Gelecek aylar boyunca – sizi de az buçuk eğlendirmek amacıyla – sinemanın biraz daha garip, saçma, kült taraflarını, geceyarılarının uçlarındaki gezintilerimi aktaracağım. Yeşilçam’ımızın bize aktardığı deli saçması birikim aslında bu gezintilere bizi çoktan hazırladı bile. Ancak “Tüm zamanların en garip 10 kült filmi” gibi listeler hala az çok bilindik Jodorowsky, Lynch gibi zaten tanınmış sinemacıları sunuyor. Benim de hakkında yazacağım filmler aslında sinemayla az buçuk haşır neşir olanlar için çok da büyük bir keşif olmayabilir – aşağıda bahsettiğim filmleri sizin de bulabileceğinizi tahmin ediyorum. Ama John Waters ve Terry Gilliam’dan daha derinlere inmek isteyenler, benimle bu yolculuğa çıkabilir.
Bu yazıya başlamadan, 2010 senesinden beri yaşadığım, Teksas’ın Austin şehrinin kendine özgü sinema kültüründen azıcık bahsetmem gerek galiba. Hem sıkı sağcı bir eyalette liberal olmasından hem de etrafındaki göllerden ötürü “çöldeki vaha” olarak bilinen bu şehir, ismini pek duymasak da, Amerika’nın ciddi sinema merkezlerinden bir tanesi. Matthew McConaughey, Wes Anderson, Luke ve Owen Wilson buradaki Texas Üniversitesi’nden mezunlar. “Çocukluk” filmi ile ismini iyice duyuran Richard Linklater da Austin’lı ve halen burada yaşıyor. Kendi kurduğu, ve halen Sanat Direktörlüğünü yaptığı Austin Film Society ise şehrin hem sinemateği olarak işliyor, hem de şehirdeki sinemacılar için çeşitli fonlar, stüdyolar ve başka olanaklar sağlıyor (filmleri hakkında ne düşünürsek düşünelim, kazandığı parasını şehirdeki sinema kültürüne yatırması ben de derin bir saygı uyandırıyor).
Artık Amerika’nın başka kentlerinde de açılan, film süresince uyguladıkları katı “konuşmama” kuralları ve film sırasında ısmarlanabilecek taze yemekleri ile tanınan Alamo Drafthouse sinema zinciri de ilk burada kuruldu. İnanılmaz programları ile halen buranın en önemli kültürel varlıklarından bir tanesi. Terrence Malick da burada yaşıyor – çalışanlarına bir şey ödemeyip, bas bas bağırıyormuş. Ve tabii ki, tüm şehri parti alanına çeviren ve benim olabildiğince uzak durmaya çalıştığım SXSW festivali var, ki halen Amerikan “bağımsız” sinemanın en önemli festivallerinden bir tanesi. Ben de, bir iki sinemacı ile birlikte kurup küratörlüğünü üstlendiğimiz, deneysel sinemayı Austin halkıyla buluşturmaya çalışan Experimental Response Cinema‘yı yönetiyorum.
Tüm bunların yanında, Austin’ın yıllardan beri, belki Amerika’daki en güçlü olduğu konu ise exploitation ya da B film olarak tanımlayabileceğimiz filmlere gösterdiği ilgi. Alamo Drafthouse’ın desteklediği American Genre Film Archive, bu çöpe atılmaya hazır tarihin başlıca koruyucularından bir tanesi. Arşivinde, bazıları müthiş durumda, bazıları iyice pembeleşmiş filmler bulunduran bu kurumdan şehirdeki pek çok küratör yararlanıyor. Sinema çevreleri ile tanıştıkça bu filmler hakkında inanılmaz bir birikimi olan insanlarla tanışıyorum. Bizim fantastik filmler de tabii çok seviliyor burada – Alamo Drafthouse’un salonlarından birinde “Badi” ve “Dünyayı Kurtaran Adam”‘ın posterlerini görmek mümkün. Alamo Drafthouse, her film öncesi gösterilen “konuşmayın, cep telefonu kullanmayın” reklamlarında bizim “Karateci Kızı” (Filiz Akın) kullanmış.
Tüm bu nedenlerden dolayı, ben de azıcık merak etmeye başladım bu tür filmleri. Ne yalan söyleyeyim, Chantal Akerman’lar, Hollis Frampton’lar, Yasujiro Ozu’lar arasında çok da ilgimi çekmezdi aslında. Aynen Dünyayı Kurtaran Adam’ın bende (bizde?) uyandırdığı hisler gibi, bu filmlerle birlikte değil, yüzlerine gülerdim. Bu da bana biraz sakıncalı geliyordu. Özellikle enerjisini seyirci ile kendisini eşit olarak gören filmlere harcayan birisi için, “o kadar kötü ki iyi” olan filmlere odaklanan, ilgi alanını hor gördüğü işlerle sınırlayan insanların bunu kendini beğenmiş, yüksekten bakan bir tavırla yaptığını düşünüyordum. Ama buradaki seyircilerin çoğunun aslında “o kadar kötü ki iyi” lafından nefret ettiğini ve bu tür filmlere gerçek bir sevgi ve saygı gösterdiğini farkettim. Bununla birlikte tabii çok daha basit bir ders aldım: sevilemeyecek film türü diye bir şey yok; çünkü “komedi”, “dram”, “deneysel”, “b film”, “belgesel” gibi kavramları irdelemeye başladığımız an bu sınıflandırmaların ne kadar yetersiz olduğu ortaya çıkıyor.
Neyse çok geveledim, hadi biraz eğlenelim (ve biraz da rahatsız olalım). Bakın filmleri yıldızlarla değerlendirdim hatta. Bu seyir halinde beni hem tavsiyeleriyle hem de gösterdikleri filmlerle zenginleştiren Bryan Cobbs, Bryan Connolly, Kristin Ellisor, Laird Jimenez, Jacob Knight, Ben Martin, Maxim Pozderec ve Tommy Swenson’a teşekkür ederim.
Lady Terminator (Bayan Terminatör); H. Tjut Djalil, 1989
Arnold Schwarzenager’li Terminatör’e çok benzeyen (delice yürüten), Endonezya yapımı bu film, aslında bilimkurgudan ziyade fantastik. Nyai Roro Kidul (Güney Denizlerin Kraliçesi) isimli, 14’üncü yüzyıldan kalma bir Endonezya efsanesinin “modern” bir uyarlaması(ymış). E hadi bakalım. 100 sene önce yaşamış, sekse doymayan, doymadığını da sevgililerinin penislerini vajinası ile kopararak gösteren Güney Denizlerinin Kraliçesinin ruhu, 1980’lerde Amerikalı bir antropoloğun bedenine girer. Ruh derken de bir yılandan, beden derken de vajinadan bahsediyoruz bu arada. Amerikalı antropolog bir seks ve ölüm makinasına dönüşür. Kahramanlarımız – ki kahramanlar inanılmaz saçları olan dört maço adam galiba, emin olamadım – onu bir şekilde yok etmeye çalışırlar. (Bu arada, belli olmuştur zaten, ama aranızda tez konusu arayan varsa, bu liste size bayağı bir malzeme verecek.) İzlerken filmin Terminatör’den çaldığı sahnelerden ve genel çılgınlığından gözlerimi alamadım – galiba yabancılar Dünyayı Kurtaran Adam’ı izlerken benzer hisler yaşıyor. Kadın cinselliğine olan sevgisizliğinden puan kaybediyor. ★★★
Let Me Die a Woman (Bırakın Kadın Öleyim); Doris Wishman, 1973
Bu filmin kimin için yapıldığını inanın kestiremiyorum. Aslında zamanı için oldukça ilerici bir film: cinsiyet değiştirme operasyonları, bu operasyonları yapan bir doktor ve bu operasyonu tercih edenler hakkında bir belgesel. Film bu operasyonu geçirenlerin deneyimlerini, hislerini ve yaşadıkları zorlukları anlatıyor. Ayrıca operasyonu da tüm detayları ile verirken, bir yandan da arşiv görüntüleri ile belgeliyor. Doktor cinsiyet adlandırmalarında doğru terimleri kullanarak, çoğu insanın halen bir türlü göstermediği saygıyı gösteriyor. İyi güzel…fakat bununla birlikte film akıl almaz boyutlarda teşhirci. Tüm film boyunca doktor, operasyonu geçirenlerin bedenlerine uzattığı bir değnek ile yaptığı değişiklikleri gösteriyor ve kamera büyük bir merakla onu takip ediyor. Arada bir de millet eğlensin diye (?!) durup dururken sevişme sahneleri ekrana geliyor. Şimdi bunu zamanın grindhouse sinemalarında göstersen, millet operasyon sahnelerinde kaçıp gider. Gerçekten bunu belgesel olarak yapıyorsan, doktorun teşhirciliğine dur demek ve o sevişme sahnelerini kesmen gerekmez mi? Çoğu filmin kimin için yapıldığını hemen anlarız ama bu filmde gerçekten çok zor. ★★★★★ Hepiniz izleyin!
Bu noktada azıcık yönetmen Doris Wishman’dan da bahsedeyim: Özellikle “hardcore” pornolar sinemalarda gösterilmeden önce, “nudie-cutie” dönemine Nudes on the Moon (1961) ve Double Agent 73 (1974) gibi filmlerle damgasını vuran, herhalde en fazla uzun metraj film çekmiş kadın sinemacılardan birisidir. Sexploitation sinemasının (sinemada cinsel istismar/sömürü) kraliçesi olarak anılan Wishman hakkında 80’lerde teorisyenler feminist sinemaya katkıda bulunduğuyla ilgili yazılar yazmaya başlarlar. Wishman’ın bu analizlere tepkisi ise, “Hadi canım, meme popo filmleri yapıyordum işte” olur. Bu filmi Experimental Response Cinema’nın üçüncü yıldönümünde, Peggy Ahwesh’in Georges Bataile uyarlaması “The Deadman” ile birlikte gösterdik. Ahwesh yıllardır feminist sinemanın öncülerinden biri olarak bilinir ve Wishman da onun en sevdiği sinemacılardan bir tanesidir.
The Image; Radley Metzger, 1975
Sinema hayatına sanat sineması dağıtımcısı Janus Film için fragman montajı (özellikle Ingmar Bergman filmleri) yaparak başlayan, sonra genç bir Yunan göçmen hakkında film çekerek yönetmenliğe devam eden Radley Metzger, sonradan erotik sinemanın – softcore ve hardcore arasında yer alan “altın çağın” – en önemli sinemacılarından biri olarak anılıyor. Kendisi, filmleri genellikle Avrupa’da çekilen, sinema anlayışı da belli bir sofistikasyona sahip, “porno chic” ile ismi aynı nefeste anılan bir sinemacı. The Image ise Catherine Robbe-Grillet’nin Jean De Berg mahlasıyla yazdığı romanından uyarlama. Catherine Robbe-Grillet Fransa’nın en ünlü dominatrix’i. Variety‘nin yazdığı gibi: “Catherine Robbe-Grillet’in hayatının yanında Grinin Elli Tonu bir Disney filmi gibi kalıyor.” (Ve evet, nouveau romancı Alain Robbe-Grillet’nın da eşi.)
Usta/köle ilişkileri beni aslında çok ilgilendirmese de izlediğim en seksi filmlerden biri. ★★★★
Female Prisoner #701: Scorpion (Kadın Mahkum #701: Akrep); Shunya Itō, 1972
‘Hapiste kadın’ exploitation sinemasının en yaygın temalarından biri. Haksız yere, ya da hak verebileceğimiz bir nedenden dolayı hapse giren ana karakterler, banyo ve arama sahneleri, giysilerin parçalandığı kavga sahneleri, lezbiyen ve sadist gardiyan karakterler uzamında teşhir edilirler. Wikipedia’da sadece bu tür filmler için bir sayfa var, göz atın.
Bu filmde ise sürreal sahneleri ile başdöndüren, hem rahatsız edici hem de oldukça etkileyici bir intikam hikayesi buluruz. Ana karakterimiz, pek de konuşmayı sevmeyen Matsu, Japon sinemasının en tanıdık kadın kahramanlarından bir tanesi. İçinde bulunduğu janrın sınırlarından çıkmayı başarabilen çılgın bir film. ★★★
A Bucket of Blood (Kova Dolusu Kan); Roger Corman, 1959
Hayatının sonraki dönemine exploitation sinemasının en önemli prodüktörü olarak damga vuran, Martin Scorsese, Jonathan Demme, Joe Dante gibi yönetmenlerin ilk düzgün işlerini ortaya çıkarmalarını sağlayan Roger Corman’dan bir kara mizah örneği. Entel / bohem bir kafede çalışan ‘loser’ (kaybeden) ana karakterimiz yanlışlıkla kedisini öldürür. Ne delilikse, kedisinin cesetinden bir heykel yapar. Kafedeki bohemler bayılır ‘loser’ımızın sanatına, ve kahramanımız yeni heykeller yapmaya koyulur. Daha bir şey dememe gerek yok herhalde? ★★★
Samurai Cop (Samuray Aynasız); Amir Shervan, 1989
İnanılmaz saçları, akıl almaz senaryosu, bu Lethal Weapon (Cehennem Silahı) kopyası gerçekten berbat ötesi. ★ Hepiniz izleyin!
Geçenlerde, bu filmde ana düşmanın sağ kolunu oynayan, şerubizmden dolayı çenesinden bildiğimiz Robert Z’dar’ı kaybettik. Onun oynadığı başka filmleri de yazarım yakında.
Blood Freak (Kana Susamış); Steve Sipek, Brad F. Grinter, 1972
Nasıl oluyor hatırlamıyorum ama, bir adam uyuşturucu satan ve kullanan herkesten nefret eden kocaman bir hindiye dönüşüyor. Her Thanksgiving günü bu filme ★★★★★ veririm.
Danger Zone 4: Mad Girls Bad Girls (Tehlikeli Bölge 4: Çılgın ve Yaramaz Kızlar); 1992?
Galiba dünyada bu videoyu izleyen nadir insanlardanım, internette hakkında çok az bilgi buldum. Danger Zone 1, 2 ve 3’ü izlemedim, bulunması o kadar da kolay değil galiba. Neyse. Ana karakterimiz sınır, hukuk tanımaz bir polis. Bir grup kadın tarafından kaçırılır. Polisi çölün ortasında yere bağlarlar. Meğersem polis beyimiz, bu kadınların eşlerini ya öldürmüş ya da hapse tıkmış (ki hepsi uyuşturucu kaçakçısı, vs.). Kadınlar öç almak için polise striptiz yapmaya başlarlar; ana karakterimiz ereksiyon olursa onu öldürecekler. Maalesef bu yazdığım kısa paragraf filmden daha ilginç. İzlemeyin.
Death Race 2000 (Ölüm Yarışı) Paul Bartel, 1975
Güzelim bir kara komedi ile bu ilk bölümü bitirelim. 2000 senesine, yani geleceğe gidiyoruz. Bu fantastik zamanda her sene Açlık Oyunlar’ımsı, herkesi ekrana bağlayan bir araba yarışı olur. Arabalar süslüdür, sürücülerin Frankenstein (Frankeştayn), “Calamity” Jane Kelly (Bela Ceyn Keli), “Machine-Gun” Joe (Taramalı Tüfek Co) gibi isimleri vardır. Tüm yarışmacılar bu yarışı kazanmak ister, ancak kazanmak yeterli değildir, bir de rakiplerini yok etmek isterler. Yolda gezenleri ezerek de ekstra puan kazanırlar. Tabii ki arka planda bu yarışı (ve totaliter devleti) yok etmeye çalışan bir grup, bu vahşetten aldığımız zevki tiye alan medya insanları, ve David Carradine, Mary Woronov, Paul Bartell var. Ha bir de Machine-Gun Joe demiştim ya? Sylvester Stallone, en iyi rollerinden bir tanesini oynuyor. Onun bir resmi ile bitirelim bu yazıyı. ★★★★