Bursa’ya her gidişim beni zamanda sıkıştırıyor. 17 yaşında üniversite için İstanbul’a gelip sonraki 13 yılını “evden uzakta” geçirmiş bir insan olarak, ilk günden itibaren bu iki şehir benim için çok keskin ayrımlara sahip oldu. Beni heyecanlandıran, kendimi anlamamı sağlayan karşılaşmalar ve deneyimler, hayallerim doğrultusunda harekete geçebilmemi sağlayan olanaklar İstanbul’u tüm stresi ve karmaşasına rağmen güvenli alanım yaparken Bursa’da zaman hep durağandı: gerçek beni tanımayan, tanımayı reddeden, özelimi anlatmadığımda sitemkar, anlattığımda tasvip etmeyen sözlerle ve asla eskimeyen beklentilerle bana büyüdüğüm evin kapısını açan aile üyeleri… Bursa’ya hep bunlarla yüzleşeceğimi bilerek ve kendimi yatıştırarak geldim. Bir yandan bu yazının konusu olmayan ve bahsedersem kısa kesemeyeceğim anne-kız ilişkisi krizleri; vicdanın ve öz saygın arasında gelgitler yaşarken geçirilen sinir krizleri… Durdurulamayan zamana karşı bir kapsülün içinde bozulmadan kalabilmiş ve olmaktan kaçtığın her şeyi sana hatırlatmaya ant içmiş o durağanlık… Demem o ki, hepimizin Bursa’sı farklı olsa da Bursa zor bir yer; orada seni bekleyen şeylere kendini hazırlamak zor bir süreç, bir şeyleri çözmeyeceğini bile bile ve rızan dışında çocukluğuna inmek gibi…
Bursa’ya çok seyrek gidiyorum ama geçirdiğim iki üç gün, öncesindeki iç sıkıntıları ve o günlerdeki sinir harbi sebebiyle yoğun biçimde etkiliyor beni. Tüm o sözde hasret giderme günleri “ne yapacaksın” sorularına cevap verirken “hayatımla ne yapıyorum” paniğine sürüklenerek geçiyor. İçimde diyalog yolunu kapayan bir canavar hızla büyüyor; sonrası vicdan azabı…
Şu günlerde çeşitli Bursalarda mahsur kaldık; salgını sürdürülebilir bir izolasyon hâlinde geçirebilmek uğruna kırılgan ve güvencesiz yaşamlarımızı, kiralık evlerimizi bırakıp -çoğunlukla gönülsüzce- biyolojik aile evlerine döndük. Ben de dile kolay 13 yılın ardından ilk kez bu evde bu kadar uzun kalıyorum. Türlü türlü hisler ve hâller içinde yalnız olmadığımı bilerek, benzer durumdaki kadınlara, kuirlere, lubunyalara, duymaya ihtiyacı olan herkese yalnız olmadığını söylemek isterim.
Hani biz birbirimizi teskin ediyoruz ya kuir çuvallamalarda; yaşları yıllarla hesaplamıyoruz, hayata atılmakta/atanmakta geç kalmışlık yaşamıyoruz çünkü yetişmemiz beklenen hayatta yer almak istemiyoruz. Ben Bursa’ya gelince onlar uçuyor kafamdan, mesela anneannemin “hadi bul birini artık” cümlesini ne mizahla ne de yok sayarak geçiştirebiliyorum kendi içimde, “güçlü kalamıyorum” bir diğer deyişle. Başarıyla ve ilerlemeyle kurmaya zorlandığım ilişkiyi yıllar içinde nasıl kırdığımı, kırmak için ne kadar çaba harcadığımı en iyi ihtimalle üçüncü günün sonunda hatırlıyorum da bir nebze kendime geliyorum. Ondan önce hayırlı kısmetlerini aramaya mı karar vermektesin derseniz, tabii ki hayır ama itirazlarım çevremdekilerin kulak zarına zarar verecek düzeye ulaşsa da beni yeterince tatmin etmiyor. Kendimi odaya kapatıp işlerime odaklanmaya çalışırken hayattaki her şeye uyarlayabileceğim ‘yaş geçmesi sendromu’, kaygımı giderek artırıyor.
Sonra tabii düşünüyor insan; öğrenilmiş çaresizlik teşhisi koyulan ya da kurtarma operasyonlarına girişilen bazı yaşamların, başrollerdeki kişilerin gözünde alternatifsiz görülmesi, diğer seçeneklerin unutulması ya da marjinalleştirilmesi ne kadar kolay… Bir an için kendini bırakırsan, ‘undoing’i savsaklarsan, normal olan bu olduğu için değil ama “inşaat halinde” tabelasının asla inmediği şantiyelerde elimize alet çantalarını tutuşturup “al biraz da kendin yap” dedikleri için ve gönlümüzce belirlemek istediğimiz yaşamların örneklerini, olasılıklarını, bir aradalıklarımızı normal olandan fersah fersah uzağa yerleştirdikleri için ‘gözden ırak olan gönülden de ırak olur’ önermesi doğrulanıyor çoğu yaşamda…
Bazen çuvallama güzellemelerini abartıyoruz belki ama kendimize haksızlık etmek için yaşam çok kısa… Yeterince hızlı ya da atik olmadığımızdan değil, popomuza uygun sandalye bulamadığımız ve de ayağımızı (popomuzu?!) yorganına göre uzatmak istemediğimiz için hep ayakta kaldığımız bu sandalye kapmaca oyununda, sanki bizi huzursuz hissettirmek için inşa edilmiş şu küçük dünyada, bedenimize ve yaşamımıza dair yaptığımız seçimleri hakikaten sürekli, yılmadan, yeniden ve yeniden yapmamız gerekiyor. Bu günlerde fiziksel yakınlıklara, bedensel temaslara hasret kalanlarımıza; kendisiyle vakit geçirmekten yorulanlara ve de ne yapsa kendisini anlatamadığı insanlarla aynı evde mahsur kalanlara bu durumun geçici olduğunu, çok yakında kabuğumuzdan tekrar çıkacağımızı ve sokakların bizi karşılayacağını hatırlatmak isterim. Birbirimize dokunamıyoruz belki ama gündüz düşlerimiz hâlâ yanı başımızda: “hayaller bin beş yüz / masaya inmiş buluttan… böyle de güzeliz böyle de devam”
Görsel: Elena Yushina