Bir süredir şikayet dönmedolabında dönüp duruyorum. Gözümün gördüğü her şey, yapılan her iş vasatlık batağına saplanmış, ülke adeta vasatlık çarklarının üstünde işliyor. Sanki birileri her iş alanını, herkesi vasatlık büyüsüyle lanetlemiş, biz de ufak tefek şeylerden büyüklerine sürekli sinir sahibi olarak gezmeye mahkum edilmişiz. Daha fenası elbette bu vasatlığı hepimizin besliyor oluşu. Kaç kereler kendimi bir anda aynı kumaştan bir bayağılıkta iş çıkarırken yakaladım…
Etraftaki aleladelik, kabalık Harry Potter’daki Ruh Emiciler gibi ağır ağır ruhumuzu eksiltiyor, inceltiyor ve karartıyor. Tepemizden çökerek, her yanımızdan kuşatıyor, türküleri kapatıyor, gözümüzün renk ayarıyla oynuyor, benzimiz soluyor, ruhumuz bitmek tükenmek bilmeden uğulduyor.
Şu son bir senedir okuduğum inşaat haberlerinde, kesilen ağaçlarda, yürüdüğüm hastane koridorlarında, girdiğim umumi tuvaletlerde, müşteri hizmetleri ve halkla ilişkiler bataklığında, kaldırım tuzaklarında, ‘usta’ işlerinde aklımda bitiveriyor Gülten Akın’ın İlk Yaz dizeleri:
Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türkü açtılar mı
Bakıp kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler
Bu dizeler içimde bir karmaşa yaratıyor; her şey bir anda netlik kazanırken, öbür yanda nahoşluk, yitmişlik ve neye olduğunu bilmediğim bir nostalji uyandırıyor. İnceliği nasıl tarif edeceğiz? Tellerimizi tıngırdatan bu zariflik ne ola ki?
İşte geçen gün bindiğim bir minibüs beni o dönmedolaptan indirdi. Minibüs yolculuğum hiç bitmesin istedim: Bir tane Harikalar Diyarı lütfen! İnceliğin, türkünün, özsaygının kucağında, fırından yeni çıkmış sıcacık, yumuşak ekmeğin ortasında buluverdim kendimi. Affedin, kötü telefon fotoğraflarıyla anlatmaya çalışacağım şimdi:
Minibüse bindiğim an bir ferahlık, sakinlik, tazelik sarmaladı beni. Para uzatırken bir baktım, minibüs takmış takıştırmış, her şey parlıyor. Sembol patlaması sonrası gözüm teker teker hepsini incelemek, güzel güzel bakmak, hakkını vermek istiyor.
Gazetelik, onun üstünde mendillik, muhtelif araba logoları, sedef kaplama vites ve örgülü süsü, manzara resimli saatli ahşap panel (ki arka tarafı güzergah belirtiyor), örgü süslü mini buket, otantik yunikorn boynuzu, muhtemelen Kuran’dan bir kelam, (o yeşil mini dünya tipli şey ne anlamadım)… Meraklı teyzeler gibi burnumu soktum her şeylere ama çaktırmak da istemedim, sinsi sinsi izledim her şeyi.
Mor gülen surat sticker’ı bonus.
Yukarıda solda ışıldayan müzik sistemi var ve elbette şahane türküler çalıyor ardı ardına. Yanında takvim, askı ve termometre (fotodan tam belli olmuyor), özenle kavis verilmiş cam süsleri, boy boy, tip tip kornalar, sedef kaplamalı ince direksiyon (kişisel favorim); kontrol panelinin ucunda özenle katlanmış temizlik bezi ve bordo güneşliklere de lütfen dikkat! Kendimi an an Star Trek sahnelerinde buldum.
Baktıkça bitmiyor, her yanda ayrı bir incelik… Bordo koltuk giysisi, ceket asma yeri ve onun da arkasında selpak mendil şeysi.
Son olarak, yazları bizi boğulmaktan kurtaran tavan penceresi. Bordo perdesi güneş gözlerinizi yormasın diye. Onunla uyumlu bordo boru giysisi de mevcut. Minibüsün yolcu kısmı ve arka cam tarafı da şahaneydi ama o noktada fazla dikkat çekmiş olduğumdan (ya da paranoya yaptığımdan, ya da heyecandan çarpan kalbimden) fotoğraf çekemedim.
Kendi alanına böyle sarılmış, sevmiş, gözünün içi gibi bakmış Abi’cim; kimsin, nesin, hangi diyardansın? Canımsın; A.R.O.! Umut verdin, huzur verdin, gönlüme gözüme nur indirdin. Arkadaşlarla minibüse oturmaya gelebilir miyiz?
(Hep eleştirecek değiliz ya, gözümüze göre verince takdir de edelim.)