Filmin hafızalara kazınan meşhur sahnesi, o ana kadar sergilenen bütün cinsiyet rollerini, erkeklikleri, kadınlıkları, cinselliği, heteroseksüelliği, homoseksüelliği yalpalatan bir heyelan yaratıyordu.
Ophelia kaybolduğu suların derinliklerinden yükselecek, modası geçmiş antika elbiselerini atacak ve çılgın yaratıcılığının doğuracağı çiçek patlamalarıyla dünyayı yeniden tasarlayacak.
Rutini sarsan küçücük bir ayrıntı, bir dokunuş, karanlığı deliyor bazen, sahnenin içine çekiyor, hayata döndürüyor.
Cadıların çağırdığı karanlık, Macbethler’inkinin aksine, kozmosun biçimlerinin içinde kaynadığı kazandan, karanlık maddeden başka bir şey değil.
Macbeth’in patriyarkal dünyasında erkeklik sadece Leydinin değil, Macbeth’in de sırtında taşımak zorunda olduğu ağır bir yük, “ödünç bir urba”dır.
Zehra Doğan’la cezaevininin duvarlarını aşıp Tate Modern’e ulaşan işlerini, kişisel hikayesini ve sanatın tanıklığını konuştuk.
Tarla yapacağım, lahana koyuyorum, marul koyuyorum… Resim yapmıyorum dediğim de o bu arada; resim önümde, kalkmıyorum oradan, bir lahana yapıyorum iki lahana yapıyorum günde. 3 hafta boyunca lahana yaptım o tarlaya.
Shakespeare’de cadılık olarak sanat dünyanın hiçbir yere kaybolmayan büyüsüne yeniden kıymetle açılması için duyularımıza yapılan bir yeniden diriltme büyüsüdür.
Herkes değişmiştir de sen aynı kalmış sanırsan kendini, orada onları beklemiş ve kimse gelmemiş gibi bir yalnızlık ve belki ihanete uğramışsın hissi. Bu yüzden eski arkadaşlar biraz da rahatsız ederler aslında…
Oğlum öğretti bana, insan kendinden taşar, olmakta olduğu şeyden akar.