“Kadın bedeni, devlet ve erkekler tarafından temellük edildiği ve emeğin yeniden üretimi ile birikimin bir aracı olarak işlev görmeye zorlandığı oranda, kadınların sömürülmelerinin ve direnişlerinin esas zeminidir” Silvia Federici, Caliban ve Cadı
Akademisyen ve araştırmacı Silvia Federici’nin Caliban ve Cadı: Kadın, Beden ve İlksel Birikim başlıklı kitabı kadın tarihinin yanlış bilinen ve belki de en trajik olaylarından hem tarihe hem günümüze ışık tutuyor: cadı avları.
Çoğumuz feodal Orta Çağ batıl inançlarının ateşlediği akıl dışı olaylar olarak biliyoruz cadı avlarını. Ancak 16. yüzyılın sonunda Avrupa’da başlayan ve 17. yüzyılda şiddetlenen, yüz binlerce kadının öldürüldüğü, Federici’nin Akıl Çağı Avrupası’nda bir soykırım olduğunu söylediği büyük cadı avı toplumsal ve ekonomik bir dönüşüm sürecinin işlevsel bir parçası.
Öncelikle, cadı kimdi? Cadı kapitalist düzene geçiş sürecinde piyasanın ihtiyacı olan üretim ve tüketim biçimlerini tehdit edendi. Öldürülen kadınlar heretik ya da şifacıydı, itaatsiz eş ya da yalnız yaşayan kadındı, efendisinin yemeğine zehir katan ya da kölelerin isyan etmesine ilham veren kadındı, doğum kontrol kullanan ya da üreme amacı gütmeden cinsel ilişkiye giren kadındı. Hatta “doğum esnasında yeterince çaba göstermeyen” ya da “evlatlarını sevinçle karşılamayan” kadındı.
Cadılıkla suçlanma sebebi olan ve insan kötülüğünün sınırlarını zorlayan çeşitli işkence ve ölüm cezaları ile sonuçlanan suçların bazıları itaatsizlik, eşine direnmek, yalnız gezmek, kadın kadına yaşamak, doğurmamak, hamileliği otoritelere bildirmemek, dilenmek, huzur bozmak gibi davranışlardı. Bunlarla suçlanan kadınlar kazıklara bağlandılar, canlı canlı yakıldılar, kafeslerde nehirlere daldırılıp çıkarıldılar, tacize ve tecavüze uğradılar. Şirret olmakla suçlanan kadınlar köpeklerinkilere benzer ağızlıklarla sokaklarda gezdirildi. Bunlar halka açık yapıldı, hatta suçlananın çocuğuna, özellikle kız çocuğu varsa ona zorla izletildi.
Bu noktaya çok karmaşık bir dönüşüm süreci içinde gelindi. Federici dönemin eğilimini anlatmak için Shakespeare’in Fırtına oyununa gönderme yapıyor. Fırtına’da bir cadının oğlu olan Caliban karakteri barbar, aptal, tecavüz ve şiddet eğilimli bir canavar. Bu, Federici için entelektüellerin kapitalizm mantığına karşı direniş alanı ve aracı olan proleterya bedenine bakış açısını aktarıyor. Fırtına, Caliban ile proleter karakterler Trinculo ve Stephano’nun örgütlediği bir komplo ile ilgili. Ezilenler arasındaki iş birliğinden duyulan bu korku dönemin ruhunu yansıtıyor. Prospero oyun sonunda Caliban kendisinden özür dilediğinde “Karanlıklardan çıkma bu mahluk bana ait” diyor.
İşte cadı tohumu Caliban’ı, karanlıklardan çıkma mahlukları mahluk yapan aslında bedenlere nüfuz eden ekonomik, politik, yönetimsel ve toplumsal süreçlerin birlikte işlediği karmaşık iktidar mekanizmaları. Ulus devletlerin askeri güç, piyasanın ise işçi gücü olarak nüfusa verdiği önem, kapitalist ekonomik düzene geçerken ortaya çıktı. Kadınların temel görevi artık yalnızca çocuk doğurmak ve özel alanın bakıcılığını yapmak olmalıydı. Bu yüzden kendi bedenlerinin iktidar mekanizmaları tarafından dönüştürülmesine izin vermeyen kadınlar, yani cadılar yok edilmeliydi.
Batı Avrupa’da 1580’lerden itibaren nüfus azalmaya başladı, özellikle 1620’lerde ve 30’larda büyük bir demografik ve ekonomik kriz yaşandı. Bu dönemde Avrupa’da ve sömürgelerinde pazarlar küçülüyor, ticaret yavaşlıyor, işsizlik yaygınlaşıyordu; yeni kapitalist ekonomi çökme noktasına gelmişti. Bu kriz kadınlar üzerinde onların doğum kontrolünde özerkliğinin elinden alınması, işgücünün yeniden üreticisi olarak ailedeki konumu üzerinden baskılanması, annelik rolü ile sınırlandırılması, özel alana yani eve kapatılması, emeğinin değersizleştirilmesi biçimlerinde baskılar kurdu. Yoksulluk artıyor, yetersiz beslenme sonucunda çocuklar ölüyor, bunların hesabı bile cadılardan soruluyordu. Nüfus artırma politikaları aslında kadınlar için ölüm politikalarıydı.
Kadınların ev dışında çalışmamaları, eşlerine yardımcı olmak dışında üretimle ilgilenmemeleri gerekiyordu. Ev içinde yapılan işler ise piyasa için değersiz görüldü. Yani artık doğum yapmak ekonomikti ama temizlik yapmak kadının doğasıydı. İşçi kadınlar düşük statülü işlerle sınırlandırıldı, geçimlerini sağlamayan ücretler aldı, hatta emeklerinin karşılığı olan maaşları eşlerine verildi. Bazı loncalar kadınların çalışmasını yasakladı. Kadın emeği itibarsızlaştırıldı, kadın itibarsızlaştırıldı. Kadınlar bu dönemde hukuki olarak çocuk statüsündeydi.
Yaşına ve durumuna bakmaksızın her bireyden azami iş çıkarmayı amaçlayan kapitalist politikanın yansıması olarak 16. ve 17. yüzyılda Fransa ve İngiltere’de aileyi güçlendirme politikaları ortaya çıktı. Ancak kapitalist yeniden üretimin bir kurumuydu sistemin tanıdığı aile. Birbirini seven iki kişinin bir araya gelmesi değildi evlilik, vatandaşlık göreviydi. Heteroseksüel, natrans (ve Amerika’da beyaz) erkek olmayan herkes bu nüfus ve yeniden üretim odaklı bakış açısında ikincil konuma düştü.
Roma Katolik Kilisesi’nin metafizik ve ideolojik temellerini attığı, entelektüellerin normalize ettiği, seküler mahkemelerin yürüttüğü çok boyutlu bir süreç oldu cadı avı. Jüriler, yargıçlar, avukatlar, devlet çalışanları, otorite sahibi yetkililer, demonologlar, rahipler, kilisenin görevlendirdiği kişiler, sanatçılar, düşünürler ve gazeteler iş birliğiyle cadı avını standartlaştırdı, doğruladı ve sistemleştirerek bürokratik bir şekilde ilerletti. Kadının bedeninin, emeğinin, cinselliğinin, yeniden üretim yetilerinin ekonomik kaynaklara dönüştüğü bu yeni ataerkil düzen yakılan cadıların küllerinden doğdu.
Politik, dini ve entelektüel söylem kadın düşmanlığını körükledi (Shakespeare’in Hırçın Kız’ını düşünün) ve kadınları şeytanlaştırdı. Doğayı seven, kadın kadına yaşayan, cinselliğin amacının yalnızca üremek olduğunu reddeden, tek tanrılı dinler öncesindeki geleneklerini sürdüren kadınlar söylemde ve toplumun inancında birden şeytana tapan tuhaf yaratıklara dönüştü. Bu söylemlerin kadınları ötekileştirme yöntemi bile kilisenin onları eril bir şeytanın kölesi olarak temsil etmesiydi. Asilikleri, itaatsizlikleri bile kendi yaşamlarını istedikleri gibi yaşamaları değil, eril olan mitolojik bir erkeğe tapınmaları olarak görüldü.
Ekonominin liberal doğasının hükmü için gerçek doğanın hükmünün sonlanması gerekiyordu. Kapitalist üretim biçiminin koşullarının doğanın apaçık yasaları olarak kabullenilmesi için, doğanın apaçık yasalarının çiğnenmesi gerekliydi. Doğayı kutlayan, ona saygı duyan ise cadılardı. Doğal unsurlarla kurulan ilişki, sömürülemeyen bir güçtü, öngörülemezdi. Bu yüzden dünyanın büyüsü bozulmalıydı. İtaatsizlik, doğurmama gibi cadılıklar dışındaki büyü inancından çıkan cadılıklar güçsüzlerin topluluklarından dışlandığı, toplumsal bağların çözüldüğü bir dönemde toplumsal ve cinsel baskıya bir cevaptı. Büyü ve tek tanrılı dinler öncesinden gelen doğa odaklı gelenekler güçsüz kesimlerin direnişiydi. Cadı avları Amerika Kıtası’na sıçradığında siyahi köle kadınların sesiydi.
18. yüzyılda büyük cadı avı bittiğinde bunun batıl Orta Çağ inançlarının trajik bir ürünü olduğu söylendi. Ancak kadınların, cadıların öldürülmesi yüzyıllarca sürecekti. 1871’de Paris burjuvazisi kadın komüncüleri cadılıkla suçladı, gazetelerde ihbar edilen yüzlerce kadın idam edildi. 1840’larda Batı Hindistan’da cadılar yakıldı. 1980’ler, 90’larda Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası’nın yürüttüğü yapısal dönüşüm politikalarının etkisindeki Kenya, Nijerya ve Kamerun’da cadı avı dalgaları yaşandı. Güney Amerika ve Afrika’nın bazı bölgelerinde, Hindistan’ın kırsal kesimlerinde cadı avları hâlâ sürüyor.
16. yüzyıl Avrupa’sında yapsak cadılıkla suçlanacağımız herhangi bir özgürlüğümüzü kullandığımızda hâlâ damgalamalarla, ayıplamalarla, bedensel ihlallerle karşılaşmıyor muyuz? O zaman bugün cadılar biz değil miyiz? Herhangi bir açıdan norm dışıysak, itaatsizsek, bazılarının ahlakına uymuyorsak, yalnız yaşıyorsak, doğayı korumaya çalışıyorsak, birbirimizi destekliyorsak, suçluya suçlu diyerek huzur bozuyorsak bu tarihsel süreci unutmayalım. Ve tabi Silvia Federici’nin Caliban ve Cadı’sını okuyalım sevgili 5Harfliler. Büyü olsun olmasın, kendi yaşamının yalnızca kendisinin olduğunu bilen kadınlar, biz her zaman cadı tohumları olacağız.
Ana görsel: Michael Herr, Walpurgisnacht on Mount Brocken, 1650, Germanisches Nationalmuseum, Nuremberg