James Bond’un son filmi Skyfall’u bir tatil boşluğunda, meşguliyetlerden uzak bir günde izledim. Geçen seferkini izlerken sıkıntıdan patladığımdan tatlı tatlı kolamı içiyor, arkadaşıma “Filmin başında İstanbul varmış, bak gör kesin oryantal pazarlara araba sokacaklar, tavuklar ve çuvallar birinci dünyanın güzelliklerini kutlarcasına uçacak” diyordum. Tavuklar ve çuvallar hakikaten de “Dostlar burası Ortadoğu, telaşlı anlarda adeten havaya otantik şeyler atıyoruz” dercesine uçtu. Esas heyecanla beklediğim Bond’un kurşunu bittikten sonra düşmanına dansöz fırlatmasıydı, ama ona fırsat kalmadan ortama Javier Bardem girdi. Ama ne girmek!
Bardem filmde Bond kötülerinin en akılda kalanlarından birini oynuyor: Saçında, yüzünde ve sesinde bin ayrı memleketin izini taşıyan, çıldırmış bir eski MI6 ajanı, platin saçlı, siyanürlü işkencelerle dağlanmış, intikama yeminli korkunç bir bukalemun. O kadar tekinsiz ve havalıydı ki… Ağzını şapırdatarak, yüzünde ve içindeki boşlukları muştularcasına ortama giriverdi, yakaladığını çok fena benzetti. Filmin iyisi kötüsünden belli olur diyeceğim – Skyfall’un gerisi ne kadar iyiydi bilmiyorum ama, Bardem hakikaten bombaydı yahu, neredeyse bütün filmi kurtaracaktı. (Eline gitarı alıp alıp Akdeniz akşamlarında yanık omuzlarla kadın peşine düştüğü romantik rolleri bıraksın ne olur, adam daha nüanslı, ilginç rollerde meteor gibi bir şeye dönüşüyor) İşin kısası, ben Bardem’in inanılmaz şık bir deri siyah deri ceketle İskoç kalesini taş taş üstünde kalmayacak biçimde mahvetmesinden sonra, “Çok havalıydı ya! Çok havalıydı!” diye zıplaya zıplaya filmden çıktım. Sonra kısmetim döndü ve bu sabah film hakkında mükemmel bir yazı okudum. Ne kadar ustaca kalemlenmiş olduğunu daha adından anlayacaksınız: “My name is Bond, gey Bond”
Yazının makamını açıkça göstermek için bir alıntı:
“Bond filmleri içerik olarak teknoloji çağına yenik düşmeyeceğini, ‘insan’ faktörünün bu ajanlık işinde çok daha önemli olduğunu vurgumaya çalışmış ama nedense işin biraz cılkı çıkmış. Bu Bond’lar fazla yumuşamış…
Hah. Biz de seni bekliyorduk. Bohçayı açalım. Bir kere, eğer illa karşılıklı yumuşama ölçümü yapacaksak, filmde Bardem’in oynadığı karakterin cinsel yönelimiyle ilgili açıkça bir şey söylenmiyor. Cinsel yönelim konusunda her zaman esas kişinin kendi beyanı olduğundan (tabii o da bir şey beyan etmek istediğine karar verdiyse) bu “Ay bunların hepsi bi garip olmuş” tepkileri iyice korkunç. Bardem’in sandalyeye bağladığı Bond’a şehvetli biçimde dokunduğu bayağı seksi bir sahne dışında filmin Bardem’in cinsel yönelimini kanıtlamak gibi bir derdi de yok. Neden olsun? Filmde herhangi başka bir karakter için bunu yapma borcunu hissetmeyen senaryo, neden Bardem’in üzerine o biçimde düşmek zorunda kalsın?
Gey karakterlerini senelerce inatla “kendi hayatı olmayan ennnn iyi arkadaş” pozisyonuna düşürmüş Hollywood için filmdeki temsil ferahlatıcı bir bakış açısı, ileri bir adım sayılır. Bir Bond kötüsünün kötülüğünün önyargıları doğrulayacak biçimde cinsel yönelimiyle örülmemesi bende sadece bir sevinç yaratıyor. Böyle incelikli bir karar özellikle vurdulu kırdılı bir filmde parlıyor – Bardem’in oynadığı karakterin gey olabileceğini düşünüyoruz, o dokunuşta cinsel bir çekim olduğunu pekala farkediyoruz, ama film ve karakter bunun üzerine yüklenmiyor. Sorulacak doğru soru şu: “Koskoca MI6 ajanı, neden kırıtamasın?”
Ne arıyor? İnsan altında ne arıyor? Yazarın yaşadığı şaşkınlık, küreğin kumun altında yatan önyargı kayasına çarpma anı – Bundan bir adım sonrası belki altında hiçbir şey yatması gerekmediği gerçeğini kabulleniştir. Yazar filmin altında gizli bir konsey kararını aramayı bıraktığı an, belki kırıtmanın bazen sadece kırıtmak olduğunu farkedecek. Kırıtmanın doğallığıyla yüzyüze kalacak, kırıtma hakkına ayacak. Yorgun Bond filmleri serisi Skyfall ile, bu ana merdiven dayadığı için kutlanmalı.
Yazıda bahsedilen “fazla yumuşama terörü”, yüzyılların önyargısı değil mi? Gey bir karakterin herhangi bir yapıma eğlence, şarkılar ve terbiyesiz şakalardan başka bir şey getiremeyeceğine dair sarsılmaz inancın bir sonucu. Bu bakış açısına göre geylerin ayakkabı alışverişi, beraber pasta yeme ve dedikodu, yani ana karakterin hayatına renk katmak dışında bir fonksiyonları yok. Ciddi meseleleri cıvıtmak gibi bir huyları var. Garip bir Furby gibi, ancak tantanalı ve neşeli durumlar olduğunda çalışmaya başlayan aksesuarlar onlar. Doğal olarak eline bombayı alıp intikam yemini edince, üstelik arada işini gücünü bırakıp başka bir karaktere kontrast yaratmıyorsa kafalar karışıyor: “Bize en iyi dostunuz olacaklar, sizi çok eğlendirecekler demiştiniz. Biz, geyliği ancak bu şartlarda ve kendi varlığımıza hizmeten kabul ettik. E bu adam dünyayı ele geçirmeye çalışıyor? Biz ayakkabı muhabbeti için geldik, başka türlü gey istemiyoruz, aklımız karışıyor. Sevmedik, iade etmek istiyoruz”
Yaa, ama işler de öyle de yürümüyor değil mi? Bu garip şaşkınlıkları aşıp, üzerine satır satır yazı döşenmekten utanmanın zamanı geldi artık birazcık. Kontrolü elinden kaçırınca bağırmaya başlayan okul müdürü gibi korkuyla “İşin cılkı çıktı, yumuşak ajan mı olur?” diye sızlanmanın da. Ajanlar artık canları isterse kırıtıyorlar, bu onları daha kötü bir ajan filan da yapmıyor. 2012’yi huzurlarınızda “Kimseyi yargılamıyorum ama geyler ajan da olmasınlar lütfen” cümlesinden hicap duyma yılı ilan ediyorum. Çin takvimlerimize işareti hep beraber koyalım. 2012, Hicap Yılı!