Lübnanlı aktivist oyuncu Hanane Hajj Ali''nin tek kişilik gösterisi A Corner in the World'de.

SANAT

Çürümeye karşı ‘jogging’

A Corner in the World’ün üçüncü gününde çok güzel bir oyun izledik. Lübnanlı aktivist oyuncu Hanane Hajj Ali, tek kişilik gösterisi Jogging’de çocuğunu öldüren, öldürmek isteyen kadınların hikayelerini anlattı. Oyundan sonraki sohbetimizde de fazlasını.

 

Hanane ile konuşmadan önce:

 

-Çok mu sevdin oyunu?
-Bayağı.
-Mevzu nedir?
-50’lerinin başında, Lübnanlı, aktivist bir kadın Hanane. Stres ve kemik erimesini önlemek için Beyrut’ta ‘jogging’ yaparken aklından geçenleri anlatmaya başlıyor önce. Ama kendi hikayesini tanıdıklarının, tiyatronun ünlü kadın karakterlerinin hikayeleriyle iç içe geçiriyor. Başta Euripides’in Medea’sından olmak üzere Virgina Woolf, Pasolini, Heiner Müller, Reyhaneh Jabbari, Guy Beart gibi birçok sanatçının eserinden alıntılar yapıyor.
-Bu metinleri birbirine bağlayan şey ne?
-Hanane’nin oğlu yedi yaşındayken kanser olmuş. Acı çekmesin diye oğlunun ölmesini istemiş. Hatta onu öldürdüğünü hayal etmiş. Sanırım bu deneyim, oyunun merkezindeydi.
-Diğer hikayeler de buna mı bağlanıyor?
-Hepsi bir çeşit çocuğunu öldürme hikayesi diyebiliriz.
-Böyle ağdalı, ağlamalı falan bir oyun muydu bu?
-Bazen ağlayanlar oldu, evet ama hiç ağdalı değildi. Çok yerde de komikti.
-Hım.
-Hı hı.
-Anlattığı hikayelerden biraz bahsetsene.
-Bir tanesi, kültürlü bir çevrede yetişmiş, eğitimli, kocasını seven bir kadınla ilgiliydi. Hanane’nin kimliğini ortaya çıkarmamak için Yvonne kod adını verdiği bu kadın bir gün, içine fare zehri koyduğu meyve salatasıyla üç kızını öldürüyor. Arada kocasına bir video kasedi doldurup bırakıyor. Sonra kendisi de salatadan yiyip çocuklarının yanına uzanıyor. Komşular cesetleri buluyor ama kaset birkaç saat içinde ortadan kayboluyor. Sonradan sızan bilgilere göre Yvonne kasette şöyle diyor: “Gittim, kızlarımı da yanımda götürdüm. Çünkü bu sayede benim katlandığım işkenceye maruz kalmayacaklardı, ben de onların güvende olduklarını bilecektim.” Yvonne’un açığa çıkarmaya çalıştığı şey her neyse, üstü örtülüyor.
-Başka?
-Bir diğer hikayede 50 yaşında, Zahra diye bir kadın var. Geleneksel değerlerle yaşayan bir genç kızken bir adama rastlıyor ve hayatı değişiyor. Filistinlilerle, anarşistlerle, hippilerle tanışıyor. Direniş hareketlerine katılıyor. Gel gör ki adam, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal ettiği savaştan heybetli bir sakalla dönüyor. Zahra da adamdan kopmamak için dindarlaşıyor. Kapanıyor. Bu arada, çocukları oluyor. Ama adam Zahra’yı aldatıyor. Zahra yıkılıyor. Allah’a yalvarıyor; bu adamın beni inancımdan etmesine izin verme, ben dünyadan vazgeçtim, çocuklarım senindir, beni şehit anası yap, diye. Bu ‘gerçekten oluyor’. Zahra’nın iki oğlu 2006’da İsrail’e karşı savaşırken, üçüncüsü de 2013’te Kuzey Suriye’de savaşırken ölüyor. Bu da gerçek bir hikayeymiş.
-Bu oyunu kim yazmış?
-Hanane.
-Peki sadece oturup anlatıyor mu bunları, yoksa başka şeyler de yapıyor mu sahnede?
-Öyle birinin çıkıp başından sonuna seyirciye konuştuğu bir oyun değil bu. Bir kısmı öyle ama gerçekten tanıdığı kişileri, klasik metinlerden birçok karakteri canlandırıyor. Üstünde sadece birkaç aksesuar bulunan bir sahnede koşuyor, şarkı söylüyor…
-Seyirciyle ilişkiye geçiyor mu peki?
-Enikonu. Hatta gönüllü seyircilerden bazı metinler okumasını istiyor. Isınma hareketleri yaptığı bir bölümde, bir çocuktan bacaklarını tutmasını istedi. Bir ara pasta ikram etti. Hatta bir çocuğu rol arkadaşı yaptı, ona doğru oynadı falan.
-Sen en çok neyini sevdin oyunun?
-Bir kere oyuncunun anlatma isteğini çok net hissettim. Kendini, tekniğini, sahne numaralarını değil, tamamıyla anlatıyı öne çıkaran bir üslubu vardı. Suistimale bu kadar açık hikayeleri ne aşırı trajikleştirdi ne sulandırdı. İnsanı kendi çocuğunun ölümünü istemeye götüren şartları anlamak için antik, klasik, çağdaş edebi metinler ile kendi deneyimlerini harmanlaması da çok hoşuma gitti. Din, cinsellik, politika gibi hele Orta Doğu’da hepten tehlikeli konulara bulaşmaktan çekinmemesi, cesareti de ayrıca takdire şayan.
-Her şey harikaydı, her şey şahaneydi, yani.
-Yoo. Şimdi düşünüyorum da… Çocuklarının ölümünü isteyen ya da onları öldüren dört kadını -Hanane’nin kendisi, Medea, Yvonne ve Zahra’yı- birer birer, kendi mikro evrenlerinde anlamaya çalışıyor. Ülkesinin İsrail ile çatışmalarından süregiden şantiye atmosferine, Arap dünyasını birleştirmeyi hayal eden politikacılardan İslami figürlere kadar birçok konuya ve kişiye gönderme yapmakla yetiniyor. Hamlet’ten ilhamla “Lübnan cennetinde çürümüş birşeyler var” diyor ama bu makro çürümüşlük ile mikro hikayeler arasındaki çift yönlü yola pek girmiyor.
-Diyorsun.
-Yani.

 

 

Hanane ile konuşma:

 

Tiyatro eğitimi aldınız mı?
Babam doktor olmamı istediği için genetik okudum. Tiyatroyu gizlice yaptım. O zamanlar, 1975’te, benim bulunduğum çevrede kadın oyunculara fahişe gözüyle bakılırdı. Tiyatro yaptığımı öğrenince hem babam hem de erkek kardeşim beni dövdüler. Babam beni döverken bir yandan da ağlıyordu çünkü beni çok seviyordu. İlk oyunumu gördüğünde fikrini değiştireceğini biliyordum, öyle de oldu.

 

Nasıl oldu bu?
Komplo kurduk. Arkadaşları, onu çok sevdiği bir şairi dinlemeye davet etti. O sıralar bacağı kırıktı. Salona götürdüler. Yavaş yavaş aslında tiyatroya geldiğini anladı, sonra sahnede beni gördü. Mekanı terk etmek istedi ama arkadaşları ortadan kaybolmuştu. Kaçmak istiyordu ama bacağı kırıktı. Yüz ifadesinin yavaş yavaş değiştiğini gördüm. Oyunun sonunda ise bizi alkışlıyordu.

 

Ne oynuyordunuz?
Oynadığımız oyunun adı 1936 Yılının Hikayelerinden idi. 1936’da, Fransız mandasına karşı Suriye’den Lübnan’a, Filistin’e uzanan büyük bir grev yapılmıştı. Amacımız Lübnan’ın unutulmuş tarihini yeniden yazmaktı. Silinip giden ya da zorla unutturulan hikayelerin çok önemli olduğunu biliyorduk. Kasaba kasaba, ev ev gezip insanlarla bir araya geliyorduk, gecelerimizi onlarla birlikte geçiriyorduk, müzik çalıyor, konuşuyorduk; hikaye derliyorduk. Bu tiyatro ekolü beni çok etkiledi. Organik hikayeleri bu şekilde derlemek, bunlar üstüne kendi hayatımdan yola çıkarak, kendi bakış açımla çalışmak…

 

Bu arada, genetik doktorası yaptınız.
Evet. Arada iki yıl ABD’de kaldım. Genetik ve tiyatro bursu almıştım. 12 yıl genetik öğretmenliği yaptım. Daha çok tiyatro yapmaya başlayıp eşimle evlendikten sonra öğretmenliği bıraktım. Seçim yapmam gerekiyordu.

 

Bu mücadele gücünü nereden buluyorsunuz?
Sanırım insanlardan. Gerçekten. Savaş zamanı bazen yedi gün sığınaktan dışarı çıkamazdık. Bir parça ekmek almaya bile gidemezdik. Bombardıman vardı. Tehdit altındalarken insanların nasıl güçlendiklerini, nasıl icatlar yaptıklarını, aralarındaki dayanışmayı, yakınlığı rahatça görebilirsiniz. Biz de sığınakta müzik yapardık. Daha tiyatro yapmak istediğimi bile bilmezken sığınakta doğaçlama sahneler canlandırırdım. Taklitler yapardım. İçgüdüsel olarak insanları güldürüp mutlu edecek şeyler yaratırdım.

 

Tiyatroda yaptıklarınız yüzünden başınıza bir iş gelmesinden korkmuyor musunuz?
Doğrusu, hayır. Çünkü bir itibarım var. Ülkemde tanınıyorum, saygı görüyorum. Ben kendi çevremde tiyatro yapan ilk kadındım, skandal olmuştu. İlk bikini giyen, ilk mini etek giyen bendim, skandal olmuştu. Hristiyan bir adamla evlenen ilk Şii kadın bendim, skandal olmuştu. Ailemde başını örten ilk kadın da ben oldum. Çünkü büyükanneme benzemek istiyordum. Büyükannem çok güzeldi. Bana dans etmeyi, doğaçlama yapmayı o öğretmişti. Fransa’da bir gazeteci bana neden başörtüsü taktığımı sorduğunda “Çünkü çok güzel” demiştim.

 

Hala güzel olduğunu düşündüğünüz için mi başörtüsü kullanıyorsunuz?
Evet. Kur’an’da bunun zorunlu tutulduğunu düşünmüyorum. Kadınlar çok çeşitli. Ama ne zaman başörtülü bir kadın görsek terörist, cahil diye yaftalıyoruz. İnsanlara nasıl biri olmayı tercih ediyorsak öyle olabileceğimizi anlatmak istiyorum. Başörtüsü takan biri de iyi bir oyuncu olabilir. Bu sadece mümkün değil, kaçınılmaz bir şey. İnsan doğası böyle çünkü.

 

Ülkenizde sizin gibi başörtülü tiyatro oyuncuları var mı?
Hayır.

 

Neden?
Çünkü çok zor bir şey. Ben bunu seçtiğimde ünlüydüm. Bir kenara itildim. İnsanlar kötü gözle baktı. İfade özgürlüğü nutukları atan çok ünlü bir yazar, bir gün yolda beni gördüğünde üstüme tükürdü, küfürler etti. Şaşırıp kaldım. O yazarın çok açık görüşlü olduğunu düşünürdüm çünkü. Bana neden böyle bir şey yaptığını anlayamamıştım. Hem dindarlardan hem dindar olmayanlardan çok sert tepkiler aldım. Başta iki taraf da beni reddetti. Ama bu bana büyük bir özgürlük verdi. Neden diyeceksiniz. Çünkü bu tepkiler sayesinde ne zaman benden çok farklı birini görsem birbirimizi anlamamız için ona zaman ve mekan tanımayı öğrendim. Başkalarına karşı daha açık fikirli, daha anlayışlı oldum.

 

Lübnan’da kadınların tiyatro yapması hala zor mu?
Artık bu konuya çok farklı bakılıyor. Bugün çok normal bir şey bu. Üniversitedeyken tiyatro yapan tek kız bendim. Bütün gruplar benimle çalışmak isterdi. Bugün dağılım tam tersi. Sınıflarda çok kız, sadece birkaç erkek oluyor.

 

Ama sansür hâlâ sorun, değil mi?
Gittikçe büyüyen bir sorun hem de. Bugüne kadar hiçbir Arap ülkesinden davet almadım mesela. Avrupa’da oynuyorum. Belçika’da, Berlin’de…

 

Türkiye’deki kadınlara, tiyatroculara ya da eylemcilere söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Bir gün başaracak mıyız, bilmiyorum. Sürekli mücadele ediyoruz, bazı şeyleri değiştirmeye çalışıyoruz, yine de işler kötüye gidiyor. Ama umut etmek dışında bir seçeneğimiz yok.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

Y@nornek’in #herumutortakarar’ı Açık Arşiv Oldu
@nornek’in #herumutortakarar’ı Açık Arşiv Oldu

Nilay Örnek'le resimli apartman dedektifliğinden web sitesine uzanan yolculuğu üzerine...

SANAT

YB’r Şeyler Eks’k demezsin, yo!
B’r Şeyler Eks’k demezsin, yo!

Çağıl Kaya'yla bugün çıkan albümü B’r Şeyler Eks’k’i ve cazdan rap'e uzanan müzik serüvenini konuştuk.

MEYDAN

Y‘Asıl kimse çocuklara saygı duymuyor’
‘Asıl kimse çocuklara saygı duymuyor’

Nasıl çocuklara öncelik verilen politikalar geliştirebiliriz? Eğitim Reformu Girişimi'nden Yeliz Düşkün anlatıyor.

KÜLTÜR

YŞantiyeden sahneye, oradan kürsüye
Şantiyeden sahneye, oradan kürsüye

Ebru Nihan Celkan: İnsanlar da kendi acılarından yola çıkarlarsa ve kendilerini oldukları gibi ifade etmeye başlarlarsa değişim olur.

Bir de bunlar var

Sürreal ve Satirik Kameranın Ardında: Bulgar Yönetmen Binka Zhelyazkova
!f İstanbul’un Hikayesi: Yapsak mı? Yapabilir miyiz? Gel Deneyelim
Zofia Rydet: Komünist Polonya’nın Paha Biçilmez Kaydı

Pin It on Pinterest