“Aile, bir kazadır.” Lütfi Akad'ın Gelin'i ve Fikret Reyhan'ın Çatlak'ı, belki de en çok bunu hatırlatıyor.

SANAT

Çatlak’tan Gelin’e Uzanan Kılcal Damarlar

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

Filmden filme uzanan akrabalıklar beklenmedik patikalar açıyor bazen. Nelerin değişip nelerin değişmediğini görmenin yanında, farklı dönemlerin farklı görsel hafızaları arasında örülmüş ağları da fark etmek mümkün oluyor bu patikalarla. Filmler arasındaki benzerlikler ve bağlantılar hemen ilk bakışta anlaşılmıyor belki. Daha çok beklenmedik, birdenbire hatırlanan anılar gibi beliriveriyor bu bağlantılar.

 

Fikret Reyhan’ın yönettiği Çatlak (2020) Romen Yeni Dalgası’nın öncü yönetmenlerinden Cristi Puiu’nun yönettiği Sieranevada ile anıldı en çok. Bir evin içinde olma duygusu, tekrarlanan yemek sofralarıyla üretilen zaman, kapalı ve sınırları kalınca çizilmiş bir mekânda cümlelerini üreten bir sinema. Diğer yandan benzer evrenlere sahip filmlerdeki gibi evin içinden çıkıp sosyolojik bir alan da açıyordu Çatlak. Yeni Türkiye’nin muhafazakâr, kendi halinde ama zamana hiç yenilmeyen iç dinamikleriyle köhneleşmiş yerlerinde dolanıyordu. İngilterelere gidilmiş olsa da aslında çok uzaklaşılamamış, kurtulunamamış ve içinde olduğun odanın metrekaresinden, baba boyunduruğundan hiç çıkmamış gibi genişlememiş bir yerleri eşeliyordu. Aslında Çatlak’ı anlamak için dışarıya, Romen Yeni Dalga’sının çeperlerine uzanmak bir yolsa, belki de içeriye, yakın geçmişe, Türkiye sosyolojisinin sinema fikrine dönüşmüş formlarına dalmak da bir o kadar elzem. Belki de sadece birine. Çatlak ile Lütfi Akad’ın Gelin’i (1973) arasında güçlü ağlar var.

 

Bakkal dükkanının hikmeti

 

 

Lütfi Akad’ın Gelin’i Yozgat’tan İstanbul’a göçen ve İstanbul’da tutunma ve belki de İstanbul’u “fethetme” arzusuyla bir bakkal dükkânına her şeylerini bağlayan bir ailenin hikayesi. Meryem (Hülya Koçyiğit), kocası Veli ve oğlu Osman’la birlikte göç ettikleri İstanbul’da kayınpederinin evine yerleşir, onlarla birlikte yaşamaya başlar. Para biriktirmek ve şehirde tutunmak için ayrı evlerde oturmak yerine eltiler ve kayınbiraderlerle aynı evin odaları bölüşülür. Bütün aile aynı bakkal dükkânı için çalışır. İşler biraz yolunda gidince daha büyük bir bakkal dükkânına diker gözünü ailenin reisi Hacı İlyas, bu yüzden de borçlanır. Artık sürekli çalışmak gerekir. Meryem’in oğlu Osman’ın hastalanması ve delik olan kalbine ameliyat için para gerekmesiyle kendi kendine dönüyormuş gibi görünen bu düzen (yıkılmayacak olsa da) sarsılmaya başlar. Kazanılan her şey, her kuruş dükkâna gider. Osman’ın tedavisi görmezden gelindikçe Meryem çırpınır, kendi başına çözüm arar, altınlarını satar. Gizlice doktorlara gider; ama çare olmaz.

 

 

Umut Tümay Arslan Gelin’den bahsederken zaman kavramının altını çizer. Geleneğin zamanıyla kapitalizmin zamanı sanki iki ayrı zamanmış gibi başlar filmde, fakat hikâye ilerledikçe bu ikisinin çoktan iç içe geçmiş olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Geleneğin donmuş zamanıyla kapitalizmin sürekli hareket eden zamanı iç içe geçmiş, kapitalizmin değmediği düşünülen mahrem alan çoktan kapitalizmle birlikte işler hale gelmiştir. Patriyarkal düzen kapitalizmle iç içe işler. Diğer yandan Hacı İlyas’ın zamanı ile Meryem’in zamanı ayrı akmaktadır. Meryem oğlunun hastalığının zamanı içinde yaşamaktadır. Bu farklı akmakta olan zamanlar arasındaki çatışma çoktan kapitalizmle iç içe geçmiş olsa da ailenin bütünlüklü resmine inancı korumaya çalışan muhafazakâr fantazide çatlaklar açar. Gelin bütünlüklü aile resmini çatışma ve güç ilişkileriyle bölünmüş, kurbanlar üreten bir aile resmiyle ağır ağır değiş tokuş eder.[i]

 

 

Gelin filminden. Meryem, Hacı İlyas’ı oğlunun ölümünden sorumlu tutuyor ve hesap soruyor.

 

 

Elti olmak, altınları saklamak

 

 

Çatlak’ta da tıpkı Gelin’deki gibi umut bağlanan, geçinilen, bir aidiyetle, müşteri olmamanın verdiği güvenle girip çıkılan bir bakkal dükkânı var. Her kardeş için çekirdek bir düzen, konforlu bir alan kurulmuş. Sakince geçip gidiyor gibi görünen bir akış olsa da temel sorun ‘geçim derdi’ gibi duruyor. Fatih’in İngiltere’de okurken arkadaşından aldığı ve gizlediği bir borç yıllar sonra ortaya çıkınca bütün ailenin yükü oluverir birden. Orta halli için büyük bir para ve hemen de ödenemeyecek türden. Baba bir yandan mecbur ödemek zorunda olduğunu biliyor ama kardeşler arasında tatsız bir his var. Borç Fatih’in, hâl böyle olunca diğer kardeşlerin pastadan payı azalıyor. Bir ailede zaman zaman üstüne basa basa söylenen, zaman zaman da hiç söylenmese de bilinen görünmez bağlar bu borçla birlikte belirginleşip elden ele yayılıyor.

 

Farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda olsa da bir bakkal dükkânı, bir borç, bir de eltiler açısından birbirine iyiden iyiye yaklaşıyor Çatlak ile Gelin. Ataerkil düzenin gelin-kaynana-eltilik-kayınbabalık düzeni 1970’ler ve 2020’lerin Türkiyesinde birbirinden pek de farklı değil. Gelin’de bir hastalığa doktor yerine dua okuyarak çare aramak, Çatlak’ta “üstümüzde nazar var kurşun döktürelim”e evriliyor. Görünür görünmez bir hâkimiyet alanı yaratan anne, onunla iyi geçinmek, arasını ‘iyi tutmak’ zorunda olan gelinler ve bu yüzden de eltiler arasında bitip tükenmeyen gizli, gergin bir rekabet (nasıl da) aynı yerlerden çınlıyor.

 

Gelin’de ailecek yeni dükkân için herkesin varını yoğunu Hacı İlyas’a hibe etmek zorunda olduğu bir anda Meryem’in eltisi kıvrakça çıkarır verir altınlarını. Oysa Meryem altınlarını oğlu Osman’ın tedavisi için gizlice satmıştır. Meryem’in yüzünde bir tokat patlar. Hacı İlyas’ın düzenine ihanet etmiştir çünkü. Çatlak’ın finaline doğru evin ‘annesi’ borç için kadınların altınlarını vermesi gibi bir fikir atar ortaya. Gelinlerden Hacer annesini destekler ne de olsa evin inşaatı için altınlarını vermiştir bile. Eltisi Şeyma “şimdi de iki katını aldın” diyerek uzun zamandır içinde birikmiş olan bir şeyi bütün ailenin ortasında, herkesin aynı anda görebildiği bir yere kusar. Hacer’in kocasından bile gizlediği altınlar ortaya saçılır. Fiziksel olarak bir tokat patlamaz ama onun yerini önce büyük bir gürültü, sonra derin bir sessizlik alır.

 

 

Zamanın değişimi ya da değişmezliğinin bir haritası Gelin ile Çatlak. Yıldırım Türker’in Çoğunluk (Seren Yüce, 2010) filmi üzerine yazdığı yazıda söylediği gibi: “Aile, bir kazadır.”[ii] Gelin ve Çatlak, belki de en çok bunu hatırlatıyor. Aynı derenin yatağından beslenirken köklerden gelen ve değişmeyen geleneklerin açmazlarının ne denli katılaşabildiği (hiç mi esnemez) onlar arasındaki ağların en kalını. Değişmeyeceğini bile bile yine de direnmek, sistemin sürekli ektiği otları ellerinle kökünden sökmeye çalışmak, belki de nafile bir çabadır.

 

 

 

Yine de Gelin’in finalinde Meryem’in ‘sıtmaya tutulmuş gibi’ aileyi esir alan, her şeyi yiyip bitiren dükkânı ateşe vermesi ve emeğinin farkına varıp fabrikada işe başlayışında son derece maddi bir umut nosyonu var. Orta sınıfın değişmez aile geleneğine karşı duran güçlü bir isyan Meryem’inki. Kocası Veli’nin fabrikaya babasının verdiği silahla Meryem’i öldürmeye gittiğini düşündüğümüz sahnede beklenmedik bir biçimde kendisi için de iş sorması (“Fabrikada bana da iş var mı?”), babasının boyunduruğundan çıkmaya cesaret edebilmesi de eşelenmiş yerlerin bazen yeşerebileceğini, kapitalizmin nüfuz etmediği bir mahremiyetin/geleneğin yokluğuyla, bütünlüklü aile hayalinin parçalanışını, yıkımını, çatışmalarla bölünmüşlüğünü kabulle gösteriyor.[iii] Çatlak ise seyirciye klasik bir final sunmayarak herkes evlere dağıldıktan sonra da bu kısırdöngünün böyle sürüp gideceğini ima ediyor ister istemez. Evlerin kapısı kapandıktan sonra gelenekten geleceğe, gelinlikten, eltiliğe, kayınbabalıktan kardeşliğe kalıplaşan ne varsa kendini yeniden üreteceğini anımsatıyor.

 

 

 

 

 

[i] Umut Tümay Arslan, Mazi Kabrinin Hortlakları, İstanbul: Metis, 2010, s. 341-343.

 

[ii] Yıldırım Türker, “Çoğunluk Ya!”, Radikal, 30.10.2010. Online Erişim: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yildirim-turker/cogunluk-ya-1026404/

 

[iii] Umut Tümay Arslan, Mazi Kabrinin Hortlakları, İstanbul: Metis, 2010, s. 341-343.

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Kavanozdaki Venüs ve Kırılganlık
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska
Kısa Öykülerin Ustası Lydia Davis ile Röportaj

Pin It on Pinterest