Zehra Doğan’ın Türkiye’deki ilk kişisel sergisi “Nehatîye Dîtın / Görülmemiştir” 9 Ekim – 9 Kasım 2020 tarihlerinde Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde izleyici ile buluşmuştu. Sergide yer alan eserler Zehra Doğan’ın cezaevindeki tüm imkânsızlıklara rağmen ürettiği eserlerden oluşuyordu.* Kullandığı malzemeler arasında çarşaflar, elbiseler, gazete ve mektup kâğıtları, meyve boyaları, çay, kahve, regl kanı gibi malzemeler vardı. Sergideki en etkileyici işlerden ise bana kalırsa Zehra’nın elinden alınan malzemelerinin yerine sürekli yenisini koymaya çalışan annesiyle birlikte ürettikleri işlerdi. Sistem şöyle işliyordu: Annesi temiz çamaşır olarak diktiği etek ve elbiseleri gardiyanlar aracılığıyla Zehra’ya veriyor, Zehra bunları boyayıp, işleyip kirli çamaşır olarak tekrar gardiyanlara veriyordu. Feminist bir dayanışma, bir oyunbozanlık, sistemde açtıkları bir delikti yaptıkları.
Zehra Doğan’ın işlerini yalnızca cezaevi sürecine odaklamak, onu bir kez daha hapsetmek demek. Bu nedenle bu söyleşide Zehra Doğan’la kişisel hikâyesinden diğer deneyimlerine, örneğin Tate Modern’de yer alan yerleştirmesine dair pek çok konuyu konuştuk.
Kimdir Zehra Doğan?
Diyarbakır’da doğup büyüdüm; ama Mardinliyim. Bağlar’da büyüdüm, politik bir yer zaten Bağlar. Çocukluğumdan beri resim yapıyorum. Ama dersen ki kim yönlendirdi, nasıl başladın bunlara verecek nizami yanıtlarım yok. 11 yaşımda kendi keşfimle, Kürt mücadelesinin çabalarıyla kurulan Mezopotamya Kültür Merkezi’nde (MKM) eğitim almaya başladım. Ailemin haberi yoktu. Bir sanat eğitimi nerede alınır, politik ve ekonomik nedenlerden dolayı gündemlerinde değildi. Üniversite sınavından sonra şansımı denemek için gizlice Güzel Sanatlar sınavına girdim. Arkadaşlarım arayıp sınavı kazandığımı söylediler. Böyle başladım Dicle Üniversitesi Resim Bölümü’ne.
Türkiye’deki ilk kişisel sergin, içerideki eserlerinden oluşuyor. Kısıtlı imkânların varken nasıl ortaya çıktı bu eserler?
Cezaevi böyle bir yer ama zaten. OHAL ilânından sonra da her şeyi iyiden iyiye kısıtladılar. Kırmızı ve siyah kalem yok örneğin, sadece mavi tükenmez kalem var. Evet içeride sanat yapmaya çalıştığınızda pek çok imkânsızlıkla karşılaşıyorsunuz ama orada da bir gelenek var. Bütün kitaplara el konulmasına rağmen, insanlar kâğıtlara yazıyor kitap sayfalarını ve birbirlerinin okumasını sağlıyorlar. Kendileri kitap yazıyorlar yeniden. Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak gibi örnekler varken isimleri çok duyulmayan nice tutsak-yazar var içeride. Motivasyonum bir nedeni bu iken bir nedeni de cezaeviyle yüzleşmemin kısa sürmesi oldu. İçeriye ilk girdiğinizde duvarlar üstünüze üstünüze geliyor, alışamıyorsunuz bir türlü. Ama o atmosfere alışmak zaten hiçbir zaman gerçekleşmiyor bence. Sadece kabulleniyorsunuz ve bir müddet sonra o duvarlara rağmen dışarıyla bağ kurmaya başlıyorsunuz. Ben de yüzleşip, buluntu malzemelerle bir şeyler yapmaya çalıştım. Bu açıdan baktığımda, ürettiklerimin her biri o duvarları yıkmamı sağlayan bir taş gibi oldu aslında. Beni dışarıya bağlayan birer araç oldular.
Bu yüzleşmeden sonra mı elindeki malzemelerin farkına vardın?
Aslında bir anda “Buldum!” demedim çünkü zaten 1970’lerden yana bu işi yapan pek çok sanatçı var. Buradaki fark, benim tutukluyken bu eserleri üretmemdi sanırım. Dünyanın pek çok ülkesindeki feminist ve protest sanatçıların buluntu malzemeler üzerinden yola çıkarak yaptığı işlerden ilham aldım ve bu ilhamla üretmeye başladım. Çarşaf, çay, kahve, zerdeçal, roka, salça, regl kanı, havalandırmaya düşen kuş tüyleri, dökülen saçlarım gibi malzemeleri kullandım. Ama sadece bir şeyin üzerine başka bir şey koymakla da sınırlamadım kendimi. Mardin Cezaevi’nde elbise tasarlamaya başladım örneğin. O elbiselerin her biriyle bir arkadaşımı özdeşleştirdim. İncile Anne vardı mesela, onu tarif etmem, bende nasıl bir karşılığı olduğunu anlatmam bir elbise tasarımıyla mümkün oldu.
Kullandığın buluntular arasında en ilgi çekici olanlardan biri regl kanı. Bunu bir malzemeye dönüştürmek zor oldu mu?
Regl kanı benim için de çok önemli; ama sadece malzeme özelliği olduğu için değil. Kavramsal niteliği çok güçlü regl kanının. Cezaevi müdürünü, gardiyanları, varolan devlet baskısını, tüm muktedirleri sınamak açısından çok güçlü işlerdi regl kanı kullandığım işler. Çünkü onlar bana malzeme vermezken ve kısıtlamalarını sürekli arttırarak boyun eğdirmeye çalışırken onların karşısına kendi malzememle, üstelik tiksindikleri bir malzemeyle çıktım. Hatta elleriyle dokunmak zorunda kalsınlar diye mektuplara dahi sürdüm bu kanı. Bu durumdan rahatsız olup tiksindiler. Rahatsız olması gereken kişi bendim, orada tutsaktım, mektuplarımı dahi okuyorlardı. Bilgisayardaki virüsün varlığı gibi düşündüm bunu sonra. Mektup Okuma Komisyonundan geçmek zorundaydı çünkü bu mektuplar. Tiksiniyorlar, ellerine almak istemiyorlardı ama mektup göndermek de benim hakkımdı. Ellerine alıp okumak zorunda kaldılar o mektupları.
Regl kanı kullanmana içerideki arkadaşların nasıl yaklaştı?
Arkadaşlarım bir süre sonra kendi regl kanlarını bana vermeye başladılar. Kolektif bir fikirdi bu zaten. Gençler kadar anneler de barışıktı bu durumla. Hem benim için hem de onlar için çok ilginç bir deneyimdi. Herkesin regl zamanını biliyordum artık. Dolapların altına kâğıt koyup regl kanları damlatıyor, kurutuyorduk. Bu iş beni kendi bedenime de daha çok yaklaştırdı. Regl olmak tiksinilecek, utanılacak bir şey-di çünkü hepimiz için. Yıllarca bu dayatıldı bize. Regl olduğumuzu gizlemek, o pedi gizlice cebimize koymak zorunda kaldık. Bu sorgulamalara da başladım, yani bu iş beni hayli eğitti. Sonra hep birlikte bu durumu sorgulamaya başladık ve bence bu çok güçlü bir eylemdi.
İçeride üretebilmen için annen ve kız kardeşinin sana nasıl yardımcı olduğunu sergideki eserlerin açıklamasında görüyoruz. Bize bu dayanışmadan bahsedebilir misin? Senin için neler yaptılar?
Bir gün arama esnasında bazı resimlerime el konuldu. Bu süreci annemle konuşurken aklımıza bir fikir geldi. Kirli çamaşır-temiz çamaşır alışverişi yapar gibi içeriye kumaş sokacaktık. Tabii giysi şeklinde. Etek ya da elbise. Ben de o kumaşı boyayacaktım. Sadece annem değil, ablam, yengelerim, komşularımız muazzam bir kadın dayanışması örgütlediler burada. Ablam gidip kumaş aldı, annem dikti, yengelerim ve komşularımız bu kumaşları işledi. Mesela bana boncuk göndermek için bir eteğin üzerine boncuk işlediler. Bir kumaşın üzerine tek tek boncuk dikmek çok uzun ve sıkıcı bir iş baktığınızda. Bu çok etkileyiciydi. Esasen tünel kazmak gibiydi. Karşı taraftan da birilerinin o tünelin diğer ucunu kazdığını hissettim. Her şey gözlerinin önünde olup biterken, hatta kendi elleriyle bu işe hizmet ederken gardiyanların bunun farkında olmaması çok ironikti.
Hiç fark etmediler mi?
Hiç fark etmediler ve defalarca yaptık bunu. Gardiyanların eline ben kirli çamaşırları (işlerimi) veriyordum, annem de temiz çamaşırları (kumaş ve diğer malzemeleri) veriyordu. Sistemin absürd, etiketsel, görev tanımıyla insanları kalıplaştıran yanını kullandık burada annemle.
Eserlerinde en çok göze çarpan şeylerden biri patriyarkanın da sınırlarını zorlaması, özellikle bir kadın olarak ne tür zorluklarla karşılaştın?
Zorluk diyemem ama yorucu olan bir şey var: Bir kadın olarak, erkeklerin ve özellikle de sanat camiasındaki “Bu iş benden sorulur,”, “Politik sanat mı? Orada dur bakalım,”, “Önce benim onayımdan geçeceksin,” diyen, kendilerini o alanın sahibi olarak gören erkeklerin tavırları. Erkek olsam bunun asla böyle olmayacağını da biliyorum. Onların olurunu almak zorundaymışsınız gibi davranıyorlar sürekli. Onlara iyi davranmalı ve onları kazanmalısınız ki sizinle ilgili iyi yorumlar yapsınlar. Ya da işte onların arkadaşı olmalısınız.
Senin aslında istesen de bu alanları yaratma imkânın olmadı değil mi, çünkü dışarıda değildin.
Evet, benim sürecim tüm bu dinamiklerden bağımsız ilerledi. Çünkü maalesef cezaevindeydim ve bir şekilde işlerim konuşulmaya başlandı. Özellikle Banksy’nin desteğiyle daha çok konuşulmaya başlayınca gözler daha çok çevrildi üzerime. Ama bu sefer de tahliye oldum ve onların olurunu yine almadan başka bir yere açılmış oldum. Bu tutumlarla karşılaşacağımı da iyi biliyordum. Yıllarca JİNHA’da çalıştım. Kadınlar bir şey başarmaya çalıştıklarında erkeklerin, üstelik erkeklik yaptıklarını da kabul etmeden, o işleri ve kadınları nasıl manipüle ettiklerini gördüm. Bu kadınlarla röportajlar yaptım zaten ben, buna dair dosyalar hazırladım. Ne ile karşı karşıya olduğumu çok iyi biliyordum yani. Üstelik dediğim gibi, bunun bir erkeklik marifeti olarak kabul edilmeyeceğini de biliyordum. JİNHA’daki deneyimim sayesinde, Kürt kadın mücadelesi sayesinde neyin ne olduğunu biliyorum ve bundan rahatsızlık duymuyorum; ama dediğim gibi yoruluyorum. Baktığında bu atmosferi yaratacak bir şey de yok elimde. Kürt’üm ama onlara göre iyi bir üniversiteden mezun olmadım, hali vakti yerinde değilim, ailesinin yönlendirdiği, öncesinde sanat eğitimi almış biri değilim. Bayağı dişimle tırnağımla kazıyarak geldim aslında, geldiğim bir yer varsa. Küçük yaşımda taş atmaktan yargılandım ve 6 ay hapis cezası aldım. Sonrasında birçok gözaltı süreci yaşadım. Son olarak da tutuklandım. Çocukluğum su satmakla, maydanoz satmakla, tatlı satmakla geçti. Yani aslında onların “cahil” olarak tanımlayabilecekleri bir yerden geliyorum. Bunu onların böyle gördüğünü biliyorum. Kendi harçlığımı kendim çıkaran bir çocuktum ben. Bak ilk resmimi ne zaman yaptığımı hatırlayıp hatırlamadığımı sormuştun, aklıma gelmemişti. Ayakkabı boyacılığı yapmıştım, o sayılır mı?
Kendini nasıl Tate’de buldun? Bu müzede bir yerleştirmenin yer alması nasıl bir histi?
İlginçti, çünkü dediğin gibi gerçekten kendimi Tate’de buldum. Tahliye olmuştum ve ilk işim için Tate Modern’den davet aldım. Yıllardır üzerinde çalıştığım bir işimi koymak istedim oraya. Yargılanmamın da nedeni olan bir devlet yıkımını taşımak istedim. Kendi belgelerimle oraya gidiyor olmak benim için çok önemliydi. Burada bence kritik bir eşik var. Ben evet Kürt’üm ama sokağa çıkma yasaklarında Nusaybin’de olmasaydım bu işi asla yapmazdım. Kürt olmak yeterli değil böyle bir işe kalkışıyorsanız. Fakat ben bir özne olarak kendi tanıklığımı, arkadaşlarımın, tanıdıklarımın tanıklıklarını ve onların hafızasını götürdüm oraya. Bunun Tate Modern’de olması da, bu yıkımı daha görünür kıldı. Bu çok iyi hissettirdi.
Zehra Doğan bundan sonra yoluna nasıl devam edecek?
Aslında ben de bilmiyorum. Plan yapıp, ona göre yaşamayı hiçbir zaman beceremedim. İleride kendimi şöyle görmek istiyorum, şu yaşımda şöyle bir yerde olacağım demiyorum hiçbir zaman. Şayet plan yapıyorsam ve o plan gerçekleşmiyorsa hayatı üzerine yıkılan biri de değilim. Sadece olduğum gibi kalmak istiyorum. O işe inanıyorsam, üzerine aylarca okumuşsam, çalışıp aylarımı, yıllarımı vermişsem bir işi yapmak istiyorum. Evet birilerini provoke etmek bir sanatçı için çok önemli; ama salt provoke maksatlı bir şeyler yapmak istemiyorum. Kendimi mücadele arkadaşlarımın, özellikle kadın arkadaşlarımın yanında görmek istiyorum. Köklerimi korumaya çalışıyorum. Bu bana en iyi gelen şey çünkü ve bu kadarı yeterli bana.
*Gazeteci ve ressam Zehra Doğan Nusaybin’deki sokağa çıkma yasağı sırasında çizdiği resimleri sosyal medyada paylaştığı ve 10 yaşındaki bir çocuğun notlarını haberleştirdiği için hakkında örgüt üyeliği suçlamasıyla dava açıldı. 9 Aralık 2016’daki ilk duruşmasında örgüt üyeliği suçlamasından beraat etti ve örgüt propagandası suçlamasından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Daha sonra “örgüt propagandası”ndan 33 ay hapis cezasına çarptırıldı, Haziran 2017’de tutuklanarak Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderildi. 24 Şubat 2019’da tahliye oldu. Mayıs 2019’da Tate Modern’de yer alan “Ê Li Dû Man” (Geride Kalanlar) yerleştirmesiyle uluslararası sanat camiasında da tanındı.