İçinde yaşayanların değil sermayenin oyun alanı olan kent öyle tekinsiz bir yere dönüşüyor ki… Bu hissimin önünü ardını açacağım ama kendi yüreğimde ve zihnimde tüm argümanların birleşimi bu düşünce-his olduğu için önce bunu söylemek istedim. Bu yazı, İstanbul’da yaşamış çoğu kişinin hayatına bir biçimde dokunmuş Unkapanı İMÇ’yi anma yazısı olarak düşünülebilir. Eğer geçmişe bakıyorsak. Eğer geleceğe bakıyorsak da bu yazı muhtemelen kısa zamanda bu haliyle kalmayacak Unkapanı’nı tedirgin bir kucaklayıştır.
Bu yazıyı Kasım 2022’de yazmaya başlıyorum. Geçtiğimiz ay fotoğrafçı arkadaşım Alp ile Bienal’in Zeyrek ve Cibalikapı’daki sergilerini gezmişiz. [Bu ayrı bir yazının konusu olacak ama şu kadarını söyleyeyim: Sermaye artık mahalleleri gözüne kestirmiş durumda ve çok renkli bir pelerini var, adı sanat ve biz ona alkış tutarken muhtemelen Dolapdere’de başladığı gibi diğer merkezi ama ele geçirilmemiş muhitleri de tatlı tatlı dönüştürüyor olacak. Böylece birkaç on yıla, sergilere ev sahipliği yapan “yeni keşfedilmiş” bu semtler içindeki evlerin kiraları yükselmiş, sakinleri uzaklara taşınmak zorunda kalmış instagram muhitlerimiz olacak.] Bu gezi içimde inceden yükselen bir eyvah hissi uyandırmıştı, eyvah geliyorlar. Bu hisle önceki kış gezdiğimiz Unkapanı tekrardan aklıma düştü, çektiğim fotoğrafları açıp baktım, o günü andım.
Şimdi o günkü gezimizle başlıyoruz: Unkapanı İMÇ.
Unkapanı’nı, yani İMÇ’yi, yani İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nı 90’lı yıllara denk gelen çocukluğumun filmlerinden, genç şarkıcılara kaset yapan müzik yapımcılarının vahası olarak biliyorum. Epey bir süre de aklımdaki bu imajı değişmedi. Yıllarca otobüsle önünden geçerken cazibesiz büyük bir kütle olarak algıladım onu. Genç yetişkinlik yıllarımda bir gün annemle oraya gidip koltuklarımıza çok güzel bir döşeme kumaşı seçmiştik, böylece İMÇ dünyasında tekstilin olduğunu da öğrenmiş oldum. O gidişimde de sıradan, hatta köhnemiş, biraz da erkek dünyası bir yer gibi buldum çarşıyı. Sonra 2021 kışında mimari fotoğrafçı arkadaşım Alp’le İMÇ’yi ziyaret etmeye karar verdik.
Ziyaretten önce İMÇ’yi temsilen bir heykelin yapıldığını, bu heykelin bloklardan birinin ön cephesine yerleştirildiğini ve heykeltıraş Kuzgun Acar’ın eseri olduğunu okumuştum. Bir de Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun orada büyük bir mozaik panosu olduğunu. Arkadaşım Alp’in çarşının mimarisine ilgisi sayesinde ben de çokça önünden geçtiğim ancak içine sayılı girdiğim bu yere farklı bir gözle bakma imkânı yakaladım.
Ziyaretimizi sabahın erken saatlerinde başlatıyoruz. 9’dan geç 10’dan erken bir vakitte İMÇ’ye varmış olmalıyız. Ortadaki blokların sokak ile hemzemin girişlerinden içeri giriveriyoruz. İlk bakışta pek fazla açık dükkân yok. Henüz açılmamış dükkânların vitrinlerinden modayı yakalayamamış, hüzünlü cansız mankenler bakıyor.
Bazı dükkânların aralık storlarından duvarlarında şarkıcı posterleri ve bürosit takımlarıyla zamanı 90’larda dondurup kalmış yazıhaneler görünüyor.
Üstelik sabahın erken saatlerinde etrafa göz attığımda ortada pek fazla müzik dükkânının da kalmadığını düşünüyorum. Hâlâ açık kalanlarsa eski yılların albüm posterlerini biraz da acıklı bir şekilde taşıyor. Bir zamanların gözde mekânının zamanı yakalayamamış olması bana buruk geliyor.
Ne var ki sabah saatlerinin ilerlemesiyle çarşı hareketlenmeye başlıyor ve mekâna dair havadaki, eski bir tanıdığınızı aniden çok yaşlanmış bulmaya benzettiğim his dağılıyor. Dükkân sahipleri geliyor, çaylar katların arasında geçip gidiyor, kepenkler açılıyor, çarşıda, birkaç acıklı değil, dolu dolu, kendinden memnun müzik dükkânı ve hatta bir oyun dükkânı olduğunu fark ediyorum.
İMÇ’nin içinde dolaştıkça, hem mekâna hem de mekânın içinden dışarıya farklı açılardan baktıkça buranın mimarisinin anlamını hissetmekle karışık idrak ediyorum. Burası bloklar halinde tasarlanmış, birkaç katı olan bir yapı ama aynı zamanda çok “açık” bir mekân. Mekânın içindeyken dışarıya karşı çok açık hissediyorum, dışarısı da içeriye çok rahat girebiliyor. Gökyüzü yakın, katlar boğuculuktan uzak bir şekilde birbirinin üzerinde yükseliyor. Ama zaten mekân dikeyden çok yatay şekilde büyüyor. İçindeyken, şimdi, insanın önünde heyula gibi yükselen yekpare bir alışveriş merkezinin yarattığı izlenimden çok farklı bir izlenim ediniyorum; içinde yürürken veya dururken kendimi devasa bir kütle içinde küçülmüş hissetmiyorum, insana göre ölçülerde tasarlanmış bir yapının içindeki merkezi bir birimim ben de.
Ortadaki avlunun verdiği açıklık ve ferahlık blokların içerisine doğru girdikçe azalarak devam ediyor. Bağlantı noktalarından bir bloktan diğerine geçtikçe her bir yenisinde karşımıza farklı bir evren çıkıyor. Önce tekstille, sonra sanayi tipi ütü makineleriyle dolu başka türlü, başka cins dükkânlar görüyoruz. Saat öğleni bulunca çarşı tam kapasitesine ulaşıyor, buralar meğer tıkır tıkır işliyormuş diye düşünüyorum. Blokların arka tarafı eski ve metruk kalmış, ahşap binaların olduğu nesli tükenen bir çarşı-mahalleye bakıyor: Hacı Kadın mahallesi. Blokların ön cephede sokakla ve arka cephede mahalleyle iletişimi çok akışkan, hemzemin düzlemlerle kendinizi dışarıda ve içeride buluveriyorsunuz.
Ön cephede Bedri Rahmi’nin mozaik panosuyla (bkz. ana görsel) uzun uzun vakit geçirirken mozaik panoda İstanbul’un izlerine bakıyoruz. Kiliseler, minareler, belki bir kayıkta rahibeler, balıklar… Bedri Rahmi’nin panoyu yaptığı yıllardan bu yana şehrin ipuçları, simgeleri değişti mi acaba?
Nedim Günsur, “Atlar.”
Panoyla içli dışlı olurken çarşıdan çıkan biri yanımıza gelip her blokta başka bir mozaik ya da heykel olduğunu söylüyor, biz de onların peşine düşüyoruz. Bunların içinde benim için sürpriz olan pek çok eser var: Eren Eyüboğlu’nun mozaik panosu, Yavuz Görey’in beyaz mermer çeşmesi, Nedim Günsur’un atları. Çarşıdaki eserlerden sadece Kuzgun Acar’ın çarşının sembolü olan heykelini okuyup gelmişim; binanın önünden otobüsle geçerken defalarca görmeden geçip gittiğim bu heykelle o gün gerçek bir karşılaşma yaşıyoruz.
Yavuz Görey, “Beyaz Mermer Çeşme.”
Kuzgun Acar, “Kuşlar.”
Birkaç saatin ardından İMÇ’den ayrıldığımızda, bunca yıl yanından cazibesiz bularak geçip gittiğim bu yapının içine girince cazipleşen dünyasıyla karşılaşmamın hayretini taşıyorum. Hafif de bir tedirginlik var içimde: Yaşadığımız şehirde çoğu yerin zamanın tabii akışı içinde gerçekleşecek insan ölçeğindeki yavaş dönüşümü iktidarın, sanatsevmez rezidansçı sermayenin ve sanatsever bankacı sermayenin müdahaleleriyle kesintiye uğruyor ve bizler bize dayatılmış yeni bir kent-girdisiyle yaşamak durumunda kalıyoruz. Herkesin zihninde bir şeyler canlanmıştır ama Tarlabaşı’nın etrafındaki tüm yerleşik kültürü ve canlılığı püskürten 360 adında hijyenik ve boş bir rezidans-muhitine dönüşmesini; Sulukule’nin geçimini merkez muhitlerdeki ekonomilere bağlı sağlayan yerlilerinin çeperlere kovulmasının ardından bir hayalet muhite dönüşmesini [aktörler: İBB, Fatih Belediyesi, TOKİ, Özkar İnşaat); şık bir bistro açacak sermayesi olmayan küçük esnafın Karaköy’den itelenmesini konuşmaya fırsat kalmadan Galataport’un koskoca semti “satın alıp” Karaköy ve Tophane sahilini halka önce dolaylı, sonra dolaysız şekilde kapatarak burayı bir oteller muhitine dönüştürme sürecini başlatmasını [aktörler: Doğuş ve Bilgili Holding, Tabanlıoğlu Mimarlık], üstelik bunun mahkemelerin onay vermediği mimari planın, kamu yararı gibi yerine getirilmeyen süslü vaatlerin kılıfına sokulup geri itelenerek yapılmasını anmadan geçemiyorum. Belki başka bir yazının konusu olabilecek, çetrefilli ve üzerinde düşünmeye değer bir diğer örnek ise, Koç Holding’in sanat aşkını doyurmak için İstanbul’da dar gelirlilerin merkezde yaşayabildiği son yerlerden olan Dolapdere’yi seçmesi [Arter Galeri]. Böyle bir yapının (elbette bu sürecin Bilgi Üniversitesi gibi bölgedeki öncüleri de tartışılabilir) en basitinden bölge sakinlerinin gitmekte ekonomik olarak zorlanacağı pek çok ardıl kafe, restoran, merkezi çağıracağını, bunun da orta vadede konut kiralarını yükselteceğini, böylece bir yerinden edilme süreciyle sonuçlanacağını tahmin etmek zor değil.
Bütün bunları akla getirince İMÇ’nin bir sonraki Bienal’e ev sahipliği yaparak demografik dengeleri çalkalamaması için bir sebep göremiyorum. Daha az esnafa karşılık daha çok üçüncü nesil kahvecinin ve daha az çeşitliliğe karşılık tekdüze bir şıklığın hakim olduğu bir manzara çıkabilir ortaya.
Süleymaniye’nin siluetini çarşı içinden gösteren İMÇ plan fotoğrafı. Kaynak.
Oturup biraz araştırma yaptığımda öğreniyorum ki, çarşı evvelden semtte dağınık vaziyette işleyen esnafın kurduğu bir kooperatifin talebiyle tasarlanmış. İMÇ için önce bir plan yarışması, sonra da 1960’larda mimari bir yarışma düzenlenmiş. Plan yarışmasında ilk üçe giren ve Doğan Tekeli, Metin Hepgüler ve Sami Sisa’dan oluşan genç mimar ekibi, dönemin ünlü mimarlarının katıldığı bu ikinci yarışmaya girmeye hak kazanmış ve yarışmayı da kazanmış. Yapının hayata geçmesi için, işveren olan kooperatifle mimarların bütçe konusunda zorlu pazarlıklar yapması, 1960 darbesiyle uzun bir bürokratik izin sürecinden geçilmesi gerekmiş. İMÇ yapıldığında İstanbul’un ilk AVM’si olarak sunulmuş! Mimari yaklaşımda “hasır yapı” denilen bir üslup benimsenmiş ve yapının yatay bir biçimde şehrin içerisine yayılıp çevredeki tarihi dokuyla bütünleşmesine, bir de İMÇ’nin Süleymaniye Camii’nin yapının içerisinden de merkezi şekilde görülecek şekilde tasarlanmasına uğraşılmış. Bunu okuduğumda İMÇ’yi gezerken içimde uyanan, dışarı ile içerisinin geçirgenliği hissi yeniden anlam kazandı. Mimar ekibi çarşıda pek çok sanat eserinin sergilenmesini istemiş ve açılan bir yarışma sonucu Kuzgun Acar, Ali Teoman Germaner, Yavuz Görey, Füreya Koral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Nedim Günsur’un eserleri İMÇ’nin çeşitli noktalarına yerleştirilerek mekânla bütünleşmiş. İBB’nin 2000’lerde çeşitli muhitlere musallat olan projelerinden bir tanesinin de İMÇ’yi vurduğunu, tarihsel ve kültürel değeri ortada olan bu yapının yıkılarak yerine “Prestij Konutları” isimli özel bir sitenin (Osmanlı stili ahşap villa olarak tarif ediliyor) yapılmasının planlandığını okuyorum. Sonradan bu proje bertaraf edilmiş olmalı.
Bugün, kentte bağ kurduğumuz, hem tarihi, hem kültürel anlamı olan, bazen de temel ihtiyaçları karşılayan çoğu yeri kaybediyoruz. Maalesef zamanımızın politik gerçekliği buna evrildi ve yaşamımızdaki izdüşümlerinden biri de bu kayıplar oldu. Kaybediyoruz, çoğu kez kayıplarımızın yasını bile tutamıyor, yerlerine onarıcı bir şeyler koyamıyoruz. Hareket alanımız daralsa da bu görünen/görünmeyen/doğrudan/dolaylı/şık vitrinler ardında ya da vasat görünebilen bu yıkımlara karşı her zaman bir araya gelebilir ve direnebiliriz. Sokağa çıkarak, kayıt tutarak, yazarak, çizerek, anlatarak.
* Serinin adı “Büyük Yuva” Jale Erzen’in hitabından ilhamla konulmuştur.
Ana görsel: Bloğun önünde Ali Teoman Germaner’in doğal taştan yapılma “Soyut Kompozisyon”u, arkasında kablolar, altında bir tabela ve çarşı sakini ile. Tüm fotoğraflar yazara ait.
Kaynaklar:
https://www.arkitera.com/haber/dogan-tekeli-imcnin-hikayesini-anlatiyor/
https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/modern-mimarinin-simgesi-unkapani-imc-yi-ne-yapmali-9411352
http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=410&RecID=4225