“Bir Sarı Çiçek” referansını vermek ya da Cortazar’dan konuşmak neden kadın karakterlerin sıklıkla payına düşmedi?

SANAT

Camdaki Yansımana Bakmak, Hayat Üzerine İki Çift Söz Söyleyebilmek ya da Bir Şiir

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

Umut Tümay Arslan’ın bıraktığı yerden Cuma Fragmanları’na iki fragman da ben ekleyeceğim. Bazı filmlerin ve bazı kadın karakterlerin kurduğu olasılıklar evreni ve duygu belleğinin – bazen her şeyden daha çok – içimdeki kudret ve kırılganlığa konuştuğunu düşünürüm. Cuma Fragmanları, bunu yoğun olarak hissettiğim bir dönemde yayınlanmıştı. Filmler üzerine düşünmenin ve yazmanın da bu kudret ve kırılganlıkla kuvvetli bir teması mümkün kıldığını oldukça incelikli bir yerden hatırlatmıştı. Bu iki fragmanın da böylesi bir serinin parçası olmasından ve yeni yazarlarla fragmanların devam edecek olmasından dolayı çok mutluyum.

 

 

 

 

Peşine takıldığım bir soru var. İşe Yarar Bir Şey’i (Yön. Pelin Esmer, 2017) yeniden izledikten sonra aklıma düşen ve bu fragmanı yazma davetiyle zamansal olarak kesişen bir soru bu. Bazılarımız için filmle alakalı en öne çıkan, en mühim soru olmayabilir; ama bu da zaten filmle ilgili yazılabilecek onlarca fragmandan sadece biri. Soruyu birkaç farklı şekilde sormayı deniyorum: Hayat (ve ölüm) üzerine, kendi üzerine düşünmek, söz söyleyebilmek uzunca bir süredir (diyelim 1990’ların ortalarından beri) Türkiye sinemasında – imamından yazarına, savcısından dolandırıcısına – neden hep erkek karakterlerin uhdesinde oldu? Böylesi bir soyut düşünme ve söz söyleme imkânı, ya da kendi üzerine düşünme, kendi yansımasına yakından bakma ihtimali neden kadın karakterlere genelde nasip olmuyor? Film üzerinden daha spesifik referanslarla da sorular sorulabilir elbette: Hayat ve ölüm üzerine temsili kalmayan konuşmaların tarafı olmak; hayatı uzaktan seyretmekle işe yarar bir şey yapmayı denemek arasında olmaya dair bir tefekkürde dalgalanmak; film evrenini dört bir yandan saran düşüncenin ve yazının (üst) sesi bir şair olmak; “huzursuz” mu yazsa “tedirgin” mi yazsa bilememek; “Bir Sarı Çiçek” referansını vermek ya da Cortazar’dan konuşmak neden kadın karakterlerin sıklıkla payına düşmedi? Yani, Leyla (Başak Köklükaya) neden kaideye dair bu soruları akla getiren bir istisnadır? Sorular elbette ki retorik. Bu yüzden sanıyorum mühim olan, malûmun ilâmı olma riskini taşıyan cevaplar değil. Kendini perdede “dünyanın düzeni”, “eşyanın tabiatı”, “mümkün” ya da “makbul” olarak tekrar tekrar kuran bir rol dağılımı karşısında,[1] Leyla’nın istisnailiğinin mümkün olanın sınırlarını esnetme kabiliyeti…

 

 

 

 

Bu kabiliyet en çok da Leyla’nın üst/iç sesiyle besleniyor gibi. Leyla’nın kafasındaki düşünceler, kurduğu hikâyeler, akmaya çalışan satırları, seçtiği kelimeler ve şiiri ses perdesinden bütün filmi başından sonuna sarıyor. Alışıla geldiği gibi büyük resmi açığa çıkarmaya, olaylara dair net bir bilgi vermeye, ya da karakterini bir kanıda sabitlemeye hizmet ederek değil. Tersine, İşe Yarar Bir Şey’de üst/iç ses kendini dayatmaktan sürekli kaçan bir hareket, bir seyahat aracına dönüşüyor adeta. Hem Leyla’nın dünyasına, düşüncesine, yansımalarına doğru hem de onunla birlikte “başka evlerin pencerelerinden” içeri doğru küçük, parçalı, üst üste binen ve asla tam olarak içeri giremediğimiz yolculuklara… Üst/iç sesle hayat üzerine, ölüm üzerine, kendi üzerine camdaki yansımalarını duyuyoruz Leyla’nın. Gözün gördüğünden ibaret olmayanı ısrarla hatırlatıyor.  Kendimizden sarsılmaz bir eminlikle ilerlememizin pek de mümkün olmadığı başka bir düzleme bizi hep taşıyor, açıyor. Bu anlamda, bir şiir gibi işlediği de söylenebilir. Şiirin, söylediğinin gizini doğrudan vermemesi, ancak onun yansımalarını soyut bir düzlemde yanyana getirmesi gibi… Sabit bir bilgiye, bir kanıya değil, bir hisse açılması gibi… Tül perdelerin arasından Leyla’nın son bir kez yüzünü kameraya dönüşündeki gibi… Leyla’yla birlikte hayata, ölüme, camdaki yansımalarına dair bir hisse, bir bakışa, bir soruya, bir şüpheye açılıyor ve kadrajdan herkes çıktığında bile orada asılı kalmaya devam ediyoruz.

 

 

 

 

[1] Şu spekülasyonu yapmaktan geri duramıyorum: Söz konusu rol dağılımını devam ettiren bir film olsaydı bu, yemekli vagonda gece boyu arka masada oturan adam, “arka masada oturan adam” olarak kalmak yerine muhtemelen ana karakter olarak karşımıza çıkardı.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YBergen’in Sesi, İmgenin Boşluğu*
Bergen’in Sesi, İmgenin Boşluğu*

Bergen-olmayan ses tam da o olmadığını bile isteye sahiplenerek -ve görsel olanın tersine- bir benzemeyişe açılarak çerçevenin dışına, imgenin boşluğuna işaret eder.

SANAT

YAşk, Ses vs.
Aşk, Ses vs.

Bu sesleri, içinden çıktığı dönemin ses perdesinde derin izler bırakan, delikler açan bir karşıt-ses, bir karşıt-bellek gibi duyduğumdan önemsiyorum.

Bir de bunlar var

Beyaz Atlı Prens / Yelkenkanat Prenses
Hildegard Wegner’in Kuklaları
Tepebaşı Bahçesi’nde Elmas Yağmuru

Pin It on Pinterest