Eskiden, daha umutlu olduğum zamanlarda, eylemlerde atıldığında ya da bir yerlerde duyduğumda bir türlü tam içime sindiremez, katılamazdım yarınla ilgili sloganlara. Gün gelecek diye bağırırken yanımdaki -mi eki çıkıp gelir, zihnimde soru kalıbına dönerdi bütün cümleler; devran dönecek (mi), katiller halka hesap verecek (mi?) Bu abluka dağıtılacak (mı?) Şarkılar, marşlar söylenirken de aynı: Sabahın bir sahibi var (mı?), Sorarlar bir gün sorarlar (mı?) Gezi’de bile “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” derken sorun yoktu ama “direne direne” diye başlayınca sloganın sonunda yine aynı dudağı bükük yabancılaşma… Sonra 2015 geldi. Sonra 2016. Suruç, OHAL, Cizre, Silopi, Sur, Ankara, katliamlar, davalar, hakkın hukukun hayatımızın gaspı; giderek etrafımdaki herkesle birlikte ben de yitirdim tüm umudumu. Ve tuhaf ama en umutsuz olduğum günlerden birinde kavradım ilk defa anlamını: Biz kazanacağız.
Umut diyemem bunun adına, iyimserlik hiç değil. Bildiğim bir şey gibi sanki. O siyasi kutup, bu ideolojik pozisyon filan anlamını yitirdiği için, gaspçı, talancı ve dümdüz kötülükle karşı karşıya kaldığımız için mi acaba? Yani bir tür manevi ihtiyaç mı bu birden beliren inanç? “Biz kazanacağız” iyilik ve kötülük arasındaki mücadeleyi er geç iyi olan kazanacağına dönük kadim bir inanç tazeleme sloganı mı? Peki öyleyse ne menem bir apolitikleştirme bu? Kötü tamam da karşısındaki iyi kimlerden oluşuyor mesela? Star Wars evreninde mi geçiyor olaylar? Ya da ne bileyim, aşırı adaletsizlikten kafayı yememek, hayata bir şekilde devam edebilmek için bir savunma mekanizması belki? Apolitik mi politik mi maneviyat mı ihtiyaç mı inanç mı bilmiyorum ama bugüne dair umudumu yitirdiğimden beri içimde, göğsümde gerçek bir şey olarak taşıyorum: Biz kazanacağız. Bir gün.
Bugün ise hiç durmadan kaybetmeye devam ediyoruz. Kimsek işte bu biz. Yani ben kişisel olarak mesela arkadaşlarımı kaybettim, gitmek zorunda kalanları yolcu ederken kolumu kanadımı, neşemi, heveslerimin çoğunu kaybettim. Ama bunlar ne ki? Etrafımda çok kişi işini kaybetti. Evlerini, hayatlarını, ailelerini, memleketlerini arkalarında bırakıp sürgüne gittiler. Davalar kaybedildi. Hukuksuzca hapsedilen binlerce insan güzelim yıllarını kaybetti cezaevlerinde, hala da ediyor. Bin bir emeklerle kurulmuş kurumlarımızı kaybettik; oylarımıza, irademize olduğu gibi kurumlarımıza da el koydular. İstanbul Sözleşmesi’ni kaybettik. Can pazarına çıkardılar canımızı. Politik alanlarımızı kaybettik. Her gün daha da derin bir yoksulluğun içine düşerken, ay sonunu getirmek dışında bir şeyle uğraşma ihtimalimizi kaybettik. Ve de işte dün Gezi davasından çıkan kararla birlikte, kazanmaya en yakın olduğumuz anda birlikte olduğumuz, yan yana durduğumuz arkadaşlarımız özgürlüklerini kaybettiler; siyasi tutsaklar listesine eklendi adları.
Hukukun esamesinin okunmadığı bir yargılamanın ardından dört buçuk yıldır tutuklu bulunan Osman Kavala ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı. Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Mine Özerden ve Yiğit Ali Ekmekçi 18er yıl ceza aldılar ve tutuklanarak cezaevine gönderildiler. Peki hepimizin orada oluşunu, bu yedi kişinin cezaevinde oluşuyla nasıl yan yana koyacağız şimdi?
Yani #geziyisavunuyoruz derken Gezi’yi nasıl savunacağız? Bu soruya bir cevabım, siyasi hat önerecek bir gücüm yok. Ama bu kötülüğün karşısında ancak başka bir kötü durabilir diye eli kanlı katillerle o katilleri selamlayanlardan muhalefet devşirmeye çalışarak Gezi’yi savunamayacağımızı biliyorum. Ya da yenilgiyi davalara gitmeyenlere, yalnızca tweet atanlara, tweet bile atmayanlara, meydanları doldurmayanlara, sessiz kalanlara yükleyerek Gezi savunması yapılmayacağını! Her yenilginin ardından aynı sorular: Sol nerede? Kürtler nerede? Muhalifler nerede? Gezi’de meydanda olanlar nerede? Sol iki yakasını bir araya getirmeye uğraşıyor. Kürtler cezaevinde. Muhalifler hangi muhalifleri kastettiğinizden emin değil. Gezi’de meydanda olanların iflahı kesildi yıllardır. Ve de bu sitemler kadar apolitik, sadece sitem edeni özneleştirmeye yarayan az şey var.
Politika yapmak sayısız çağrı yapmak, çağrıyı nasıl daha iyi, etkili yapacağın üzerine düşünmek değil mi? Bazen işte, çok nadiren, Gezi’deki gibi bir şey oluyor, bir çağrıya on binler, yüz binler cevap veriyor, kendi sesleriyle. Gezi’yi nasıl gerçekten savunabiliriz, bilmesem de bu ihtimali aklımızdan çıkarmamak, Gezi’yi Gezi yapan bir araladığın politik zeminlerini oluşturmaya vazgeçmemek ilk adım gibi geliyor. Ama bugün Gezi’yi savunmak 2013’te meydanlara çıkmakla aynı şey değil. Bugün, Kürtlerin yine bombalandığı, 24 Nisan’da Talat Paşa güzellemelerinin hiç olmadığı kadar arttığı, göçmen nefretinin, ırkçılığın her an linç ve katliam fitilini ateşleyecek derecede ayyuka çıktığı, yoksulluğun nefesi kestiği, can aldığı bir bugün. Moral bozmak istemem ama bugünle ilgili umutlu olmak zor.
Benim inancım yarına. Yıllardır haksız yerde içeride tutulan Osman Kavala ve dün 18 yıl ceza alan arkadaşlarımız ile 2015’ten beri cezaevinde olan Kürt siyasi tutsaklar için özgürlüğü aynı yüksek sesle talep edebilen; belediyelere atanan kayyumlarla Boğaziçi’ne atanan kayyuma aynı anda karşı durabilen; onurlu yaşamları ve onurlu bir barışı savunan; yoksulluğa, sömürüye, ırkçılığa, kadın düşmanlığına, göçmen nefretine, homofobiye, transfobiye karşı aynı anda itiraz edebilen; 2013’te, Gezi’de kurduğumuz hayalden daha azına tamah etmeyen bir biz, bugün değil belki ama yarın, mutlaka kazanacağız.