Modernleşme söyleminin gerek Türkiye’de gerekse dünyada, cinselliği hürleştirmeye yönelik bir hareket olduğunu iddia etmek yanılgıdır.

TARİH

Cumhuriyet, Frengi ve Cinsellik

 

Geçen yıl ‘kızlı erkekli’ evlerin yasaklanması tartışması zaten çalkantılı olan gündemin tepesine zeytinyağı gibi yerleşince bütün bir ulusun ‘doğru’ ve ‘yanlış’ cinsellik tanımını yapmaya kalkmasından kaynaklanan eğlenceli anlar yaşadık. Bu tartışmalar sırasında ‘kız kıza’ veya ‘erkek erkeğe’ yaşanan cinselliklerin yok sayılması tartışmanın yüzeyselliğini gözler önüne serse de, zaten sınırlı olan tartışmanın bir de ‘çağdaş’ ve ‘bağnaz’ heteroseksüellikler gibi bir ikilemin içerisine hapsedilmesi büsbütün üzücü oldu.

 

Arbedelerin ortasında, Eskişehir’de kızlı erkekli oturan iki TGB’li gencin, kendilerini polise ihbar edip, yaşanan kahkaha tufanını internete yüklemeleri tartışmanın saçmalığının doruk noktasını bulduğu an olabilir. Halen, Eskişehir Emniyet müdürlüğü tarafından sipariş edilmiş, memurlarının ne kadar makul olduğunu göstermek için hazırlanmış bir halkla ilişkiler kampanyası olduğundan şüphelendiğim çalışmanın büyük bir bölümü erkek öğrenciyle polislerin arasındaki ‘erkek erkeğe’ konuşmadan oluşuyor. Başyapıt, öğrencilerin polislerin arkasından kapıyı kapatmaları ve kapının üstüne yapıştırılmış ‘biz Cumhuriyeti kızlı erkekli kazandık’ yazan bir A4 kağıtla sonuçlanıyor.

 

Bugün devletin cinsel hayatlarına karışmasına tepki göstermek için Cumhuriyet’in değerlerine sığınan zihniyetin çizdiği nostaljik tablolar yanıltıcı olabilir. Toz pembe bulutlarının arasında Seyyan Hanım’ın şarkıları eşliğinde fokstrot yapan ‘Cumhuriyet kadını’ ikonu, bu tabloların kışlasıdır. ‘Zımba gibi delikanlı’ tabiriyle açılış yapan, Gazi Paşa’nın aşk serüvenlerinin destansı uyarlamaları ise süngüsü.

 

Toz bulutlarının ötesindeki döneme dair cinsellik algılarının izini Halide Edip’in eserlerinde sürebiliriz. Tipik bir Cumhuriyet kadını prototipi olarak tasarlanmış olan ‘Vurun Kahpeye’ adlı eserin baş kahramanı Aliye Öğretmen’in tavrı, dönemin kadın cinselliği ile ilgili resmi tutumuna güzel bir örnektir. Aliye öğretmenin köy ahalisi önünde ettiği yemin bu açıdan özellikle ilgi çekicidir: “Toprağınız toprağım, eviniz evim; burası için, bu diyarın çocukları için bir ana, bir ışık olacağım ve hiçbir şeyden korkmayacağım; vallahi ve billahi!” İffetinin, Yunanlı düşmanlarla işbirliği halindeki karikatürleştirilmiş derecede bağnaz köylüler tarafından sorgulanmasına rağmen, Aliye öldürüldüğünde, kendisine atfetmiş olduğu Meryem Ana’yı andıran ‘temiz’ bir iyilik ve fedakarlık abidesi olarak hatırlanır. Aliye önce cinselliğini, ardından hayatını, söz konusu vatan olunca teferruat olan diğer her şey gibi feda eder.

 

Toplumsal cinsiyet’in ‘bilimselleştirilip’ sterilize edilmesi  modernitenin temel taşlarından birisi denilebilir (bkz: Foucault). Aliye öğretmenin cinsel temas tarafından ‘kirlenmeden’ bütün bir köye analık ediyor olması modernitenin eski inançlara karşı kendi mucizelerini yaratma çalışmasının bir ürünüdür. Hijyene dair metaforlar iki dünya savaşı arasındaki dönemde evrensel olarak devletlerin kendilerini meşrulaştırma projelerinin parçası olmuşlardır. Yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, Dersim bölgesini “üzerinde ameliyat yapılması gereken bir çıban” olarak tanımlayan bu söylem, Aliye öğretmenin bağnaz ve hain köylülere karşı verdiği mücadelenin ülke çapında uygulanmasıdır.

 

Bilimin ışığında pırıldayan gelecek vaatleri, ve geçmişin batıllığı arasında çizilen bu ikilem evrensel kamuoyunun hayalgücünde kendini yerleştirir. Örneğin 1929 yılında Milliyetçi Çin hükümeti, modern olmadığı gerekçesiyle, geleneksel Çin tıbbını yasaklamaya kalkışır.

 

ABD ve İngiltere’de ise bu fikirler, gençleri mastürbasyonla başlayıp erken yaşta ölüme sürükleyen felaket zincirinden korumak için kurulan ’sosyal hijyen’ ve ‘zihinsel hijyen’ hareketleri tarafından temsil edilmektedir. Hareketin amacı kadınlarda doğurganlığı, erkeklerde vatanı uğruna savaşmayı teşvik etmektir. İki savaş arasında akademik yayınlar ve toplu propaganda aracılığıyla kamuoyunu “sağda solda yatıp kalkmayın, frengi olursunuz” gibi mesajlarla aydınlatan bu akımlar, her ne kadar bize bugün son derece muhafazakar olarak gözükseler de, zamanında ilkellikle mücadele eden aydın hareketler olarak ortaya çıkmışlardır. Amaçları ise bireylerin cinsel hayatını ulusal güvenlik politikasının bir parçası haline getirmektir.

 

Anadolu’nun bu fikirlerle tanışması bütün güzel şeyler gibi müttefikimiz Almanlar aracılığıyla Birinci Dünya Savaşı öncesinde olmuştur. 1883 yılında Osmanlı ordusunu teftiş eden Baron van der Goltz birliklerin arasında frengi hastalığının yaygınlığını tespit edince, durumu ülkesine bildirir. Bu haber üzerine dermatolog Ernst von Düring Anadolu’ya bu sorunları çözmek için gönderilir. Cinsel hayatın bir ulusal güvenlik meselesi olarak görülmesinin tohumları böylece atılır. Bu görüşün günümüzdeki canlılığını, savaş sırasındaki frengi salgınının “Yahudi bayanlar” tarafından yayıldığını iddia eden “Birinci Dünya Savaşı Esnasında  Anadolu’daki Salgın Hastalıklar ve Ermeniler” gibi başlıklarıyla hakemli tarih dergilerinin sayfalarını süsleyen bilimsel çalışmaların bolluğundan anlayabiliriz.

 

Cumhuriyet dönemine geldiğimizde frengi tehlikesinin bir numaralı sözcüsü Dr. Hulusi Behçet’tir. Şubat 1935 tarihinde İstanbul Radyosu’ndan yaptığı seslenişle frenginin yayılmasından, modern tıbba güvenmeyen ve frengiyi stigmatize eden ‘bağnaz’ anlayışı suçlar. Bunun yanı sıra ulusun çıkarlarını düşünmeden “zevk ve eğlenceye daldıktan sonra” zührevi hastalıklar kapan gençleri de kınar ve “cinsi vazife” kavramını öne sürerek bireylerin cinsel hayatlarını, ulusal vazifeye  bağlar.

 

Modernleşme söyleminin gerek Türkiye’de gerekse dünyada, cinselliği hürleştirmeye yönelik bir hareket olduğunu iddia etmek yanılgıdır. Bugün “en az üç çocuk” üretmemizi emreden devletin  sistematik ırkçılığını ve şovenistliğini, “10 yılda 15 milyon genç” üretmesiyle böbürlenen Cumhuriyet’ten devraldığını inkar edip sadece dine dair motivasyonlar aramak, bu yanılgının güncel politik kutuplaşmaları körüklemek için araçsallaştırıldığı gerçeğinin üstünü örtmektedir. Bireyin cinsel hayatı üzerine kurulan bu baskıların kökeninin günlük siyasetin arbedeleri arasında unutulup gitmesi, klişeleşmiş olmasına rağmen geçerliliğini yitirmemiş bir sözü akıllara getiriyor: “gerçekler savaşın ilk kurbanıdır”.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Viktoryen İffetfüruşlar ve Denize Girme Makineleri
Okuyucu Şikâyeti I: Beni Tahkire Ne Sebep Vardır?
Trabzon’daki Ayasofya’nın Zor Zamanları

Pin It on Pinterest