Acı dolu bir kadınlık deneyiminden kaçmak için mi bir “çift cinsiyet” sığınağı yaratmıştı Woolf, yoksa kadınlık-erkeklik bölgelerini keskin bir bıçakla ayıran bir büyük bölünmenin acısından mı kaçıyordu?

SANAT

Burukluk ve Kahkaha

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’nın ortalarına doğru Charlotte Brontë’nin “burukluğu”ndan söz ettiği bir bölüm var. Jane Eyre’de öyküsünü anlatırken sanki birden kendi eve kapatılmışlığını hatırlamış, dünyayı özgürce gezmek varken bir papaz evinde çorap yamamaya zorlandığını aklına getirmiş, romanın orta yerinde tümüyle dikkatine muhtaç öyküsünü bir kenara bırakıp bir hak mücadelesine girişmiştir Brontë. Romanın ortasında beliren bu yersiz aranın, hikâyenin tam genişleyecekken aniden büzüşmesinin, yazarın kişileri üzerine yazacak yerde kendisi üzerine yazıyor olmasının “yazar dürüstlüğü” denilen şeyi zedelediğini söyler Woolf. Öyküsü yolundan sapmış, büyük yazı yeteneğine rağmen tökezleyip düşmüştür Jane Eyre’in yazarı. [i]

 

Bir başkası aynı yerde bir tökezleme değil, yazarın kişisel tarihinin (Brontë’nin o kaçamadığı spinster[ii] yazgısının)    öyküde bıraktığı yara izini görebilirdi. Woolf’un bunu hiç görmediği söylenemez. Yirminci yüzyılın başında hâlâ etkisini sürdüren “kadınlar yetersizdir”in yerine “kadınlar engellenmiştir”i geçirir Kendine Ait Bir Oda. Ama aynı zamanda engellenmişliğin yazarın zihninde bıraktığı izleri, kadınların bambaşka öyküler anlatabilecekken nasıl yorgun düşürüldüğünü, cümlelerinin genişleyebilecekken nasıl daralmaya zorlandığını, öykülerinin nasıl yolundan saptırıldığını da konuşmak istiyordur Woolf. Büyük kitapların hepsinde bir örselenmişlik vardır, diyordur, ama bağımsız bir zihinden söz edebilmemiz için engellenmişliğin yazıda bıraktığı yara izlerini de görmemiz gerekir. Roman yazan binlerce kadından en çok Jane Austen, diye devam eder Woolf,  oturma odasında çakılıp kalmasına rağmen – otobüsle Londra’yı gezemez, tekbaşına bir geziye çıkamaz, bir lokantada yemek yiyemezdi, -belki çalışma koşullarıyla yeteneği birbirini kusursuz biçimde tamamladığı için, burukluğun öyküsünü tepetaklak etmesine izin vermemiştir. Dışarıdan gelen seslere, ona belli sınırlar içinde kalmasını söyleyenlerin cesaret kırıcı öğütlerine “yumuşakbaşlılık ya da öfkeyle” karşılık vermek yerine gülüp geçmiş, kendi cümlesini oluşturmuş, sonuna kadar da o cümleye sadık kalmıştır. Ondokuzuncu yüzyılda bir kadının “uzlaşma ya da direnme yoluyla” dile getirilen içeriklerin cümlelerine sızmasına izin vermemesi, korku ya da burukluk duymadan öyküsüne sımsıkı sarılabilmiş olması – Woolf’a göre esas mucize budur. Kendine Ait Bir Oda’nın o fazlasıyla vurgulanmış fikirleri (“kendine ait bir oda”, “yıllık 500 pound gelir”) Woolf’un “Kadınlar ve Kurmaca”nın “ikincil” konuları olarak nitelendirdiği bu konular, yazarın burukluk ve kırgınlığı geride bırakmasının maddi  koşulları olarak ortaya çıkar.

 

Kendine Ait Bir Oda’nın sonlarına doğru bu kez hayali bir çağdaşından, bir Mary Carmichael’dan söz ettiği bölümde burukluk konusuna bir kez daha döner Woolf. Bu çağdaş yazarda belki Jane Austen, Charlotte Brontë ya da Emily Brontë’nin parlak zekâsı, coşkun şiirselliği ya da ateşli imgelemi yoktur, belki kitapları “on yıla kadar yayıncılar tarafından yeniden kağıt hamuruna dönüştürülecek”tir, ama “çok geniş, istekli ve bağımsız bir duyarlılığı vardır.” Arkasında geniş bir soyun desteği olmadan yazmasına, “zaman, para ve rahatlık gibi şeylerden yoksun, adı sanı duyulmamış bir kız” olmasına rağmen, zamanını düşmana çatmakla geçirmek yerine “henüz boy atmış bir bitki gibi karşısına çıkan her bir görüntüyle, her bir sesle” beslenebiliyor, hiç bilinmeyen şeylere uzanıyor, küçücük şeylere rastlıyor, onların hiç de küçük şeyler olmadığını gösterebiliyordur. “Onu yazma, şunu yaz”a aldırmadan bir kadının bir kadından hoşlandığını anlatabilen (“Chloe, Olivia’dan hoşlanıyordu”), makasını çıkarıp erkek yazarların kadınlara giydirdikleri hazır giysileri gerçek kadınların girinti ve çıkıntılarına oturtabilmek için kesip biçen, önüne çıkartılan engelleri “bir kuş gibi aşan” bir Mary Carmichael. Kendine Ait Bir Oda’nın o çok tartışılmış cümleleri de burada karşımıza çıkar: “Bir kadın olarak, ama kadın olduğunu unutmuş bir kadın gibi yazıyordu ve bunun sonucunda sayfaları, cinsellik ancak kendinin bilincinde olmadığı zaman ortaya çıkan garip bir cinsel kimlikle dolup taşıyordu.” Woolf’un Mary Carmichael’ın kulağına eğilip “karşı cinsin boş gururuna burukluk duymadan gülebilmeyi öğrenmelisin” diye fısıldadığı yer de birkaç paragraf öncesi.

 

Bu cümleleri, Kendine Ait Bir Oda’nın feminizm içinde belki de en çok tartışılmış bölümü izler. “Zihnin çifte cinsiyeti” ya da “androjini”: “Cinsiyetini düşünmek yazı yazan herkes için öldürücü olacak”, diye düşündüm. Katışıksız ve basit bir biçimde kadın ve erkek olmak öldürücüdür; kişi erkeksi-kadın ya da kadınsı-erkek olmalıdır. Bir kadın için herhangi bir üzüntüye parmak basmak, haklı da olsa bilinciyle herhangi bir biçimde konuşmak öldürücüdür. Ve öldürücü sözcüğü bir eğretileme değildir […] Bunun yerine, bir gülün yapraklarını koparmalı ya da kuğuların usulca nehirden aşağıya süzülüşlerini izlemelidir.” Aklının “yalnızca eril yanıyla” yazan erkeklerin “ceviz kadar sert bir I (‘ben’) harfiyle dolu” edebiyatına karşı çıkıyordur Woolf (“aklı bölmelere ayrılmıştı, birinden diğerine hiç ses geçmiyordu”) ama sadece o değil. Saf eril gibi saf dişilin de yaratıcılığın önünü tıkadığını söylüyordur: “Kişi erkekse aklının kadın olan bölümü de etken olmalıdır ve bir kadın da aynı ölçüde içindeki erkekle ilişkide bulunmalıdır.” Peki, bu cümleleri nasıl yorumlayacağız?

 

Kendine Ait Bir Oda’nın Hogarth Press baskısına (1929) Vanessa Bell’in hazırladığı kapak.

 

2

 

Virginia Woolf’un 1928’de Cambridge kadınlar koleji öğrencilerine “Kadınlar ve Kurmaca” üzerine yaptığı konuşmanın metnidir Kendine Ait Bir Oda. Yazmaya başladıkları andan itibaren kadınlara öğüt verenleri eleştiren bir metnin (“şunu yaz, bunu yazma”) öğüt dolu bir kürsü konuşması olması beklenemezdi. Davet edildiği kürsünün (“yüzyıllar önce keşişlerin icat ettikleri bu konferanslar”) kadınlar için kullanışlı olup olmadığını sorgulayarak başlar Woolf. Öğüt vermek yerine konuşmacının kendi bakış açısına nasıl vardığını gösteren, dinleyenleri de konuşan kişinin sınırlarını değerlendirerek kendi bağımsız sonuçlarını çıkarmaya çağıran, konferans salonuda “katıksız bir gerçeklik cevheri”ni defterlerine geçirmek için bekleyen “parlak kız öğrenciler”e takılarak ilerleyen bir deneme: “Bir saatlik bir konuşmanın sonunda sizin ellerinize, defter sayfalarına sarmalayıp sonsuza dek evinizin başköşesinde saklayabileceğiniz katıksız bir gerçeklik cevheri bırakamazdım.” Bazı kasıtlı belirsizlik bölgeleri de var: “Dudaklarımdan yalanlar dökülecek, ama bunların arasına karışmış bazı gerçekler de olabilir, bu gerçeği bulup çıkarmak ve saklamaya değer bölümü olup olmadığına karar vermek size düşüyor. Saklanmaya değer bir yanı yoksa, tümünü çöp sepetine atar, unutup gidersiniz.” Konuşmanın yalanlarla doğruların iç içe olduğu, yalanın içinde bir doğrunun kıpırdadığı, doğrunun da yalana dönüşebileceği bir kaygan zeminde yapıldığını hatırlatıyordur Woolf.

 

Kendine Ait Bir Oda bugünle geçmiş, Londra’yla Bombay, kolej bahçeleriyle Londra sokakları arasında gidip gelen kurgusu, durmadan odak değiştiren bakış açısı, konusunu anlatmakla kalmayan, aynı zamanda icra eden yapısı ve hayali bir anlatıcıya yer vermesiyle bir kurmaca yapıt gibi tasarlanmıştır. Konuşan kişi ünlü yazar Virginia Woolf değil, bir anlatıcı persona’sı, kurgusal bir Mary Beton’dır: “İster bana Mary Beton, Mary Seton ya da Mary Carmichael deyin, ister canınızın istediği başka bir adı verin – bunun hiçbir önemi yok”. Bir anlatıcı persona’sı sayesinde konuşan kişinin hikâyesini de konunun parçası kılar Woolf. Konuşan kişi kendi deneyimlerinden çıkardığı gerçeklik cevherini bütün kadınların defterlerine yazdıran bir otorite değil, hikâyesi olan bir anlatıcı – uzun yıllar birkaç kuruş kazanabilmek için gazetelerden geçici işler dilendikten, yaşlı kadınlara kitap okumak, çocuklara alfabe öğretmek, yapma çiçekler yapmak gibi işler için ona buna yaltaklanmanın burukluğuyla yaşadıktan sonra “Bombay’da hava almak için çıktığı gezintide atından düşerek ölen” halasından kalan para sayesinde bağımsızlaşabilmiş, şimdi Londra’da nehir kıyısındaki bir evde oturan – bir Mary Beton’dır. “Korku ve burukluk”un, “o kara yılan, öfke”nin dinmesini sağlayan da Bombay’dan gelen paradır. Kadınların özgürce yazabilmek için ekonomik bağımsızlığa ihtiyaçları vardır, ama Mary’yi özgürleştiren paranın da tıpkı fakültelerin, laboratuvarların, gözlemevlerinin, kitaplıkların temellerine dökülen altın, çek ve bonolarda olduğu gibi İngiliz sömürgeciliğiyle bir ilgisi vardır.[iii] Mary o parayı “kadınlara oy hakkı tanıyan yasanın yürürlüğe girdiği akşam” almış, ekonomik bağımsızlığını o demokratik haktan çok daha fazla önemsemiştir. Benzer bir konuşma stratejisi Woolf’un üç yıl sonra yaptığı bir başka konuşmada, “Kadınlar İçin Meslekler”de de vardır. Konuşmacı yazdığı ilk yazıdan aldığı parayı “ekmek, yağ, kira, ayakkabı, çorap ya da kasabın faturaları” için değil, “bir İran kedisi”, sonra da bir araba almak için harcamıştır.

 

İlk bakışta bir Woolf muzipliği gibi duruyor. Oysa yazara bir doğruyu dile getirirken (“kendine ait bir oda” ve “yıllık 500 pound gelir”), o doğrunun bir hikâyenin içinden dile getirildiğini, o halde bütün kadınların “sonsuza kadar evlerinin başköşesinde saklayabileceği katıksız bir gerçeklik cevheri” içermediğini, cümlenin ancak başka hikâyelerle genişleyerek doğrulanabileceğini söylemesine imkân tanıyan bir anlatım stratejisidir bu. Konuşma kadınlar koleji öğrencilerine yapılmıştır; konferans salonuna “bulaşık yıkayıp çocuklarını yatırdıkları için bu gece burada bulunmayan birçok başka kadın” gelememiştir. Bütün bu özellikleriyle Kendine Ait Bir Oda yazınsal bir konferans tarzının (yakın bir örnek, J. M. Coetzee’nin kurgusal bir Elizabeth Costello’ya yer verdiği Princeton’daki Tanner konuşmalarıdır) benim bildiğim  ilk örneğidir.

 

Bir modernist ilkeyi – düşünmenin düşünenin kendi hikâyesi üzerine de düşünmek anlamına geldiğini – her şeyin her zaman çoktan bir hikâye olduğu bir postmodern oyunbazlığa dönüşmeden önceki ara bölgede yakalar Woolf. Bu anlatım, Woolf’un romanlarındaki anlatım teknikleriyle, aynı anda hem karaktere hem anlatıcıya ses veren serbest dolaylı anlatımla, bir bilinci başkasının bilincindeki yankısıyla anlatan çoğul bakışla da akrabadır. Kendine Ait Bir Oda’da okura söylenen, anlatılanın bütün kadınlar için geçerli bir ilke değil (“doğru”), herşeyin her zaman çoktan bir hikâye olduğu da değil (“yalan”), geniş bir doğruya ancak konuşanın hikâyesini kaydederek, ona çeşitli eklemeleri çıkarmaları yaparak ulaşılacağıdır.

 

 

3

 

Kendine Ait Bir Oda’nın muzip-firari yazım tarzı çok tartışıldı. Elaine Showalter Woolf’un androjini fikrini, özellikle de yüceltilmiş bir “androjin Woolf” imgesini eleştirdiği bir yazısında Kendine Ait Bir Oda’nın “yorucu anlatı stratejileri”nin Woolf’un argümanlarını gizleyen bir kamuflaj olduğunu söyler. Dahası, Woolf’un kendi acılı kadınlık deneyiminden kaçmak, bir kadın olarak yaşadığı hüsranı bastırmak, erkeklerden gelebilecek eleştirileri savuşturmak, özellikle de Bloomsbury çevresi tarafından dışlanmaktan korktuğu için daha ılımlı bir “çift cinsiyet” bölgesine kaçtığını söyler. Bir bakıma Woolf’u, kendisinin ısrarla vurguladığı “korku ve burukluk”un tutsağı olmakla eleştiriyordur. Woolf’ta androjini, diyordur, bir güç ya da özgürlük alanı değil, emniyetli bir kaçış bölgesi, bir uzlaşma formülüdür: Kadınlığın başkalığını devre dışı bıraktığı ölçüde bir eril narsisizmin ürünü, kadınlığı sildiği ölçüde bir ataerkil kurgudur. Bu fikrin kadınlara öfkesiz bir inzivayı önerdiğini (“kendine ait oda”), Woolf’un bir yazar olarak gelişmesini engellediğini, hatta onu ölüme götürdüğünü de söyler Showalter.[iv]

 

Peki, başka türlü nasıl okunabilir? Woolf bir denemesinde (“Kitap Nasıl Okunmalı?”) okura bir “çalışma arkadaşlığı” önermişti: “Yazarınıza dikte etmeyin; o olmaya çalışın, onun çalışma arkadaşı, suç ortağı olun. Eğer kendinizi en baştan geri çeker de uzak durup eleştirirseniz okuduğunuzdan mümkün olabilecek en büyük değeri dolu dolu almaktan kendinizi mahrum bırakmış olursunuz.” [v] Edebiyattan önce zevk almamızı, zevk alabilmek için de zihne üşüşen sayısız izlenime cömertçe açılmak gerektiğini, yargının ancak o  ilk çalışma arkadaşlığından sonra gelirse anlamlı olduğunu söylüyordur. Ben de Kendine Ait Bir Oda’yı “kadın yaratıcılığı ancak böyle olur”un kuramı olarak değil, yirminci yüzyılın ilk yarısında kurmacanın (ve modernizmin) yatağını değiştiren bir yazarın kendi eşsiz bakışını nasıl oluşturduğunu, önüne çıkan engelleri nasıl aştığını ya da evet, bazen nasıl aşamadığını düşünerek, bu kez hem onun hem bizim sesimizin duyulacağı bir serbest dolaylı konuşmayla okuyabileceğimizi düşündüm. Buna izin veren, aslında tam da böyle okunmak üzere tasarlanmış, okuruna bir çalışma arkadaşlığı teklif eden bir deneme çünkü Kendine Ait Bir Oda.

 

Woolf bütün bu cümleleri bir edebiyat anlayışının içinden kurmuştu. Bir yazarın “tam ve eksiksiz şekilde kendisi” olması, bunun için de kendi çoğul gerçeğine sadık kalması gerektiğini (“Ah, peki ama “kendisi” nedir?) söylüyordu. Gerçeğin bize kaotik bir biçimde ulaştığı, bir gün içinde zihnimizden binlerce düşüncenin geçtiği, gece yatağa yattığımızda karmaşık duygular yüzünden serseme döndüğümüz bir dünyada edebiyatın bu karmaşayı yakalayabilirse edebiyat olacağını savunuyordu. Sabit söylemler ya da som kategorilerdense deneyimden çıkan karma tavırları önemsiyor, yazarın kendine dönük aşırı farkındalığının edebiyatı yıkabileceğini (“romancının en büyük arzusu olabildiğince bilinçsiz olmaktır”) söylüyordu. Cümlelerin hep aynı “ceviz kadar sert bir Ben”e çıktığı bir edebiyatı değil, bir dalga gibi patlayıp başkalarının zihninde gelişmeye devam ettiği, “aklın hiç durmadan odak noktasını değiştirip dünyayı farklı bakış açılarından görebildiği” geçirgen-titreşimli bir edebiyatı seviyordu. [vi] Sözcükleri tek bir anlama mıhlayan bir dille değil, kapısını yeni bağlantılara açık bırakan bir dille çalışmayı seviyordu. Mrs Dalloway’deki ya da Deniz Feneri’ndeki çoğul bakışın Kendine Ait Bir Oda’da izini bırakmamış olması beklenemez.

 

Zor problemin yanıtını (bir çözüm değil, bir problem vardır çünkü burada) eleştiri yazılarının vazgeçilmezi olan “sıradan okura” bırakır Woolf. “Anlatılan senin hikâyendir”den çok, anlatılan hikâyeye eklemeleri çıkarmaları sen yapacaksın. O halde zor soruyu da biz cevaplayacağız: Acı dolu bir kadınlık deneyiminden kaçmak için mi bir “çift cinsiyet” sığınağı yaratmıştı Woolf, yoksa kadınlık-erkeklik bölgelerini keskin bir bıçakla ayıran bir büyük bölünmenin acısından mı kaçıyordu? Ne kadın ne erkek olan (ya da hem kadın hem erkek olan) bir kendine yeterlilik bölgesinden çok, sonunda ulaşılmış huzurlu bir dengeden çok, biraz eril biraz dişil tarzı bir füzyon sanatından çok, ondokuzuncu yüzyılda “cinsiyetlerin birbirinden giderek uzaklaşması” (Orlando) dediği şeye, hep kadınların aleyhine işleyen bir karşıtlık düzenine mi karşı çıkıyordu? Erkeğin payına etkinliğin, kadınınkine edilgenliğin, erkeğin payına engelsizliğin, kadınınkine engellenmişliğin, erkeğin payına kültürün, kadınınkine doğanın, erkeğin payına aklın, kadınınkine duygunun, erkeğin payına zihnin, kadınınkine bedenin düştüğü bir büyük bölünmeye itiraz. Liste uzayıp gider: Erkeğin payına evrenselliğin, kadınınkine kısmiliğin, erkeğin payına edebiyatın, kadınınkine kadın edebiyatının, erkeğin payına romanın, kadınınkine “hanım işi roman”ın,[vii] erkeğin payına bağımsızlığın, kadınınkine hep aynı burukluğun düştüğü bir bölünmeye itiraz. Yirmi küsur yıl sonra Simone de Beauvoir’da (“kişi kadın doğmaz, kadın olur”), seksen yıl sonra Judith Butler’da (“toplumsal cinsiyet normlarını pekiştiren değil, altüst eden bir kahkaha”) yankılanacak, kadınlığın hazır bulunmuş değil, yeniden anlamlandırılmaya açık bir oluş olarak düşünülmesi gerektiği fikri. 1921’de günlüğüne yazdığı cümleyi (“Önde gelen kadın romancılardan biri olarak ün kazanmak istemiyor insan”) ya da “Kadınlar İçin Meslekler”de o cevapsız bıraktığı soruyu (“Yani kadın nedir? Sizi temin ederim ki bilmiyorum”) böyle mi yorumlamalıyız? Eğer kadın tanımlanacaksa, diyor gibidir Woolf, geçmişe doğru değil, ancak geleceğe doğru tanımlanabilir.

 

İyi bir kurmaca karakteri gibi Mary Beton da metin boyunca dönüşür. Konuşmanın sonlarına doğru hayali Mary Carmichael’la birlikte Cambridge’li kız öğrencileri de kolej avlusundan çıkıp Londra’nın sokaklarında gezinmeye, öyküleri hiçbir yere yazılmamış dilsiz yaşamlara, köşe başlarında menekşe satan kadınların, sokaklarda başıboş gezen kızların, kapı ağızlarında Shakespeare’in sözcüklerinin canlılığını hatırlatan el kol hareketiyle konuşan yaşlı kadınların hikâyelerine doğru çağırır Woolf. Bütün bunları  anlatabilmek için “karşı cinsin boş gururuna burukluk duymadan gülebilmeyi öğrenmelisiniz.” Burukluğu kendi hayatından tanımasa, dar bir kulvara (“önde gelen kadın yazar”) hapsedilmişliği tanımamış olsa bu kadar vurgular mıydı? “Şunu yaz, bunu yazma”ya gülüp geçin, der miydi? Gülüp geçin, hatta gülmek için bile durmayın.

 

Metnin sonunda bu kez kendi sesiyle kurduğu son cümlelerde (“Mary Beton artık konuşmayacak”) zihinsel özgürlüğün maddi şeylere dayandığı fikrini tekrarlar Woolf. Kadınların “dünyanın geçmişini ve geleceğini düşünmek, kitaplar üstüne düşler kurmak ve düşünce oltasını nehrin derinliklerine sallandırmak için” boş zamana ve bağımsız bir mekâna ihtiyaçları vardır. Ama bu son bölüme esas  damgasını vuran figür, tiyatro aşkıyla Londra’nın yolunu tutan, hamile kaldığını anlayınca bir kış gecesi canına kıyan, geride tek bir dize bırakmadan genç yaşta yitip giden Judith Shakespeare’dir. William Shakespeare’in hayali kızkardeşi: “Çünkü hiç kimse görüş alanımızı kapamamalı; ve gerçeği göğüslersek, çünkü şu bir gerçektir ki, tutunacak bir kol yoktur ve tek başımıza yol alırız ve yalnızca kadınların ve erkeklerin dünyasıyla değil, gerçeklikle ilişki içindeyizdir; o zaman beklediğimiz olanak doğacak ve Shakespeare’in kızkardeşi olan ölü ozan, birçok kez toprağa yatırdığı bedenine bürünecektir. Kendinden önce erkek kardeşinin yaptığı gibi tanınmamış kadın öncülerinin yaşamından kendi yaşamını çekip çıkaracaktır […] Ama inanıyorum ki, eğer bizler onun için çalışırsak, o ozan gelecektir ve bunun için çalışmak, yoksulluk içinde ya da tanınmadan da olsa çabaya değer.”

 

Bunu sonraki yazıya bırakalım.

 

 

 

Ana görsel: Woolf’un Judith Shakespeare’inden esinlenerek yapılmış bir illüstrasyon, bir “çift cinsiyetli” Shakespeare”.

 

[i] Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, Afa, 1992.

 

[ii] İngilizce spinster sözcüğü (onyedinci yüzyıldan itibaren) iki anlam birden içerir. Erkekler için kullanılan spinner “yün eğiren”, kadınlar için kullanılan spinster hem “yün eğiren” hem de “evde kalmış kız, kız kurusu” anlamlarını taşır.

 

[iii] Bu konuyu daha ayrıntılı olarak tartışan bir yazı: Gayatri Spivak, “Collectivities”, Death of a Discipline, Columbia University Press, 2003, s. 25-70.

 

[iv] Elaine Showalter, “Virginia Woolf and the Flight into Androgyny, A Literature of Their Own, gözden geçirilmiş basım, Virago, 1982, 263-296. Princeton University Press, 1977. Woolf’un androjini fikrinin cinsel farkı görünmez kıldığını, konferans salonunda “perdenin arkasında” saklanan erkeklere verilmiş bir taviz olduğunu söyleyen  (Mariyln R. Farwell, “Virginia Woolf and Anrogyny”, Contemporary Literature, 1975, s. 433-51) ya da Woolf’’un “eril zihni”nden söz eden (Erin M. Kinsley, “Bloodless Birth: Reproduction and the Masculine Mind in Virginia Woolf’s A Room of One’s Own”, s. 39-44) başka yazılar da var. Showalter’a feminizm içinden gelen bir eleştiri için: Toril Moi, “Who’s Afraid of Virginia Woolf?: Feminist Readings of Woolf”, Sexual/Textual Politics: Feminist Literary Theory, Methuen, 1985, s. 1-18.  Moi bu yazıda Showalter’ın Kendine Ait Bir Oda’nın “yorucu anlatı stratejileri”ne yönelttiği eleştiriyle Lukács’ın modernist yazarlara yönelttiği eleştiri arasındaki benzerliğe dikkat çeker.

 

[v] “Kitap Nasıl Okunmalı?”, Benlik Üzerine Denemeler, çev. Esra Çakıruylası, Ayrıntı, 2017, s.73-4.

 

[vi] “Kapıdaki Adam” adlı denemesinde (“aklın çifte cinsiyeti” fikrini borçlu olduğu) Coleridge üzerine şöyle yazar Woolf: “Sanki bir adam değil de bir arı sürüsü gibi ahenkle bir o yana bir bu yana fırlayıveren, birleşip salkım oluşturan, kıpırdaşıp titreşen, havada asılı durabilen bir kelimeler kümesi, kelimeler bulutu, kelimeler kaynaşması”, Benlik Üzerine Denemeler, s. 85.

 

[vii] George Eliot, Romancı Hanımlardan Hanım İşi Romanlar (1856), çev. Betül Şenkal, 1984 Yayınevi, 2017.

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YSanatçının O Kadar da Genç Olmayan Bir  Kadın Olarak Portresi
Sanatçının O Kadar da Genç Olmayan Bir  Kadın Olarak Portresi

Kendinden önce yazan kadınlara olan borcunu birçok kez dile getirmiştir Woolf. Ama Judith Shakespeare figüründe bir başka vurgu vardır. Figür geçmişe ait gibi durur; oysa geleceğe aittir. Bir selef değil, bir halef figürüdür. İzlenecek değil, yaratılacak önceldir.

SANAT

YÖrme Biçimleri
Örme Biçimleri

Kadınların gündelik işleriyle sanat arasındaki kalın sınırı yıkan bir modernizmin başlatıcısıydı Woolf

Bir de bunlar var

Kumaştan Hikayeler: Harriet Powers ve Yorganları
Çalıkuşu Parfümü Nasıl Olmalıydı?
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska

Pin It on Pinterest