20 Kasım Çocuk Hakları Günü. 25 Kasım Kadına Şiddetle Mücadele Günü. 22 Kasım Tecavüzü Meşrulaştırma Önergesini Görüşme Günü.

MEYDAN

Çocuk Hakları, Kadın Hakları, Bir Önerge

20 Kasım Evrensel Çocuk Günü, diğer adıyla Çocuk Hakları Günü, geçtiğimiz Pazardı. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü ise üç gün sonra. Bu önemli iki gün arasında, 2016 Türkiye’sinde Meclis’e sunulan önerge:

 

“Cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen herhangi bir neden olmaksızın işlenen cinsel istismar suçunda, mağdur ile failin evlenmesi durumunda fail hakkındaki hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına veya cezanın infazının ertelenmesine imkân veren düzenleme yapılmaktadır.”

 

Biz bugüne nerelerden geldik?

 

13 yaşında, 26 ayrı canavar tarafından tecavüze uğrayan N.Ç. davasında “rızası vardı” indirimi uygulandığı günlerden geldik. Henüz bunu sindirememişken iki buçuk yıl boyunca 12 yaşında bir çocuğun tecavüze uğraması bir polis tarafından “rızası vardı” denilerek kapatılmaya çalışıldı. Alışmayı reddettiğimiz o günlerden geldik.

 

Baharı karşıladığımızı sandığımız bir Mart sabahı Karaman’da 45 tane çocuğun gülümsemesinin silinişini seyrettik. Ülkenin en büyük telekomünikasyon şirketinin, Karaman’da gerçekleşen istismar olayı ile ilişkisi olan derneğe sponsorluk yapmaya utanmadan devam ettiğini gördüğümüz günden geldik. O kocaman reklam panolarında bu utancın reklamını gördük hemen her gün.

 

Taş atan çocuklar önce çocukluklarından vuruldular ve bir cezaevine hapsedildiler. Sonra o karanlıkta daha da karanlık günler yaşadılar. Pozantı’da karanlığın en dibini yaşayan çocukların yaşadığı tacizi, tecavüzü, şiddeti, işkenceyi dinlediğimiz günlerden geldik.

 

9 aylık bebeğe tecavüz edildiğinde yayın yasağının geldiği, tecavüzden değil de duyulmasından korkulduğu günlerden geldik.

 

12 yaşında çobanlık yapan bir kız çocuğunun, annesinin kucağında üç aylık bir bebeğin kendisiyle alakası olmayan bir savaşın kurbanı olduğunu izlediğimiz günlerden geldik.

 

Bir gün uyandık Nizip’e döndü gözlerimiz, bir mülteci kampında 30 tane erkek çocuğun çığlığını daha önce duyamadığımız için kendimizi suçladık. Arkasından başka bir Çadırkent’te 5 kız çocuğunun sesinin de duyulmadığı günlerden geldik.

 

Zonguldak’ta bir adam 16 yaşındaki liseli öğrenciyi sokak ortasında taciz etti. “Alkollü olduğum için geneleve almadılar. Amacım o an için taciz etmek değildi, yalnızca öpecektim.” dedi. Evimize başımıza bir şey gelmeden gidemediğimiz günlerden geldik.

 

Diyarbakır’da 8-9 yaşlarındaki 4 öğrencisini istismar eden öğretmen; “Bazı öğrencileri çok severdim. Bir defasında bir öğrencime sevgim o kadar ileri gitmişti ki, canım kaynadı. Beyaz tenli olduğundan, boynundan öpünce boynu morardı” dedi. Ruhumuzun morardığı günlerden geldik.

 

Biz bugüne çocukluğumuzdan vurulduğumuz, çocukluğun kullanıldığı saymakla bitmeyecek gitgide kararan günlerden geldik.

 

***

 

Her birimiz uslu çocuk olmanın marifet olduğu bir toplum içerisinde büyütüldük. İtiraz etmenin yaramazlık sayıldığı, bir köşede oyununu sessizce oynaması, çağırıldığında gelmesi, yemek yemesi gerektiğinde itiraz etmeden yemesi, erkenden uyuması, sokakta üstünü kirletmeden oynaması gereken çocuklardık.

 

Dersi anlamadık, soruyu yanlış yaptık diye elimizde cetvellerin kırıldığı, karşı cins
akranımızla iyi arkadaş olduk diye ailemize şikâyet edildiğimiz çocuklardık. Evimizde
“sen benim başımı belaya mı sokacaksın, adımızı lekeliyorsun” diye azarlandığımız, ailemize uygundur diye her gün dayak yediğimiz, koca bir hayata mal olan kocalara verildiğimiz, üç kuruş paraya satıldığımız, çocuklar, ergenler, gençler, kadınlardık bu ülkede.

 

Bazılarımıza “hayır” demek öğretilmediğinden veya yasaklandığından bizi kucağına oturtup seven amcaların bizi gerçekten sevdiğine inanmak zorunda kaldık. Köşe başlarında bizi sıkıştıran komşu çocuklarının ağabeyimiz olduğunu, ergenlik yıllarımızda bizi baştan aşağı süzen o “büyük”lerin gerçekten gözlerinin önünde büyüdüğümüz için duygulandığını sandık. Annemizi döven babamızdan korktuk, evde yaşanan şiddeti diğer insanlardan saklamamız gerektiğini sandık. Evde yaşanan şiddet duyulmasın diye sır tutmanın bir beceri olduğu öğretildi bize, biri bize zarar verdiğinde biz suçluyuz ve kimseye söylememeliyiz sandık.

 

Ergenlik döneminde olması gereken değişimi ve gelişimi gösteren vücudumuzla komşu teyzelerin dalga geçmeleri normal sayıldığı için vücudumuzdan utanmamız gerektiğini sandık.

 

Annemiz ve babamızın üçüncü kardeşimizi gerçekten çocuk sahibi olmak istedikleri için dünyaya getirdiğini sandık. Hiç beklemediğimiz anda kardeşimiz olmasını engelleyemeyen doktorlar vardı. Engellemenin yasak olduğunu düşünmedik de tıp o kadar ilerlemedi sandık.

 

Biz bu önergenin utanılmadan, sıkılmadan sunulmasına, tecavüzün meşrulaştırıldığı, çocuk haklarının yok sayıldığı bu güne bir günde uyanmadık.

 

Yalnız kendimiz için değil, çocuklarımız için büyük bir tehlikenin kıyısında yaşadığımız bir ülkede olduğumuzu yeni öğrenmedik elbette. Ama böyle bir önergenin meclise sunulabildiği bir ülkedeysek eğer, geleceğimizi, çocuklarımızın geleceğini karanlığa daha fazla boğmamaları için artık çocuklarımıza ‘hayır’ demeyi, sır tutmanın o kadar da iyi bir şey olmadığını, karşı çıkmayı, itiraz etmeyi, utanmamayı öğretmeliyiz. Özgür olmayı, özgür kalmayı öğretmeliyiz. Öğretmeliyiz ki kimse geleceğimizi bizden alamasın.

 

(Resim: Ayvazovski, Patlayan Gemi, 1900)

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

İstanbul Onur Haftası Komitesi: “Varız, gitmiyoruz, buradayız.”
“%99 için feminizm”: bir manifesto
Hem sığınakları hem de sığınaklara ihtiyaç duymayacağımız günleri istiyoruz

Pin It on Pinterest