Bir tabutun iki yanında iki oda. Kadınlar ve erkekler. Saat gece yarısını geçti ama kapı hala açık. Sabaha kadar da kapanmayacak. Tabutta yatan kadının her geleni güler yüzle karşıladığı son gecesi bu. Son misafirlik. Sabaha yeni bir hayat başlayacak bu evde.
Yeni olan her şey iyi değildir. Bahçedeki otlar büyüyecek ve kimse onları budamak istemeyecek. Kimsenin ilgilenmediği, rayihasının tetiklediği hüzün yüzünden kimsenin yanına yaklaşmak istemediği ıhlamur ağacının kolları yere sarkacak. Parmak uçları delik bir çift terlik vardı koltuğun altında. Şimdi ağlayamam. Bu gece olmaz. Yarın sabah belki. Şimdi susmam lazım. Aile geleneğini bozamam. Terlikler çok eski. Kimse onları sabırla sahibini bekledikleri yerden kaldırmayacak. Şimdi kapıyı yavaşça kapat ve durdur zamanı. Yapılacak işler var.
***
Kadınlar konuşuyor. Sabaha kadar çok tuhaf öyküler anlatılacak. Bazı şeyler aramızda kalmak koşulu ile itiraf edilecek ve gene burada, gün doğmadan evvel unutulacak. Zamanı boşuna durdurmadık. Sadece yaşlı kadınlar konuşacak ama. Çünkü biz öyle gördük büyüklerimizden. Konuşmak, konuşma hakkını acı çekerek kazanmak, bunun için gençliğini feda etmek, en kıymet verdiğimiz aile geleneğimiz. Yaşayan kadınlar ölmüş bir takım başka kadınların öykülerini anlatacaklar. Yeni bir eve gelin gittiğinde eski hayatını unutsun diye kendisine yeni bir isim verilen kadınlar… ‘Kayınpederi’ yasakladığı için bir bardak sıcak çayı evin ambarında eski bir teneke kutuda gizli gizli demleyerek içmek zorunda kalan kadınlar… Bayram günü iki dirhem bir çekirdek giyinip köyüne annesini ziyarete gittiğinde annesinin geçen yıl öldüğünü öğrenecek olan kadınlar… Arkasından “Ay yazık, bu da hâlâ hayatta biliyor annesini safım” denilen kadınlar… Kocasından yediği dayaklar yüzünden rahmi düşme noktasına gelen ve vücudunun bu deformasyonu, sırrını utana sıkıla anlattığı başka kadınlar tarafından, bir ip ve yorgan iğnesi yardımı ile, bir hamam taşı üzerinde ‘tamir edilmeye’ çalışılan kadınlar… Bekleyen kadınlar… Konuşacakları günü bekleyen kadınlar. Ve her nedense bazıları, bir domino taşı gibi, kaderciliklerinin ağırlığı ile kendi kızlarının üstüne devrilmekte sakınca görmeyen kadınlar.
Ne öğrenirsem öğreneyim, nereye kaçarsam kaçayım ben de bu kadınlardan biriyim işte. Sadece bir kuşak farkı ile zamanın şanslı tarafına düşmüş ama eski, eksik ve yanlışlıklarla dolu bir geçmişin nefesini ensesinde hisseden bir kadınım. Bu kadınlar daha mı az isyankârdı benden? Daha mı az öfkeliydiler? Asla. Şu tabutta yatan kadının binde biri kadar hayata ayak direyebilsem, bir kaldıraç bile olmadan sırtlanırdım bu dünyayı. Belki de bu yüzden içimi tırmalıyor bu korku. Ben, diyorum, bu kadınların yerinde olsam, yolun sonuna kadar gidip başka kadınlarla bugün burada buluşacak kadar güçlü olabilir miydim?
***
Erkekler susuyor. Çünkü onlara “Sen erkek adamsın. Kan kusup ‘Kızılcık şerbeti içtim’ diyeceksin. Karı gibi mızmızlanma. Karı gibi ağlama. Karı gibi her boku anlatma” dediler. Bazıları ailesinin haberi yokken ekonomik iflasın eşiğinde bir tabancaya bakıp durdu gecelerce. Bazısı, toplumsal geleneğimizin kokuşmuş tabiri ile ‘zamanında kendi yediği haltları’ bildiği için gecelerce dua etti “Allah’ım n’olur kız olmasın, erkek çocuğu olsun” diye. Kız çocuğu olduğunda ise kavuşamadığı ilk aşkının ismi ile birlikte anlamsız bir anlam yükledi kızına. Erkek çocuğuna ise “Baba parasıyla hovardalık olmaz hayvan herif!” dedi. Sevdiğini belli etmemek en büyük sevgi gösterisi oldu. Çünkü kendisi de içten içe hâlâ kendi babasının torununu severken gösterdiği sıcaklığa öfkeleniyordu. Küçülüp, babasının kucağındaki kendi çocuğu yerine o kundağa girmek ve babasının bu şahit olduğu ‘süngüsünü indirmiş’ halini yaşamak istiyordu. Hayat zor. Erkek dediğin mücadele eder, yorulur, öfkelenir, bin bir türlü lanet insanla uğraşır ve eve geldiğinde icap ederse masaya sesli bir yumruk indirerek ‘konuşur’ ailesi ile. Şimdi de susarak konuşuyorlar her zamanki gibi. Biliyorum. Aslında birçoğu ağlamak ister. Birçoğu anlatmak ister. Ama olmaz. Olamaz. Kıymetli aile değerlerimiz ve geleneklerimiz var bizim. Susmak da bu değerlerin en kıymetlisi. Susmazsak dağılırız. Susmazsak ateş basar geceleri. Susmazsak çıkacak isyanı hiç kimse susturamaz.
Bahçeden içeri koşa koşa 13 yaşında bir oğlan çocuğu giriyor. “Abla benim karnım çok acıktı. Yiyecek bir şeyler var mı?” diyor gülümseyerek. Dayanamayıp ben de gülümsüyorum. Ne güzel. Daha abileri, babaları, dedeleri, büyük dedeleri gibi sessizliği öğrenmedi. İstekleri ve umutları, arkadaşlarına gururla gösterdiği renkli bilyeleri gibi ortalığa saçılmış vaziyette şimdilik. Ona ömeç yapmak geliyor içimden. Ama biliyorum, tereyağının ocaktaki kokusunun duyduğum anda susmamak üzere ağlamaya başlayabilirim. Bu ev bir mayın tarlası gibi. Her tarafı tehlikelerle dolu. Taze meyve en güzeli. Kocaman gülümsüyor bir tabak kirazı görünce. Gitsin, bahçenin en güzel, en saklı yerinde yesin istiyorum o meyveyi. Geleneğin, sessizliğin ona sirayet edemeyeceği yerde.
İlk gençlik çağında kırılıp, yanlış kaynayıp, sonra bir türlü iflâh olmamış kemikler gibiyiz hepimiz. Boşuna değil avcumuzda biriken suyu sürekli yere dökmemiz. Ah bir kırılıp tekrar kaynayacak cesareti bulsak bütün bu tarihi baştan yazacağız ama… Ben de, bu çocuk gibi, kimseden icazet almadan, gülerek “Benim karnım aç” diyebilir miyim acaba?
***
Olamadığım, yapamadığım, bulamadığım, soramadığım her ne varsa hepsi bir kenara bugün. Ve yaşamak bir yana. Ve içimde inatla büyüyen her şeye inat, karalanmış son kelimeler: “Kulağımda semt pazarlarının sesleri, yüreğimde geceleri aydınlatan rengârenk fenerler, umuda giden bir yolda korkusuz uçuyorum. Anneanne, ben seni çok özlüyorum.”
Görsel: Nuri İyem