Susan Sontag tüberküloz, kanser ve AIDS hastalıklarına atfedilen metaforlar üzerinden bir insanlık durumu analizi yapmıştı. Peki Covid-19’la ilgili metaforlar bize şu anki ahval ve şerait hakkında ne söylüyor olabilir?
Dünyanın Covid-19 virüsü yüzünden aynı gündemde buluştuğu bugünlerde, bir nesil şu ana kadar filmler ve kitaplar aracılığıyla uzaktan aşina olduğu bir senaryoyu bizzat yaşıyor. Çoğu ülkede sokağa çıkma yasakları yürürlükte, imkanı olan karantinada, her gün son 24 saatte hayatını kaybedenlerin sayıları grafiklere yansıyor, uzmanlar tartışıyor, ölüler karşılaştırılıyor, istatistikler havalarda uçuşuyor, komplo teorileri virüsün kendisiyle aşık atacak bir hızda yayılıyor. Sosyal/medyada konuşulan şey, virüs Avrupa’ya sıçradığından beri, aynı. ‘’Medeni’’ dünya adeta yekvücut oldu, virüs zapt edilmek üzere, her açıdan didik didik ediliyor.
Susan Sontag’ın Illnes as Metaphor (Metafor Olarak Hastalık) isimli uzunca makalesini ilk kez, babamın akciğer kanserine bağlı solunum yetmezliğinden öldüğü günlerde okumuştum. Sontag’ın iki hastalık, tüberküloz ve kanser (daha sonra buna AIDS’i de ekleyecekti) üzerinden yaptığı ve hastalıkların toplumsal olgular olduğunu gözler önüne seren tarihsel ve söylemsel analizleri, ‘’yaşamın düşmanlarına’’ metaforlar vasıtasıyla yüklediğimiz anlamları tartışmaya açıyordu. Benim anladığım şekilde özetle toplumu yönlendiren değerler ve yaşamla kurduğumuz bağların dille nasıl karşılıklı bir etkileşim halinde olduğunun altını çizen metin, bu şekilde dolaylı da olsa, nasıl konuştuğumuzun nasıl yaşadığımızı, nasıl yaşadığımızın da nasıl konuştuğumuzu etkilediği iddiasına bir nevi destek çıkıyordu. Dil eyleme dönüşerek somut dünyayı şekillendiriyor, somut dünya da dil vasıtasıyla zihinlere sızdırılarak dolaşıma sokuluyordu ve düzenin sürdürülebilirliği işte bu şekilde sağlanıyordu.
Sontag’ın tartışmasını toplumun belirli değerler etrafında nasıl örgütlendiğine, makro politikanın mikro düzenlemelerle nasıl ‘’haleti ruhiyeler’’ haline getirilerek doğallaştırılmak suretiyle muhtemel itirazlara kapandığına dair bir tespit olarak okumuştum. Metin yanı başımda süren malum ‘’garip’’ olaya biraz da olsun mesafe edinmeme yaramış, ona sırf kişisel değil sosyopolitik bir olgu olarak da bakmamı sağlayarak bana zihinsel bir destek çıkmıştı bile diyebilirim. Şimdi de karşımızda ‘’doğal olmayan’’ şeklinde mimlenmiş, başka bir olgu duruyor. Henüz tanışmadığımız (üzerinde iktidarımızı kuramadığımız) için öteki bellediğimiz, bizi cezalandırmaya gelmiş bir kötülük metaforunun hükmü altında bir salgın hastalık bu. Peki bu salgınla ilgili kullandığımız metaforlar bize ne söylüyor?
Covid-19’un ana metaforunun savaş olduğunu iddia etmek mümkün. Eğer metaforlar bir nevi sosyopolitik turnusoller ise, Covid-19 savaşların düşmanın dünya üzerindeki lokasyonu, dolayısıyla medeniyet seviyesine göre ya gerçek bombalar ya da mecazi silahlarla sürdürüldüğü bir zamana dair çok şey söylüyor olabilir. Zira virüs bahane edilerek kapanan ülke sınırları, sadece vatandaş ünvanına sahip olanlara yapılan ‘’evlerinize/ülkenize dönün’’ çağrıları, hastalığın ‘’alt edilmesi’’ ‘’yok edilmesi’’ gereken bir düşman, bu sürecin zorlu bir mücadele olduğunu söyleyen dillerle, sokağa çıkma yasakları, polislere verilen fazladan yetkiler, insanların birer polise dönüşmesi, ulus devletin safları sıkılaştırmasına imkan tanıyor. Ulus devlet bu virüsü adeta sömürüyor.
Hastalıklar hakkında düşünme biçimimiz toplumların mükemmel düzenekler olarak nasıl tahayyül edildiğini de ortaya koyuyor. Hepimiz biliriz, sağlıklılık bu dünyada olmanın default hali varsayılır. Hayatlarımız kullanışlılığımızla doğru orantılı değerlidir: İşe yaramalı, üretken olmalı, şovu devam ettirmeliyizdir. Şovun (AKA kapitalist patriyarka) arkasında dönen dramlar (ölümler) seyirciye yansımamalı, hasta olan kişiler ifşa edilmemeli ve utandırılmamalıdır. Sontag tüberküloz ve kanser hastalıklarının metaforlarını analiz ederken, bu iki hastalığın da toplum nezdinde utanç verici görüldüğünü not düşer. Hastalığa sahip olduğunu açık açık söylemek neredeyse tabu haline gelmiştir. Salgın hastalıklarda bu utanca sebep olan şey hastalığın bulaşıcı olması, kişinin başkalarını da hasta etme potansiyeli iken kanserde utanç sebebi ise hastalığın ‘’hak edilmiş’’ olma ihtimali olabilir. Kansere yakalanan kişi kendisine bakmayarak, sigara, alkol gibi kötü maddeler kullanarak, egzersiz yapmayarak, yani modern hayata faydalı bir kişi olarak devam etmesini engelleyen şeyleri pratik ederek bu belayı kendi başına çağırmıştır. Akciğer kanseriyseniz çok sigara içmişsinizdir, karaciğer kanseriyseniz alkoliksinizdir, mide kanseri ise yanlış beslenme ile ilgilidir. Bu yüzden pandemilerden farklı olarak kanser, toplumsal bütünlüğe zeval verecek bireysel yanlışların cezalandırıldığı bir hastalıktır.
Kanser gibi bireyi etkileyen hastalıklardan farklı olarak toplu tedbirler almaya zorlayan ve sosyal hastalıklar olarak görülebilecek salgınlar da aslında bireysel sorumluluğun altını çizen metaforlarla bezelidir. Covid salgınındaki sloganlarımıza bakın: Evde kal, izole ol, el yıka vs. Ancak salgın hastalıkların ayrımcılık yapmadan herkesi vurduğuna dair meta anlatının altında, en korkunç sınıfsal farklılıklar gizlenir. Kanser orta sınıf hastalığı olarak görülürken tüberküloz yoksullukla özdeşleştirilen bir hastalıktır diyordu Sontag; belki de bu yüzden veremli olmak ince ruhlu, şairane bir karaktere sahip olmakla özdeşleştirilir, yoksulluk karşısında, tedavi edilemeyecek olmaya karşı verilen bir mansiyon ödülü gibidir bu benzetme. Birden şehitlik konuşmalarının yeniden dolaşıma sokulduğunu fark edersiniz; salgın hastalıklar sonucu gelen ölümler şehitlikle yakınlaştırılır; çünkü korunması gereken şey düzense, aynen savaşta olduğu gibi hastalıktan gelen ölümler detay kalabilir. İşin manevi tarafı yüceltilir, keşişlik alkışlanır. Yoksul insanlar söz konusu olduğunda hastalıkların tedaviyle olan bağları zayıflar, ölümle olan bağı kuvvetlendirilir; ve ölüm asla politik bazı ihmallerin, sınıf sisteminin sonucu değildir, olsa olsa basitçe fıtrattır.
Sontag’in iddiasına göre ilaçlar sayesinde tanıştığımız bu ‘’tedavi’’ kavramı yüzünden yabancı hastalıklardan çok korkuyoruz çünkü onları bilmediğimiz o krallığın, yani ölümün diyarına giden bir araç olarak görüyoruz. Yeni hastalıklar bize her zaman yeni duygulanımlarla dönüyor ancak halihazırda var olan duygulanımların içine sızarak yapıyorlar bunu. Kanser ve AIDS gibi neoliberal metaforlarla imlenen hastalıklar sonrası Korona virüsünün de bize bir şey demek istediğini düşünüyoruz. Virüs bir kiralık katil; doğa ana intikamını bu sefer tek tek kişilerden değil, tüm toplumdan almaya geliyor. Metaforlar yine din ve ahlak bilgisi dersi tarafından üzerimize boca ediliyor: Egzotik hayvanlar, Avrupa’da lüks bir restoranda servis edilmedikleri sürece, yenilmez! Bazı şeylerin sınırları olmalıdır. Bütün bu senaryolara göre hastalıklar, işlediğimiz suçların cezası olarak bize döner. Başka türlü davranmış olsaydık, her şey farklı olabilirdi: Çin’deki insanlar yarasa yemeseydi Covid-19’a, eşcinseller olmasaydı AIDS’e yakalanmayacaktık. Bütün bu olasılıklar ve alternatif senaryolarda mutlu son üretkenlikle, zindelikle, normatiflik ile, velhasıl gündelik düzenin devam ettirilmesiyle eş anlamlıdır.
Sontag kanserin ‘işgalci’ olarak telaffuz edildiğini hatırlatıyor, dışarıdan gelen, tanımadığımız bir hücre olması bakımından kanserin ‘ötekinin hastalığı’ olduğunu söylüyordu. Bedenin bütünlüğüne tehdit oluşturan, kaynaklarını yiyip bitiren, saldırgan bir öteki. Sontag’in gözlemine göre tüberküloz arzu ekonomisine bağlı bir toplumun hastalığıyken, kanser de bireysel, dolayısıyla son derece modern bir hastalıktır. Bu minvalde Covid-19’un sebep verdiği hastalık bu ikisinin kesiştiği yerde duruyor gibi görünüyor. Bir yandan kurallara bağlılığı, sağlıklı olmayı, kendine bakmayı üretken olmak adına hayati gören makul vatandaşlardan oluşan; bir yandan da farklı olanı, egzotik olanı, yeni olanı sürekli denemesi, tüketmesi, sömürmesi ve bir diğerine geçmesi adına, arzusu her daim bir kışkırtma altında tutulan bir toplumun hastalığı.
Hastalıklarla ilgili metaforların ortak noktalarından en önemlisi, hem sebepleri hem de sonuçları bakımından hep ekonomik unsurlar etrafında koordine edilmeleri. İnsan hasta olmamak için bir takım ekonomik yöntemleri temellük etmelidir: Enerjisini har vurup harman savurmamalı, doğru yere ‘’harcamalıdır’’. Bedenin kaynaklarını yiyecek yabancı hücrelere aman vermemek adına, iş saatleri dışında olmak üzere, dinlenme vasıtasıyla enerji biriktirmeli ya da depolamalıdır. Modern Homo Economicus hastalıklarını bu şekilde tasvir eder çünkü dünyayı ancak bu şekilde tahayyül edebilir. Dünya fethedilecek bir yerdir, yabancılarla doludur, farklı kaynaklara sahiptir ve bu kaynakları elde etmek insanın yegane amacıdır. Bunu yapmanın yolu başkalarını öldürmek, onları evlerinden etmek ve geçersiz kılmak olsa bile.
Hastalıklara hitap eden bu dil de işte emperyalistin, kadri mutlağın, ulus devletin dilidir. Hep bir ‘bütüne’ vurgu yapılır. Cumhurbaşkanları seferberlik ilan eder, küçük çapta dayanışma gayretleri büyük devletin müdahalesi ile yontulur ve ulus devlet sınırları içerisinde kalmaya zorlanır. Sınır dışında kalanlar, vatandaş olmayanlar, göçmenler ve işe yaramazlar hemen gözden çıkarılır zira onlar zaten yabancıdır, kaynaklarımız kendimize kadardır, önce ‘kendi insanımızı’, vergi veren, ülkesi için üreten, bu milletin evlatlarını korumak elzem haline gelir. Bir yandan da aynı devlet ‘’kendi evladına’’ maske satmayı teklif edecek kadar da cimri, daha doğrusu ‘’rasyonel’’ ve ‘’pragmatiktir’’. Salgın, tıpkı savaşlar gibi milli bir meseleye dönüştürülmekle kalmaz, uluslar arasında rekabeti güçlendirerek ekonomik yarışlara da vesile olur. İlaçlar ve aşılar, silahlar gibi ihraç/ithal edilir. Hastalık düzeni bozan bir dış saldırı olarak siyasileştirilir. Sontag politikada metafor olarak kullanılan hastalıkların sadece ölümcül olanlar olduğunun da altını çizer çünkü söz konusu bir ölüm kalım meselesi olduğunda ilkelere ara verilebilir; sokağa çıkma yasağı, sokaklarda gezen polisler, suçluluk duygusu ve cezalandırma, herkesçe onaylanan hatta arzulanan metotlardır artık. Devlet şiddeti neredeyse kucaklanır hale gelir. Devlet de bu gibi durumları fırsata çevirmekten asla geri durmaz.
Bu ağırlıkta metaforlar, dünyayı hala hakimi olmamız gereken bir yer olarak görmeye devam ettiğimize işaret ediyor olabilir. Varlığımızın bir kazanma/galip gelme hırsıyla işaretlenmiş oluşunun sebebi, elimizde bu hastalıklarla gelen yeni hisleri, hayal kırıklığını ifade edebileceğimiz başka kavramların olmamasıdır belki. Metaforlar, sistemin nasıl sinsice bilinç dışımıza sızdığını ifşa ederler. Öfkemizle, onu üzerine fırlatacağımız bir düşman, bir öteki yoksa, nasıl başa çıkarız? Kapitalist patriyarkanın ikilikler üzerine kurduğu düzen bizi bu gibi bazı yeni karşılaşmalarda çaresiz bırakabilir. Devletin gücünü pekiştirecek şeyleri isterken bulabiliriz kendimizi, çelişkilerimiz idare edilemeyecek, bizi de şaşırtan sertlikte olabilir. Sontag hastalıkların metaforik düşünceden muaf tutulması gerektiğini çünkü metafor sayesinde olaylara yapıştırılan anlamlandırmaların kaçınılmaz olarak ahlaki olacağını, bunun da feci sonuçlar yaratacağını söylüyordu. Bu önermenin de bütüncül bir düşünce olarak pek mümkün olmadığı iddia edilebilir ama bu önerme hangi metaforları neden kullandığımızı hatırlatarak halimiz ve vaktimizle ilgili bizi tefekküre de davet edebilir. ‘’Bunları yapmamalıydık’’ yanında, neden yaptığımızı, yaptıklarımızın etik ve pratik sonuçlarını, işlerin nasıl karmaşık şekillerde birbirine dolandığı ile ilgili düşünmemizi sağlayabilir.
Sınıfsal adaletsizliklerin iyice ayyuka çıktığı bu gibi salgın dönemlerinde, sınırlar arası dayanışmaya dair yeterli bilgi ve plana sahip olmadığımız da ortaya çıkıyor maalesef. Aynı zamanda bakım emeğinin ne kadar önemli olduğu, yardım ve destek ağlarının kapsama alanının genişletilmesi ve kamulaştırılması gerekliliği de. Neydi sihirli cümle: Dayanışma yaşatır. Hem gerçek, hem metaforik anlamda.
Ana görsel: Taisa Kitaiskaia