Geçen haftalarda bir dijital ajansın 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele gününde, ilk anda sadece cinselliği imgeleyen bir kadın görüntüsüyle fiziksel şiddetin çıktısı kan görüntüsünü birleştiren “nefes alsın yeter” sloganıyla birleştirilmiş çalışması, twitterda yayınlandıktan sonra tepkilerle birlikte patlak veren bir tartışma kasırgasına dönüşmüş. (Açıkçası görseli tekrar burada kullanmayı doğru bulmadığımdan olayı tasvir etmekle yetindim.). Bu olayın ertesinde, bundan aylar önce aynı mecrada 140 karakterlik bir cümleyle sosyal sorumluluk projeleriyle ilgili kişisel kanaatimi belirtmeye çalıştığım konuyu tekrar anımsayıp, üzerine bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim. Cümle şuydu: Sosyal sorumluluk ensesine vurup alınan lokmayı sanki hediye gibi tekrar aynı ağza herkesin gözü önünde koymaktır. Kısaca şerefsizliktir.
Cümlenin son kısmı tartışmaya açılabilir, özellikle “şeref nedir? şeref derken neyi kast ettiniz?” sorgulamaları hafif entelektüel çevrelerde en sevilen tartışmalardan biri. Bilirsiniz, dünyadaki her problem çözülmüş gibi sürekli bir kavram tartışması vuku bulan çok sesli ortamlar. Neyse bu mevzu da ayrı bir tartışma konusunun başlangıcı.
Şerefsizliktir dedim evet. Dedim çünkü ortada ahlaki olarak tartışılabilecek bir mevzu vardı. Sosyal sorumluluk, dışarıdan “ahlaki bir tutumun dışavurumu” şeklinde pazarlanıyordu. Topluma bir kontrol mekanizması sağlıyormuşçasına sözleşmelerin varlığından, ‘iyiliklerden’, ’yardımlardan’ söz ediliyordu. Kapitalist pazarın yalanlarından biri olarak ifşa edilip akademi çevrelerinden uzun yıllardır eleştiri yağmurlarına tutuluyordu/tutuluyor. İşin kapitalist toplum eleştirisi kısmına girmek de ayrı bir kitap konusu olabilecek düzeyde şişmiş durumda. Benim bahsetmek istediğim kısmı ise, hepimizin özellikle son 2-3 senede dikkatini çeken sosyal sorumluluk kampanyalarındaki “kadın modası”.
Kız çocukların eğitimi, kadınların iş hayatına katılımı ve en önemlisi kadına yönelik şiddetin önlenmesi için yüzlerce erkeklik altmetni dolu kampanya afişine maruz bırakıldık; ki çoğunda kullanılan üslup üzerine uzun uzun da tartışıldı. En güncel örneklerinden biri bu Kasım ayında Kadem’in “önce adam ol” sloganıyla başlattığı yine cinsiyetçi ve yaygın bir tamlamanın kullanıldığı kadına yönelik şiddetin önlenmesiyle ilgili kampanyasıydı. Toplumda bu kampanyaların gerçekten karşılığının olup olmadığını anlamak için uzun vadede gözlemlemeye ihtiyacımız var. Uzun vadede gözlem? Yani biz bir yerlerde balkonda oturmuş sigara içerken, yan dairede ağzı burnu kırılan bir kadını dinlemek. Sokakta şahit olduğumuz ve mağduru olduğumuz tacizi buz gibi terler dökerek izlemek/yaşamak. Kıyafetine iltifat etme bahanesiyle kurması gereken mesafeyi daraltıp mobbinge maruz bırakan patrona karşı soğukkanlı olmak veya olmamak.
Sizleri, sosyal sorumluluğun ne olduğunu, neye hizmet ettiğini, nasıl kurgulandığını detaylıca düşünmeye davet etmekte sakınca görmüyorum. Sıralayacaklarımı es geçmeden detaylıca düşünmek mühim: Sosyal sorumluluk projelerinin sermaye sahiplerinin itibarlarına itibar katmak için kurgulanmış birer reklam projesi olduklarını unutmadan. Müşteriyle karşılıklı güven oluşturmayı amaçlayan bol kuru pastalı, filtre kahveli şirket-ajans toplantılarının kurgulanmış hikayeleri nasıl sunalım tartışmalarını unutmadan. Bizzat o projeyi yapan kurumun içinde kadınların neler yaşadığını unutup, onların sorunlarını yokmuş gibi algılamadan. Ya da yazının başında bahsettiğim yakın günlerde sosyal medyada patlayan estetize edilmiş bir kadın imgesiyle kadına yönelik şiddete dikkat çekmeye çalıştıklarında eleştirilen ajans çalışanlarının, gördükleri tepkiye karşılık “bizim de kadın çalışanlarımız var” dediklerini unutmadan. Tam bu noktada bir kahkaha patlatıyorum. Kadın çalışanları olmasını lütuf gibi ifade eden işverenleri hatırlayalım. Birilerinin kendi kurumlarının itibarını yükseltme amacı güderek ve sonrasında daha çok müşteri kazanmasına katkı sağlayacak şeyin, bizim sistematik biçimde gördüğümüz şiddetin ve bedenimizin objeleştirilmiş olması olduğunu unutmamalıyız. Bir kadının bunu fark edememiş olması elbet onun kişisel hatası değil. İçinde bulunduğunuz her şey, bunu fark etmememiz için kusursuz bir tasarıma ve sözbirliğine sahip. Kadınlarla ilgili bir şeyler patlak verdiğinde, karşınızda hem erkekler hem kadınlar kılıç kuşanmış halde bekliyor her zaman. Bizler ise şaşkınlık ile kabullenmişlik arasında bir mücadele boşluğu arıyoruz. Bu mücadele boşluğunu çevreleyen her şey, yine erkek diliyle örülmüş bir duvar gibi büyüdükçe büyüyor. “Önce adam ol” sloganıyla erkekliği pekiştiren kampanyalara, “nefes alsın yeter” gibi temelinde yine erkek-kadın ilişkilerindeki kadın rolünü zayıflıkla karakterize eden sözde mizahi o cümle ekleniyor. Kız çocukların eğitimini destekleyen bir başka kampanya “Baba, beni okula gönder” ile açılış yapıyor; yine babayı bir karar mekanizması olarak göstermeye devam eden slogan, kadına sadece erkeğin sınırlar çizdiği o alanda “yardımlar”, “iyilikler” görmekle yükümlü pasif özneler halini alıyoruz.
Lütfen beni okula gönderin, okula gönderin ve bir daha neler yaşadığımı sormayın, beni okula gönderin ve bana asla bir iş vermeyin. Bana iş mi vereceksiniz? Ne kadar iyi insanlarsınız. Sizlere minnettarım, bana iş vermeniz dünyada var olabilecek en büyük iyilik. İş görüşmesine çağrıldım. Aaa kıyafetimi çok mu beğendiniz? Hatlarımı belli ediyor evet kıvrımlı hatlarım var, hoşunuza gitti sanırım? Kıvrımlı hatlarım beni çalıştırılmaya değer kıldı galiba. Allahım bunlar ne büyük iyilikler böyle, sizler gibi iyi insanlarla hiç karşılaşmamıştım. Eve döndüm iş görüşmesinden. Yemeği yapamadım bugün. Dünden de bir şey kalmamış. Eşim birazdan sesini yükseltecek bana. Bir ihtimal vuradabilir. Aaa ama adam olan el kaldırmaz, erkeğe kadını dövmek yakışır mı? Erkek adam gücünün yeteceği insanı döver sonuçta. Yine size çok müteşekkirim, eşim bana bugün elini kaldırmadı, nefes almama izin verdi. Sizin sayenizde.
Sosyal sorumluluk projelerinin beklediği teşekkürü onlara vermeyi, aynı onların bizi bir itibar devşirme aracı olarak görmesi gibi, onlara edeceğim bir lütuf olarak değerlendiriyorum ve teşekkür de etmiyorum. Her şeyde olduğu gibi yine bir masadan sandalyeden farklı sunulmadığımız afişlere bakarak sanat direktörlerinize, tasarımcılarınıza da saydırmayacağım. Siz bir aklın ürünüsünüz, sizi savunan kadınlar da öyle. Bir ortaklık kurup mücadele edebileceğimizi sanmıyorum. Uzun vadeyi beklerken ölmezsek, bunu tekrar konuşuruz isterseniz. Birer filtre kahve eşliğinde beyaz toplantı masası etrafında. Belki kara tahta ve tebeşir de kullanırız, o müthiş vizyonumuzu gösteren cinsinden. Tekrar teşekkürlerimizi sunuyoruz, bugün de hayattayız, sayenizde.