde Gilead rejiminin nasıl adım adım kurulduğuna farklı karakterlerin geçiş sürecindeki deneyimleriyle tanıklık ediyoruz. Bu tanıklıkla deneyimler arasında kurulan benzerliklerin getirdiği korku ve panikle karışık his, sanırım bu hikayeyi en önemli kılan nokta.
Romanda mekansal olarak nasıl bir yer olduğu bulanık olan yerlere de dizide tam anlamıyla hayat veriliyor. Bu yolla da, dizinin vaat ettiği daha fazla karanlık atmosfer sağlanıyor. Bunu yaparken de dizi dekorundan, aksesuarından sarf edilen her kelimesine kadar özenle seçilmiş, ayrıntıları çok iyi düşünülmüş bir adaptasyon kuruyor. O yüzden de, Lydia Teyze’nin sözlerini sanki aşina olduğumuz bir yerden işitiyoruz, baskıya direnişin cezası olarak Damızlıklarla dondurucu yağmurun altında ıslanırcasına…