Bu yazı, Niharika Pandit ve Samia Mehraj’ın 2021 yazında Kohl Journal’da yayımlanan yazısının çevirisidir.
Waqt chu gawah
Zaman tanıktır
– “Kashmiri Bella Ciao”, Zanaan Wanaan, 2020
“Hayalet yalnızca ölü ya da kayıp birisi değil, toplumsal bir figürdür; onun peşinden gitmek bizi tarihin ve öznelliğin sosyal hayatı oluşturduğu o sıkışık alana götürebilir.”
– Avery Gordon (2008; 8)
Prelüd
Türlü sosyo-politik ölçülerde 2020 hepimiz için bir yersizleşmeyi teşkil etti. Ancak bu yılı COVİD-19 sebebiyle geçici bir kopuş olarak nitelendirmek de dar görüşlü, veya en iyi ihtimalle, şedit dışlamaları ve sömürgeciliğin köklü tarihini gölgeleyen kısmi bir okuma olurdu. Hindistan ve Pakistan, 1947’deki bölünmeyle din adına yapılan katliamların ve toplu göçlerin arasından iki ayrı ulus devlet olarak çıktığında, Keşmir Hindistan tarafından gaddarca ilhak edilmiş, bu da bölgenin işgalcilerle yüzyıllardır süregiden imtihanını uzatmıştı (Wani, 2020). Geçtiğimiz 430 yıl boyunca Keşmir, Keşmirliler tarafından yönetilmedi (Halder, 2019). İki dumanı tüten “postkoloninin” arasına sıkışmış, onların siyasi tasarı ve arzularının sabit nesnesi olarak Keşmir’in pandemiyle sınavı, yeni şekillendirilmiş tarihiyle iç içe geçti. Pandeminin Keşmir’e dokunmasından altı ay önce, Hindistan hükümeti Keşmir’in bölgesel özerkliğini elinden almış, insanları haklarından mahrum bırakacak türlü kanunları onamış, gerek bedenlerin dolaşımına gerek iletişime ciddi kısıtlamalar getirmişti. COVİD-19’un ilk dalgasını atlatan Keşmir, “asayişin”, yani ulusal güvenlik adına Keşmirlilerin direnişini bastırmak için tecriti, barikatları, aramaları ve sokağa çıkma yasaklarını “dokunulmaz” hale getiren sömürgeci hamlenin siyasi yükünü taşıyordu (Shamim, 2020). Bu durum, ayrıca, Keşmir’in kendi kaderini tayin hakkını talep etmesinin de sonuçlarını barındırıyordu — ve sömürgeci devletin, Keşmirliler böylesi arzulara sahip olduğu için verdiği cezayı da. Dolayısıyla pandemi de militarize edildi ve yalnızca 2019’daki kapatmaların siyasi, ekonomik ve duygusal yükünü değil, ondan önceki yetmiş üç yılın da yükünü taşır hale geldi. 2019’un hayaletleri üstüne, milyonlarla ifade edilebilecek bir nüfusa, 0.7 milyon Hint askeri “bekçiliğinde”, yalnızca 93 vantilatör düşerken (JKCCS, 2018) Keşmir 2020’de karmaşık, şedit (Bhat ve Mugloo, 2020) ve bir o kadar felç edici bir gerçeklikle karşı karşıya kaldı.
Hint hükümeti, Keşmir’de askeri kontrol ve iskân politikalarını canlandırmakla beraber, 2019’un sonuna doğru vatandaşlık yasasındaki değişikliği (Citizenship Amendment Act, ya da CAA) onayarak komşu ülkeler Afganistan, Pakistan ve Bangladeş’ten gelen belgesiz göçmenlere vatandaşlık verdi; bu kanun, dini kimliği Hindistan vatandaşlığının bir koşulu olarak öne sürüyordu. Süreçten bu ülkelerden gelen Müslüman göçmenler ve mülteciler dışlanıyordu, ki bu da kanuna ve tüm vatandaşların kaydını tutan Ulusal Vatandaşlık Sicili’ne (NRC) karşı gerek ülke çapında gerek ulusaşırı boyutta şiddetli bir hareketlenmeye sebep oldu. NRC, mevcut Hindistan vatandaşlarına vatandaşlıklarını kanıtlamaları için keyfi taleplerde bulunurken bu iki uygulama da milyonlarca Müslümanı haklarından mahrum etme potansiyeli taşıyor (Rao, 2020). Bu tür bariz dışlamalar, Hindistan’daki Müslüman karşıtı ve kasıtlı sistematik baskıların yanı sıra, sınıf, kast, din, ikamet statüsünün ve bunlar arasındaki farkların ötesine geçen yeni ve radikal siyasi ittifaklar oluşturdu. Dalitler ve Müslümanlar arasında birliğin oluşması ve görünür kılınması için çağrıda bulunan Bhim Army lideri Chandrashekhar Azad buna örnek gösterilebilir (Kabir, 2019). Bu uygulamaların akabindeki aylarda Müslüman kadınlar Delhi, Şahin Bağ’da bir oturma eylemi düzenledi ve öğrenci eylemleri de Hindistan’ın her yerinde binlerce eylemcinin katıldığı hareketlerin kibritini çaktı. Lakin iktidardaki parti liderlerinden gelen üstü kapalı faşist söylemler, başkent Delhi’de Müslüman karşıtı bir pogroma yol açarak 53 kişinin katline sebep oldu (The Wire, 2020).
Keşmirli Müslüman bir kadın (Samia) ile Orta Hindistan’dan gelen, ayrıcalıklı bir kasta ait Hintli bir kadın (Niharika) olarak, bölgesel ve siyasi deneyimlerimiz bizi Keşmir ve bölgenin askeri kontrolü arasındaki karmaşık ve asimetrik sömürge ilişkilerine sıkı sıkıya bağlıyor. Daha somut konuşmak gerekirse, bizler farklı yerlerde seyreden tarihlerimizin ve sosyo-politik gerçekliklerimizin sonuçlarını deneyimliyoruz: Birimiz (doğuştan ve vatandaşlık üzerinden) sömürgeci bir ulus devletin parçası olmuş, diğerimiz ise sömürgeci güç tarafından Keşmirli bir Müslüman olarak kodlanmış ve ulus devlete zorla entegre edilmeye çalışılmış. Böylelikle ikimiz de bu gerçeklikleri farklı suretlerde deneyimliyoruz: farklı şekillerde olsa da, şedit mantığını üzerimizden kuran sömürgeci ulus devletin tasnif ettiği bedenlerimizin yapısal olarak konumlandırılışının gözle görülür ve bunun yanı sıra daha görünmez, elle tutulmaz, mahrem, duygulanımsal ve belki de dile getirilemeyen sonuçlarını. Yine de işte bu farklılıklar içerisinden —özünde birbirine bağlı olan— türlü mücadelelerimizi tüm ayrıntılarıyla, dağınıklığıyla ve gündelik hayatımızda beliren ve onu şekillendiren sömürgeci şimdilerimizle arşivlemenin ne anlama gelebileceğini anlamak istiyoruz. Farklılıklarımızı başlangıç noktası olarak kabul edip onları kaynağına kadar takip ediyor, aralarındaki bağlantılara, sömürgeci tortuya, onlara verdiğimiz “müşterek” ve “ayrıksı” duygusal tepkilerimize bakıyoruz.
Müşterek ve ayrıksı gerçekliklerimizi tanımlamaya ve onların kimliklerimizi nasıl şekillendirdiğini irdelemeye devam ediyoruz. Ne kadar akışkan olsalar da bunların güç asimetrileriyle, Hindistan coğrafyasının sömürü tarihiyle, kültürel ve dilsel cemaatler arasındaki yakınlıkla iç içe geçmiş olduğunu anlıyoruz (Asif, 2020). Topluca bakıldığında tüm bu katmanlar temiz ve net kategorilere ayrılamıyor. (Post)kolonyal belirsizliklerin ve (değişken) yakınlıkların arasında gündelik arşivleme pratikleri bizlere nasıl yollar açıyor? Bunun, bağlamımız içerisinde dayanışmaya ve sınırları aşmaya (Anzaldúa, 1999) duyduğumuz feminist arzu ve ihtiyaç için içerimleri neler? Veya Metha’nın (2020) da sorduğu gibi, “Birbirimize destek olurken politik bir eylem olarak hayal kurmak, tahayyül etmek, yaratmak ve sarıp sarmalamak aracılığıyla nasıl bir dayanışma meydana getireceğiz?”
Arşivleme ve bunun nasıl bir delil belgeleme yöntemi olarak ortaya çıktığı üzerine
2019 ve sonrasında Hindistan ve Keşmir’de vuku bulan olaylar sömürgeci gerçeklikler ve insanların maruz bırakıldığı dışlamalardan bağımsız değil. Lakin konumlarımıza bağlı olarak —bu dışlamaların ve doğurduğu tepkinin doğrudanlığı sebebiyle— olayların aynı zamanda bedenlerimiz ve hayatlarımız üstünde de gözle görülür bir etkisi oldu. Bunlar, Hindistan devletinin sömürgeciliğini kavrama ve buna yanıt verme biçimlerimizi şekillendirdi. Arşivlerimizin de gösterdiği üzere, bu etkiler hayatlarımıza hem duygusal hem fiziksel olarak tezahür etti. Bununla birlikte, olaylar belli dayanışma anları için de alanlar açtı, müdahalelerimizin dokusunu belirledi: arzular, umutlar ve özlemler peşinde kararlar, davranışlar ve siyasi amaçlar. Bizler bu anlardan hem kolektif hem kişisel olarak kopamayacağımızı görüyoruz, tıpkı bu olayların onları meydana getiren tarihlerden ayrı düşünülemeyeceği gibi. Lakin türlü (feminist) müdahale biçimleri için açıklıklar var/dı.
Birçok yönden yöntemimizin harcını var eden, bu olayların bizlerin, arkadaşlarımızın, ailelerimizin ve topluluklarımızın üzerindeki etkileri ve hem kolektif hem şahsi direniş biçimlerine getirdiğimiz tanıklık: Şahin Bağ’da kadınların öncülüğünde gelişen eylem Hindistan ve ötesinde başka oluşumlara ilham oldu. Eylem sırasında üretilen ve dolaşıma sokulan bilgi, gittikçe büyüyen bir aktivist topluluğu ve kamusal medya platformlarının protesto araçlarına dönüşmesi pratiğimizi derinden etkiledi. Bu dönemde arşivleme, çok sayıda eylem mekânında her şeyi kuşatan, mecralar arası bir müdahaleye dönüştü. Örnekler arasında Şahin Bağ’daki Fatima Sheikh-Savitri Bai Phule kütüphanesi, çiftçilerin eyleminin ana mekânı olan Dakha Singhu sınırındaki Şehit Baghad Singh kütüphanesi, eleştirel okuma gruplarının yaygınlaşması, üniversitelerdeki tartışma toplantıları ve açık dersler var. Eşzamanlı olarak Keşmir’de, Ağustos 2019’da internet hizmetleri kısıtlandığında, Keşmirliler tarafından kalabalık protestolar düzenlenmiş, dünyanın dört bir yanından binlerce kişi de dayanışma ruhuyla destek vermişti. Keşmir dışında yaşayan Keşmirliler, sosyal medyada dayanışma ağları; aktivistler, avukatlar ve öğrenciler için imza kampanyaları düzenlemek; Keşmirlileri desteklemek ve Keşmir’in sömürgecilik ve devlet şiddetiyle iç içe geçmiş tarihiyle ilgili bilgi üretmek için çalışma grupları kurdular. Bilgi konuşmalar, webinarlar, oturma eylemleri, kampanyalar, protestolar ve yürüyüşler aracılığıyla aktarıldı. Stand With Kashmir, With Kashmir, Zanaan Wanaan, Kashmir Solidarity Group ve Kashmir Reading Room gibi sosyal medya üzerinden türeyen topluluklar, Keşmirlilerle ulusaşırı dayanışma ağları kurmakta kilit bir rol oynadı.
Sömürgeciliğin tarihini ve hayaletlerini paylaşan genç feministler olarak radikal siyasi oluşumların ve bunların okumakta, yazmakta, arşivlemekte ve kolektif çalışmadaki ısrarını, eleştirel düşünce ve bilgi üretiminin aracı olarak görüyoruz. Bunlar mikro düzeyde dayanışmanın ve kimlikler arasındaki sınırları aşmanın, anti-kapitalist ve sömürü karşıtı feminist eğilimlerin nasıl olabileceğini (yeniden) tahayyül edebilmemizi sağlıyor. Yalnız burada şunu belirtmemiz gerekiyor: Arşivlerimiz tek seferlik bir tefekkürün dışavurumu değil — geliştiler, dönemin olayları/müdahalelerine ve bunların öncesi ve sonrasına bağlılar. Bu arşivleri tüm hamlığıyla sunuyor ve buralarda dayanışmaya dayalı varoluş biçimleri arıyoruz. Bu sürecin ayrılmaz bir parçası olsa da, bu yazı ne arşivlemenin nihai hedefi ne de amacı. Burada, düzenli bir arşivleme pratiğinin, çapraz okumaların ve birlikte yazmanın, garantisi olmayan ama kolektif yolculuklarla sürdürdüğümüz feminist politikamızın (Nagar, 2019) bir parçası olduğunu savunmak için arşivlerimizden kesitler sunuyoruz. Dolayısıyla, bizim için bu pratik hem bu yazının hem de burada değinilen olayların ve bunların bize nasıl musallat olduğunun da ötesine geçiyor.
Gündelik arşivleme: Bir deney
2019
S: Hayatım boyunca kendime, “adaleti sağlamak için” “acıyı güçlü bir silah haline getirmenin” dünyaya “katkı sağlama” şeklim olabileceğini anlatıp durdum. Belki de ancak bu şekilde mevcut durumuma teselli bulabildiğimden böylesi uğraşlara çok takılmıştım; durumumu ikna edici kanıtlarla belli bir mantık çerçevesine oturtuyorlardı ne de olsa. Genç bir kızken, “iyinin kötüye karşı zaferinin” Keşmir’deki örneği olacağıma inanırdım.
Keşmir’deki çoğu çocuk böylesi şeylere inanıyor ve büyüdüklerinde bu tür hırsların adanmışlıktan fazlasını gerektirdiğini fark ediyorlar; insan bedenleri kırılgan, acı “güce” dönüşebilir. Bu bağlamda, çoğu uzmanın da ileri sürdüğü gibi, 2019 Keşmir’in başına gelen en kötü şey değildi, ama çoğu Keşmirlinin hayatında şimdiye kadar tanıklık ettiği en kötü şeydi. Hatta, insanlara dünyalarının ne denli kolay yıkılabileceğini gösterdi. Bir keresinde, bana neden “Keşmirlilerin terörist olduğunu” soran ve kendini vatansever kabul eden biriyle konuşmuştum. Sorularını yanıtsız bıraktım: “Nihayetinde biz kazanacağız da ne demek? Medeniyetler güçle mi yerle bir ediliyor? O insanlar şimdi nerede? İnkılaplarıyla beraber onlar da öldüler. ‘Gücü olan istediğini alır. Jitna jaldi seekhoge utna acha hai tumhare liye’.”
5 Ağustos’tan sonra, birçok Keşmirli arkadaşım gibi, ben de dört ayımı tek bir odada, Keşmir’in her tarafına nüfuz etmiş dehşetin içinde boğulmuş halde geçirdim — somut bir dehşetti bu. Günlüklerim ve yazdıklarıma sızdı, beni “yakın Hintli arkadaşlarımdan” uzaklaştırdı, kariyer seçimlerimi değiştirdi ve olduğumu sandığımdan daha az gezgin kıldı. Keşmir’i her yere taşıdım. Eylül 2019’da, doğum günümde, arkadaşlarım moralimi yükseltmek için bir parti düzenlediler. Bu gibi durumlarda insanlara moral yükseltmenin pek mümkün olmadığını anlatmak zor. Doğum günü kutlamak inanılmaz bir lüks; “stabil” zamanlarda bile kutlamıyoruz biz. Ufak mutluluklarla bile yetinemeyecek konumdaki Keşmirlilerle duygudaşız. Sosyal medya üzerinden insanlara “Keşmir’deki gerçeği” anlatmaya çalışmak abes geliyordu. Dertlerimiz sıklıkla gereksiz yere teşhir ediliyor. Eğer insanlar gerçekten empati duysaydı bir şeyler söylerlerdi. Baskı ve ıstırabı anlamak zor değil. Bu tartışmalardan uzaklaşan Hintli arkadaşları düşünmek hâlâ tadımı kaçırıyor.
Dört ay sonra, Ocak’ta, bağlarımı koparmaya, uzaklaşmaya karar verdim. Keşmir’i kurtaramazdım —en azından hemen değil— ve sağlığım yerlerdeyken, içimde kontrol edemediğim bir öfkeden başka bir şey yokken, 2020’ye farklı girmeye karar verdim.
*
N: 2019 şokla ve mekânları yeniden tahayyül etmekle ilgiliydi.
Nisan ayında, ellili yaşlarının başındaki babam kalp krizinden vefat etti. Korkunçtu —çünkü dört yıllık doktora sürecimde ebeveynimi kaybetmek tahayyül edebileceğimin çok ötesinde bir şeydi— ve mahvediciydi, çünkü aramızdaki çoğu şey çözümlenmemişti; konuşulmamış travma ve acı, şimdi bedenimde suçluluk olarak konuşlanmıştı. Bunlar kabuslar halinde bana musallat olmaya devam ediyor hâlâ. Bunu anlatmamın sebebi, babamın ölümünün paylaştığımız mekânlarla süregiden ilişkimi tekrar alevlendirmesi — bize ev olması gereken mekânlar yabancı, yabancılaştırıcı ve şedit olmaya devam ediyor, ta ki bir olay her şeyi altüst edene kadar. Dahası, bu mekânları devrimci gözlerle yeniden kurgulamaya gösterilen ihtimam, duygusal emek ve tükenmişlik. Devrimci, çünkü tam da buna izin verilmediğinden. Devrimci, çünkü başka türlü hayatta kalmak mümkün olmadığı için.
Hindistan Keşmir’i bir başka işgale maruz bıraktığında 5 Ağustos’tu; birçok Keşmirli bunu Hindistan devletinin 1947’de başlayan ilhakının evlerini tamamen yutuşu olarak anladı. 1947’nin Ağustos ayı Hindistan’ın İngiliz sömürüsünden özgürleştiği tarihti. Ayrıcalıklı kastlardan gelen bizler için, “ulusumuzun” kuruluşunun en başından beri siyasi dalavereler, tutulmamış sözler ve bu toprağın insanlarının cesetleriyle dolaşık olduğunu kendimize hatırlatmamız gerçekten elzem. Sömürgecilikle bir türlü kesilmeyen bu göbek bağı, şimdi bu “postkoloniyi” Hindu üstünlüğü, Müslüman karşıtlığı, kast temelli şiddet ve kadınlarla cinsel azınlıklara yönelik nefret ile zehirledi. Hayaletler bize musallat olmak için geri döndü, belki de zaten hiç ayrılmamışlardı. Fakat varlıkları artık hayali değil. Keşmir’in ablukası örneğinde, bu hayaletler rıza yoksunluğu ve sömürgeci şiddette cisimleşti. Ve bunların hepsi bugün Hindistan’ı teşkil eden eril, militarize edilmiş Hindutva* devletinde bir araya geldi. Bu da mekânsal, duyusal bir şok olarak kendini gösterdi. Şaşırtıcı değildi, ama yine de bir şoktu.
Bunu takip eden aylarda Keşmir sessizliğe gömüldü. Keşmir dışında yaşayan bazı Keşmirliler Hindistan’ın askeri işgalini ve bu son yasadışı ablukayı titizlikle tarihsel bir perspektife oturtmaya çalışıyordu. Hintliler de çoğunlukla sessizliğe gömülmüştü, fakat bizimkisi ayrıcalığın ve liberal maskelerin verdiği bir sessizlikti. Keşmir’i özgürleştirelim, ama yalnızca iletişim yasağından. Keşmir köşeye sıkıştırılmış durumda, ama yalnızca şimdiki aşırı sağ hükümet tarafından. Bu gibi ifadeler, Hindistan’ın Keşmir’i sömürüsüne yönelik tarihsel inkârın semptomları. Çoğu Hintli için Keşmirli Müslümanlar zaten “terörist” olduğundan harcanabilirler. Londra’da olan bazılarımız buradaki dayanışma eylemlerine katıldı. Hindistan’da ayrımcı vatandaşlık kanunlarının onanmasıyla birlikte sayımız biraz da olsa arttı. Sonuçta bu şok eve daha yakındı, daha doğrudan ve tehditkârdı.
Aralık ayı protestoyla geçti. Aynı zamanda şiddetle dolu bir aydı. Müslüman kadınların Şahin Bağ’daki oturma eylemine tanıklık ettik, Jamia Millia Islamia üniversitesindeki öğrenci eylemlerini, akabindeki polis şiddetini ve Delhi’deki Müslüman karşıtı pogromu gördük. Hayatımın hiçbir noktasında Hindistan’ın bu denli ulus çapında protestolarla çalkalandığını görmemiştim. Henüz hiçbir şey nihayete ermemişti demek. Günlerim ve gecelerim felç edici anksiyeteyle, bilgi paylaşımıyla, üniversitedeki münazara ve tartışmalarla, eylem için materyal hazırlamakla, “apolitik” tanıdıklarla ve Hindistan’la ilgili kaygılı birçoklarıyla sohbetle geçiyordu.
Faşizm yalnızca bedeni yiyip bitirmekle, mekânı yeniden yapılandırmakla kalmaz. Bir yandan da günümüze gözünü diker: zamanı ve varoluşu yavaşlatır, geciktirir ve dondurur, bizlere hiçbir şeyin fark yaratmayacağını, kıyamete doğru gittiğimizi hissettirir. Hiçbir şeyin olmadığını ve kimsenin dinlemediğini (ve çoğu kez de kimse dinlemez) düşündürür. Bozgunculukla beslenir. Asalaktır. Dolayısıyla, bu ufak mekânı yeniden düzenleme eylemimde evime Pash’ın devrimci şiirlerini, protest posterleri ve kartpostallarını yerleştirdim. Her köşeden sesleniyorlardı: diren, eğit, tahrik et, organize ol. Evimin duvarlarında inkılap yazıyordu. Daha hiçbir şey bitmedi. En azından henüz değil. Ama peki şimdi ne bekliyor bizi?
Ocak-Şubat 2020
S: Keşmir ve Delhi’den ayrıldım çünkü tüm bu şehirler kimliğimin hayatımı ne denli keskin hatlarla belirlediğini her adımda bana hatırlatıyordu. Arada sırada şehirleri terk etmeyi deniyorum ve son zamanlarda bunun bedenimin bir tür savunma hali olduğunu fark ediyorum. Bedenimin bunu yapmasına izin veriyorum, çünkü bu gerçeklikten en uzağa gidebileceğim yer; inkâr. Ocak ayında iş için Hindistan’ın başka bir şehrine taşındım; ülkenin en güneyinde, özbeöz Bharati başbakanıyla övünen fazla reklam panosu yok. Müslümanlar rahat görünüyor. Her yerde alışveriş yapabiliyor, kafelere gidebiliyor, ofislerde çalışabiliyor ve Hindu arkadaş edinebiliyorlar. Namaza gitmek için müsaade istediklerinde kimse aldırmıyor. Çarşaflı kadınlar pantolonlu kadınlarla arkadaşlık ediyor. Gizlice, Müslüman bir iş arkadaşımdan gözlemlerimi doğrulamasını istiyorum. Şöyle diyor, “Yüzeyde her şey sakin görünüyor ama alttan alta kazan kaynıyor. Tıpkı yıllar önce Delhi ve Uttar Pradeş’te olduğu gibi. Her şeyin ne zaman değişeceğini bilemezsin.” Görmeyi reddediyorum; kalbimin esenliği için güvendeymişim gibi davranmam gerek. Burada bir kadınla vakit geçirmeyi seviyorum. Eyaletindeki sosyal yardım girişimlerini büyük bir tutkuyla destekliyor ve alandaki meseleleri iyi biliyor. Her gün birlikte saatlerimizi geçiriyoruz, ama bana bir kere bile Keşmir’le ilgili soru sormuyor. Hindu olmadığımı biliyor. Bir gün bana gülümseyerek eyaletinin ulu ve diğerkâm, gerçek bir Hindu kadar mukaddes bir öndere ihtiyacı olduğunu söyledi. “Bizim şehrimiz de yakında değişecek,” dedi gülümseyerek.
Geceleri Keşmir’deyken karaladığım şiirleri okuyorum, acemice yazılmış olsalar da beni eve götüren en kısa yol. Gözlerimi kapatıyor ve ceviz ağacının rüzgârda şhşhşhşh eden şarkısını dinliyorum, bazı geceler kurşun sesleri duyuyor ve kabus görüyorum. İyisiyle kötüsüyle her gece Keşmir’deyim.
Mart 2020
S: İlk kitabı Küçük Şeylerin Tanrısı’nda Arundhati Roy’un, büyük trajedilere dikkat çekmenin ve onlar hakkında konuşmanın daha kolay olduğunu söylediğini hatırlıyorum, çünkü hayattaki küçük şeyler hemen her zaman erişilemez ve nedense acı vericidirler. Ama küçük şeyler bile kocaman görünüp bütün bir hayatın akışını değiştirebilirler.
Annem bebekken babasını hatalı bir ameliyatta kaybetmişti. Babasının ölümü annemin ve kız kardeşlerinin hayatını değiştirdi. Yoksulluk içinde yaşayıp eğitimlerini tamamlayabilmek için borçlandılar; hayatlarını her bakımdan travma şekillendiriyor. Babam ise annesini karlı bir gecede yanlış müdahale edilmiş bir tümör yüzünden kaybetmiş. Ölü bedenini arabayla 50 kilometre boyunca Srinagar’dan Sopore’ye taşımış, yol boyunca her iki dakikada bir karı küremek için durmuşlar. İşgalcinin sömürgeci emellerinin ağırlığı ve sonuçlarıyla birlikte, Keşmir’den çıkan tüm hikâyeleri yoksulluk, yetersiz sağlık hizmetleri ve zayıf eğitim sistemi trajik kılıyor. “Çatışma” ve “hayat kalitesi” birbirini dışlayan olgular değil, fakat kendi kaderini belirleyebilmenin uzak bir hayal gibi göründüğü günlerde, “hayat kalitesi” neredeyse ulaşılabilir geliyor. Ben “sosyal kalkınma” alanında ilerlemeyi seçtim, çünkü Keşmir’de bir çocuğun daha ebeveynini kaybetmesini istemiyordum. Bir çocuğa, ebeveyninin yaşayabilmesi için Keşmir’deki çatışmaların sona ermesini beklemesi gerektiğini söyleyemezsiniz. Keşmirliler daha ne kadar karanlıkta bırakılacaklar? Önümüzdeki yıl okuldan mezun olacak kuşak, hayatlarının yalnızca birkaç yılını okulda geçirmiş olacak. Bu telafi edilemeyecek bir kayıp. Dışarıdan, insanlar Keşmir’deki hayatın yalnızca makro görüntülerini görüyorlar: sokağa çıkma yasakları, ölüm, kan, sloganlar, taşlar. Gündelik yaşamın en acı verici şekillerde, küçük büyük nasıl etkilendiğini görmüyorlar. En küçük, en mahrem trajedileri, kan lekelerinin nasıl yıkanıp temizlendiğini görmüyorlar. Geceleri uyuyabilmek için gösterdiğimiz çabayı; zeki, genç Keşmirlilerin tüm yaşam iradelerini nasıl kaybettiklerini görmüyorlar. Bu toplu gerçekliği yaşayan kuşakları görmüyorlar. Görmedikleri bir başka şey ise savaş yüzünden Keşmirlilerin nasıl temel sağlık hizmetlerine, eğitime ve hayata erişemediği.
“Kişide travma, zaman içinde bağlamından koparıldığında, kişilikmiş gibi görünür. Ailede travma, zaman içinde bağlamından koparıldığında, ailevi nitelikmiş gibi görünür. Halk arasında travma, zaman içinde bağlamından koparıldığında, kültürmüş gibi görünür.” (Menakem, 2017)
Pandemi ilan edildikten sonra yaptığım ilk şey, Keşmir’in bunu atlatma olasılığının ne kadar zayıf olduğunu anlamaya çalışmaktı. Hint askerlerinin denetimindeki milyonlar için 100’den az vantilatör. Yabancı bir şehirde, anne ve çocuk sağlığı üstüne çalışıyorum. Haftada beş gün, günde sekiz saat, insanların hayatını daha iyi kılabilmek için kafa patlatıyorum. Yine de Keşmir’i aynı kefeye koyamıyorum, çünkü Keşmirliler hem siyasi hem kurumsal olarak eşit değiller; bunun için delil çok ve okuması kolay. Evim gaddar bir devletin elinde, pandeminin ortasında iradem ve becerilerim var, ama bununla ilgili bir şey yapabilmek için hiç gücüm yok. Geceleri, aldığım kararlar yüzünden ağlıyorum. Keşmir Keşmirlilerde olsaydı neler yapmazdım? Düşünüyorum, denemeye ve mücadele etmeye devam eden diğer Keşmirlilerin hikâyelerine sığınıyorum. “Acımı güce” dönüştürmeyi denemiş olmama rağmen Keşmir için yalnızca dua edebiliyorum.
*
N: Doktora çalışmam için Hindistan’a seyahat ediyorum. Hindistan’daki COVİD-19 vaka sayılarındaki artış, ben uçağa bindiğimde kontrol altına alınmış gibiydi. Fakat Madhya Pradeş’te yaşayan anneme kavuştuktan sadece birkaç gün sonra, birtakım kapanmalar başladı. Haberler köylerine dönmeyi uman göçmen işçilerin imgeleriyle doluydu, polis kapanmaya uymayan kişileri acımasızca dövüyor ve insanlara çocuk muamelesi yapıyordu — bunlar mekik çekmekle cezalandırılmış, genellikle alt sınıf ve kastlara mensup insanlardı. Balkonlarında buna kahkahalarla gülen orta sınıf komşularımı duyuyorum: “E polis başka ne yapacaktı? Hak etmişler!” Sık sık merak etmişimdir, acaba hangi koşullar altında şiddet bir ulusa bu kadar kolay gelebilir?
Birkaç gün sonra, Hindistan Başbakanı Narendra Modi insanlardan, ön saflarda çalışanlara minnettarlık göstergesi olarak tencere ve tavalara vurmalarını istiyor. İnsanlar tencere tavalarıyla ya da üfledikleri deniz kabuklarıyla balkonlara çıktığında coşku sınır tanımıyor. Herkes en yüksek sesi çıkarabilmek için yarışıyor, bunu hürmetin ölçütü olarak görüyor. Hindistan’da siyaset sorgusuz sualsiz biat ve tanrı kompleksiyle el ele gidiyor. Erkek kardeşimle ben balkonda durmuş, güçlü bir şekilde tencere tavalarına vuran bazı komşularımızı izliyoruz. Annem gülerek katılıyor, “Demek ki Whatsapp’ta dönen ve koronavirüsün deniz kabuklarının titreşimleri ve dua çanlarıyla kovulabileceğini söyleyen paylaşımların sonucu bu oldu.” Üçümüz epey bir gülüyoruz. Birkaç dakika sonra kardeşim balkona gitarını getiriyor ve telefondan açtığım “Bella Ciao” şarkısına eşlik ediyor. Bir saat sonra Twitter’da geziniyorum ve Keşmirli gazeteci bir arkadaşın sessizliğe gömülmüş Srinagar’dan bir video paylaşmış olduğunu görüyorum. Tencere tava yok. Sahiden de referandum. Kendi kendime gülüyorum.
Bu tiyatro, göçmenler memleketlerine dönebilmek için yüzlerce kilometreyi yayan, aç, susuz ve dinlenmeden katederken oynanıyor. Çoğu, yolda yorgunluk ve açlıktan ölüyor. Bu sırada sosyal medya, şehirli orta sınıfın kapanmalar ve ev işlerine dair şikâyetleriyle dolu. Matruşka bebekleri misali, askeri abluka içerisindeki askeri abluka içerisinde askeri abluka içerisindeki Keşmir’e dair ise ciddi bir sessizlik var.
Nisan-Mayıs-Haziran 2020
S: Şubat 2020’de bir grup arkadaşımla kadim bir Hindu tapınağının bulunduğu bir kasabayı ziyaret ediyoruz. Her durakta, her tapınakta, her heykelde bereketli Hindu topraklarını yağmalayan “saldırgan ve barbar” Müslüman saltanatlarının bahsi var. Hava çok sıcak ve boğuluyorum, izleniyormuş gibi hissediyorum. Kasabadan arkadaş olarak ayrılmıştık, ama kasabadayken Müslümanlar ve Hindulardık. Bir noktada, Hindistan’da yaşamayan bir grup Hintli, tur rehberlerinin yaptığı bir yorumun ardından kahkaha patlatıyor: “İşte, bize yaptıkları ortada, ama şimdi durum değişti, ab ulta ho raha hai, Jai Shri Ram.” Bir Müslümana benzeyip benzemediğimi anlayabilmek için kendime bakıp durdum ve eğer politik duruşumu bilselerdi neler yaşanabileceğini düşünmeden edemedim.
Pandemi sırasında, bir apartmanda kapana kısılmışken artık kimliğimden kaçamıyorum. Keşmir’le ilgili poster ve kitaplarla dolu dört duvarın arasında, kafam onlarca kaygıyla doluyken kaçabileceğim bir yer yok. Arkadaşlar arasında, hükümete ve Hindistan’ı pandemiden kurtarma çabalarına sempati duyuluyor. Nizamuddin’de “pandemiyi yöneten” cemaatçilerle ilgili fikirlerim soruluyor. Yumuşak davranmam ve öfkemin ne kadar keskinleşebileceğini kendime hatırlatmam gerek. 2020 farklı olmak zorunda. Odamda acıdan kuduruyor, çaresizlikten parçalanıyor ve “tükürme, virüs yayma, korona cihadı” videolarının sahte oluşuyla ilgili kanıt topluyorum. Kanıtları görmesi gereken insanların önünde titriyorum. Göçmen verileriyle ilgili kaygı, göçmenlerin kendilerinden duyulan kaygıdan daha büyük. GDP, GDP’yi sürdüren yaşamlardan daha kıymetli. Zenginler itaatkâr, evlerinde kalıyorlar; fakirler cahil, pandemi sırasında yemek bulabilmek için etrafta geziniyorlar. “Başbakan ne yapabilir? Beklenmedik bir durum, pandemi. İtalya’da olanlara baksanıza.”
İçinde yaşadığım, Müslümanların çoğunlukta olduğu kolonide alkışlar ve birbirine vurulan kap kacak bizi gerçeklikle yüzleştiriyor. Sesleri kulağımda bir alarm gibi yankılanıyor. Naya Bharat [(çev. notu) Modi’nin ‘Yeni Hindistan’ı] sandığımdan daha yakın. Şimdi ona eşlik eden müziği de var. Kap kacağa vurulmasını, toplumumun bu ülkedeki kırılgan konumuyla ilişkilendirmemem gerektiğini devamlı hatırlatıyorum kendime. Benim toplumum ne ki zaten? Müslümanlar mı? Keşmirli Müslümanlar mı? Keşmirli Müslüman kadınlar mı? Keşmirli Müslüman feminist kadınlar mı? Pandemi sırasında Hindistan’da “Müslüman çoğunluklu, kap kacak döven bir kolonide” takılıp kalmış, Keşmir’deki sağlık hizmetlerini iyileştirmek ama aynı zamanda da siyasi baskıya karşı savaşmak isteyen, kamu politikaları alanında çalışan, evden kaçmış Keşmirli Müslüman feminist kadınlar mı? Nasıl oldu da sağcı bir hükümet (ülke?) her yanımızı, her yanımı acıtmayı başardı? Onlar için çalışan ne tür danışmanları, davranış bilimcileri var? Nasıl olur da kalbimdekileri Allah’tan daha iyi bilebilirler? Bu acıya karşı direnmeliyim; istedikleri de bu.
*
N: Mart sonunda araştırma için Keşmir’e seyahat etmeyi planlamıştım. Ancak kapatmalar, seyahat yasakları ve kapanan sınırlar tüm planlarımı değiştirdi. Yine de arkadaşlar ve tanıdıklarla iletişime geçmeye başladım, onlar da tüm belirsizliklere rağmen deneyimlerini benimle cömertçe paylaşmayı kabul etti. Yaz ayları, onlarla uzun uzun konuşarak, orada yaşananları belgeleyerek, duyusal deneyimleri ve duyguları arşivleyerek geçti. Saha notlarımdan ve söyleşiler sırasında yaptığım gözlemlerden bazı kesitler, sömürgeci işgalin bedenlere nasıl nüfuz ettiğine ışık tutuyor.
Temmuz-Ağustos-Eylül 2020
S: Bir keresinde Delhi’deki bir doktor, Keşmirli olduğumuzu öğrendikten sonra, hastalıktan kıvranan erkek kardeşimi tedavi etmeyi reddetti. Annem bitmek bilmez bir kaygı içindeydi: “O şehirde, pandemi sırasında virüse yakalanırsan kim sana bakacak?” Ona hak verdim; bu şehirdeki sağlık hizmetleri Keşmir’dekinden katbekat iyi olsa bile, evimde, Keşmir’de militarize edilmiş pandemide ölme riskim, bizi ezenlerin gelişmiş şehrindekinden daha azdı. Bu şehrin gelişmişliği benim için değil; vatandaşları için. Ben Keşmir’in cefasını yanımda taşıyorum. Dolayısıyla, eve geri dönmek tedbirli bir karardı.
Evde annem beni pembe güllere boğuyor. Gözlerimiz yaşlı ama henüz birbirimize sarılamıyoruz. Zaman akıp gidiyor gibi, ben de çaresizce kurtarabildiklerimi kurtarmaya çalışıyorum. Keşmir’in tamamını, bütün mekân uçup gidecek bir anmışçasına kayıt altına almaya çalışıyorum. Bunu neden yaptığımı soranlara anlatmaya çalışıyorum, ama çaresizliğimi bir türlü dile getiremiyorum. Keşmir çok çabuk değişiyor, başka bir şeye dönüşüyor, toprağını ve insanlarını kaybediyor. Ondan artakalanlar da kaybolmadan önce onları toplamalıyım. Türlü yapraklar ve çiçeklerden oluşan bir herbaryum oluşturuyorum. Çakıl taşlarının, yağmurun ve gürül gürül akan Jhelum nehrinin seslerini kaydediyorum. Annem ve babamın en güzel hatıralarını, sonra da en büyük korkularını kaydediyorum. Keşmir’in ineklerini, sabahları sokaklarda seslene seslene gezen satıcıyı, geceleyin sessizce geçip giden koyun sürülerini kaydediyorum. Bilerek kaydetmediğim şeyler ise geceleri yankılanan silah sesleri. Onlar kalıcı. Eve gelişimin ilk gecesi, silah seslerinin, özellikle de gece vakti, artık daha yaygın olduğu söylendi bana. Belki de “korkuyu sürdürmek için” atılıyorlardı: “yem chi khoof thawan bharkaraar.”
Pandemi de artık hayatlarımızın arka planında yerini alıyor, ta ki öne çıkıp her şeyi darmaduman edene kadar, sonrasında yeniden geriye çekilip yeniden ortaya çıkıyor. Keşmir’de yaşam ve ölüm ne kadar tuhaf, ne kadar yüzeysel ve sıradan.
Ekim 2020
S: Annem karnında keskin bir ağrı hissediyor; tetkikler yumurtalıklarından birinde anormal bir kitle olduğunu gösteriyor. Doktorlar kesin cevaplar vermekten kaçınıyorlar ve annemi sürekli üstlerine sevk ediyorlar. Kıdemli doktorlar acil ameliyat, diyor. Ekimden önceki aylarda, ev içinde en önem verdiğimiz konu, büyüklerimizin dış dünyayla temasını minimuma indirmekti. Şimdiyse, pandeminin ortasında birtakım tetkikler yaptırmamız ve ameliyata girmemiz, sonrasında da biyopsi sonuçlarının temiz çıkmasını beklememiz gerekiyordu. Annemin ameliyatı iki şeye dikkatimi çekti: Keşmir’in sağlık sisteminin ne denli zayıf olduğuna (Keşmir’in sağlık hizmetleri Keşmirlilerin ellerinde olsaydı neler yapabileceğimize) ve aile içinde yakınlık ve dargınlığın nasıl beraber var olabileceğine. Annemi seviyorum; onu böylesi bir acı içinde, yarı baygın mırıldanırken görmek beni çaresiz bırakıyor. Ailesini, gençliğini, özgürlüğünü özlediğinin farkına varıyorum. Ama bazen bana çok sert çıkışabiliyor. Bunun sebebinin o değil de koşulları olduğunu, çocukluğu, Keşmir, çatışmalar, bir anne, eş, kız kardeş ve öğretmen rolleri arasında gidip gelmesi olduğu konusunda kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Trajedileri onu sert bir insan haline getiriyor, tıpkı benimkilerin de beni öfkeli kılışı gibi.
Ağustos 2020
N: Yetişkinliğimde Hindistan’ın sağcı kanadında konumlanan memleketimde hiç bu kadar uzun kalmamıştım. Son on yıl içerisindeki geliş gidişlerimde buradaki şehirlerde birçok değişime tanık oldum. Oyun parklarında RSS okullarının** açılması, bölge sakinlerinin Whatsapp gruplarında toplu istihdamı, yanlış giden her şey için Müslümanları kötüleyen, bilgi kirliliği yaratan kampanyalar, her türlü başkaldırının iktidar karşıtı komplo olarak etiketlenmesi! Birkaç yıl önce, hâlâ uykularımı kaçıran bir detayı fark etmiştim. Uzak bir akrabam, bir Hindutva grubunun kıdemli bir üyesi. Ailece paylaştıkları bisikletlerinin üstünde polis ibaresi görmüş ve aileden kimin polise katıldığını merak etmiştim. Hiç kimse katılmamıştı. Akrabamın bağlantıları sayesinde almışlardı bunu, şimdi de gururla sergiliyorlardı. Hindutva, Hindistan devletinin kendisi. Hindistan devleti, Hindutva.
Şehirde kapatmalar biraz daha gevşemiş durumda ama bu kurumların safran renkli bayraklarıyla istihdam duyuruları her yerde. Geçen yıl bu zamanlar Hindistan devleti Keşmir’i abluka altına almıştı. Devlet, pandemi süresince yerleşimci politikalarına yalnızca hız kazandırdı. Keşmir’den sokağa çıkma yasağı haberleri geliyor. Bir arkadaşıma mesaj üzerinden neler olup bittiğini sordum, şöyle yanıt verdi: “Aynı şeyler, dikenli teller, kontrol noktaları falan.” Hindistan devleti, Hindistan’ın kuzeyinde, Uttar Pradeş’teki Ram tapınağının temelini atmak için özellikle 5 Ağustos’u, Keşmir’deki ablukanın yıldönümünü seçti. Burada bulunmak dışındaki herhangi bir şey için kelimelerim yetersiz; tüm bunları bu kadar yakından deneyimlemek çok acı vericiydi.
Dün meyve-sebze alışverişine çıktığımda Hindu üstünlükçüsü bir organizasyona üye olduğu kıyafetinin ve bisikletinin üzerindeki ibarelerden belli olan genç bir adam, annesinin yanında sebze satan, sekizinci sınıfa giden bir oğlanın yanına geldi. Çocuğun ailesi pandemiden çok etkilenmişti, o yüzden raflarında yiyecek dezenfekte etmek için cafcaflı spreyler sergileyen büyük bakkallar yerine hep onlardan almaya özen gösteriyordum. Genç adam, hava atarcasına, o akşam mandir’e (tapınak) gideceğini söyleyip çabucak uzaklaştı. Çocuğa bunun Ayodhya*** ile ilgili olup olmadığını sordum. Başını sallayarak adamın bu gece yola çıkacağını, sabahın erken saatlerinde varacağını söyledi. Hatta neşeyle şunu ekledi: “Korona olmasaydı ben de gider ve topraktan neev staphna [temel için kullanılan taş] çıkarırdım. Şimdi ancak havai fişek yakacağım.” O anda bir şey kafama dank etti. Belki de bu, ölen demokrasinin bedenimin içinde sesli iç çekişiydi. Ölen bir demokrasinin bedensel tezahürleri! Ölen demokrasi kendini arada bir hissettiriyor; kaygılı geceler, sosyal medyada deli gibi gezinilen günler, şimdinin dehşet sarmalını kontrol edemeyince paramparça olmak. Demokrasi tamam, ama kimin için?
Ölü bir ulusun ardından ne yazılabilir?
O akşam Diwali bayramındaki gibi tüm şehir aydınlatılmıştı (halen pandemideyiz) ama bu sefer kutlanan dini üstünlükçülüğün zaferiydi. Komşular havai fişekler patlatıyor, gürültülü şekilde dini müzikler dinliyor, diyalar [fenerler] ve süslü ışıklar yakıyorlardı. Başka şehirde oturan teyzem gururla Whatsapp’da durumunu güncellemiş, üst kastlara mensup kapalı topluluğuyla oturduğu yerde hep beraber 1001 diya yakarken safran renkli bayrağını sallıyordu. Bu, Whatsapp’ta artık “Jai Shree Ram”’la [“Zafer, Tanrı Rama’nındır”] karışık günaydın mesajları atan ve Arkhand Bharat [Tek Bir Hindistan] hayali kuran teyzem. O gün olup bitenleri unutmayalım diye bunları büyük titizlikle kaydettim. Bu gibi zamanlarda babamı özlüyorum. Belki de yoksulluk içinde yetişmesi ve bazısı ona dayatılan bazısı da kendi seçtiği sorumluluklarını yerine getirememesi, üstünlük, kesinlik ve hakikat üstünde iddiası olan projelere şüpheyle yaklaşmasını sağladı. İşte ben de burada onun paranoyasına tutunuyor ve sağaltıcı olabilecek herhangi bir şey arıyorum. Burada olsaydı, teyzeme veya coşkulu komşulara ne diyeceğini merak ediyorum. Belki de sövüp kendini içmeye verirdi. Buna karşın benim yapabildiğim tek şey ise balkona siyah bir dupatta [şal] asmaktı. Yalnızca beni daha da dibe çekilmekten alıkoyduğu için protesto ettiğimi düşünüyorum. Tamamıyla dibi boylamam daha ne kadar sürecek? Geri mi sayıyorum? Saymalı mıyım?
Birkaç gün sonra Keşmir Vadisi’ndeyim. Bir ateşin etrafında oturuyoruz, dağlarda artık geceleri soğuk oluyor. Ufak bir duraksamadan sonra çok sevdiğim bir arkadaşım soruyor: “jo khud Azad nahi hai wo humein kya Azadi denge?” [“Özgür olmayanlar bizleri nasıl özgürleştirecek?”]
Bazı düşünceler
Saatler süren sohbetler, sesli ve yazılı mesaj zincirleri, tefekkür sessizlikleri, çokça müsvedde, metin-içi yorumlar ile birbirimizin deneyimleri üstüne düşünmeyi kapsayan beraber yazma ve çapraz okuma pratiğimizde, üstümüzde derin bir etki bırakmış birçok ana parmak bastık — mesela, pazardaki konuşmalar, arkadaşlarla karşılaşmalar, yahut hiç sonu gelmeyen bir yersizlik duygusu. Bize musallat olan bu hayaletleri anlamlandırabilmek için Avery Gordon’un kavramsal diline başvurduk: Gordon’a göre hayaletler, “bir şeyin yapılmasını talep eden” bedensel bir bilgiye dönüşüyor (2008: xvi-ii). Böylece, kolektif yolculuğumuzun bir parçası olarak (Eve Sedgwick’in ardından, 1997) aynı anda hem paranoyak hem de onarıcı bir duruşu bedenledik . Birlikte yazmak, çapraz okumalar yapmak ve beraber yola çıkmak paranoyak ve onarıcı okuma biçimleri arasındaki üretken ilişkiyi hesaba katarak, ilkini patolojikleştirmeden ve ikincisini de yüceltmeden bir okuma, yazma ve feminist arşivleme pratiği geliştirebilmemizi sağladı. Böylesi bir pratik, farklı paranoyak duruşlarımızdan (örneğin, mekânsal bağlamlarımızda dayanışma inşa edecek alanların eksikliğini belirleme ve bu mekânları inşa etme arzusu) ve kendimizi içinde bulmaya devam ettiğimiz fiziksel tecrit zamanlarında onarıcı enerjiyi (yeniden inşa) etme ve ona tutunma yollarını araştırmamızdan geliyor.
Gündelik arşivleme yöntemimiz, dolayısıyla, “görünmez” bilginin, “şeylerin ardındaki şeyleri” (Gordon, 2008; 164), derinliklerine ve inceliklerine dalmayı hedeflediğimiz feminist bir buluşma alanı haline geliyor. Bu da bizi hayaletlerle yaşanan karşılaşmaların gerek maddesel gerek duygusal (affective) izlerini ve bunların süregiden etkilerinin peşine düşürüyor. Gordon’a göre, “Hayalet sadece ölü ya da kayıp birisi değil, toplumsal bir figürdür; onun peşinden gitmek bizi tarihin ve öznelliğin sosyal hayatı oluşturduğu o sıkışık alana götürebilir.” (ibid.;8). Arşivlerimizde de görüldüğü gibi, bizim için de hayaletler eksik, görünmezleştirilmiş değildi, yahut mevcudiyetlerini yalnızca o eksiklik anlarında hissettirmiyorlardı. Bilakis, bize musallat olan hayaletlerin, bağlamsal farklılıklarımızı ve bunların birbiriyle ilişkisini belirleyen, bedenlerimizdeki bazen ortak bazen ayrıksı tezahürlerini inceliyorduk. Bu ne gibi olanaklar sunuyor?
Mekânsal hayaletler
Arşivlerimizden kesitler bu dönemin bizim için bir tür yersizleşme olduğunu gösteriyor ve biz de bu duyguları, şahsi bağlamlarımızdaki sosyo-politik değişimlere yönelik bir dikkat geliştirerek saptıyoruz. Bu yersizleşme ve akabinde musallat olan hayaletler bizde farklı tepkiler doğuruyor. S, Keşmir’deki duyusal deneyimlerini kayıt altına alıyor —nehri, çakıl taşlarını, rüzgârı— çünkü bunları bir daha bulamayacağından korkuyor, N ise faşizmi gündelik hayat içerisinde mevcut kılan sıradanlıklara odaklanıyor ve bunların göründüğü kadar masum olmadığını göz önüne seriyor. Bu kaydetme eylemi, bizim için devletin işlerine ve vatandaşların suç ortaklığına bir tür tanıklık haline geliyor. İkimiz de “evimizde” olsak da bir tür “evsizliğin” izlerini görmek mümkün: Bir şeylerin doğru olmadığını seziyor ve bu anları biraz daha deşmeye çalışıyoruz. Burada fark ettiğimiz şey, bize musallat olan şeylerin birbirinden farklı olmasıyla beraber, belli bir mekânla sınırlı olmaması. Bunlar, sömürgeciliğin kendini hissettirdiği anlar. Kederimizle bizi tutabilecek bağları araştırıyoruz ve bu da bizi yakınlaştırıyor. İşte bu noktada paranoyak-onarıcı pratiğimiz bizi ayakta tutuyor. Rahatsızlık ve/ya olumsuz duygularla çalkalandığımız anları — utancı, öfkeyi, kederi, hesap sorulabilirliği (bu şahsi başarısızlıklar olarak da tezahür edebiliyor)— nahoş değil, üretici olarak görüyoruz. İşte bu anlar bizi bir araya getiriyor. Kolektif mücadelelerimizin birbirlerine bağlı olduğunu ikimiz de kabul ediyor, ancak her zaman olmayabileceğini de görüyoruz; ne de olsa bunlar yalnızca bağlantılar. Ama mücadelelerimizi, militarize edilmiş, eril, dini üstünlükçü bir devlete direnen cinsiyetlendirilmiş özneler olarak, birlikte vermemiz gerekiyor. Bunu fark ettiğimizde, Keşmir’deki özerklik mücadelesi gibi ulus devlet karşıtı hareketleri görmezden gelmiyorsa bile kendine mal eden, ya da insanların siyasi mücadelesini yalnızca internet sorununu çözmeye yahut hak ihlallerini daha geniş siyasi taleplerin bağlamından kopararak eleştirmeye indirgeyen ulus temelli aktivizmin sınırlarına da parmak basıyoruz. Arşivlerimizi düzenlerken yaptığımız konuşmalarda anlaşmazlıklardan da söz ediyoruz. Anlaşmazlıklara dair ortak deneyimimiz bizi feminist politikayı daha farklı biçimlerde yapmak üzere bir araya getiriyor ve biz de düşünmeyi, yazmayı, okumayı ve arşivlemeyi pratiğimizin bir parçası olarak görüyoruz. Bu, dayanışma odaklı var olma biçimleri ve sınırları aştığımız anları belirleyebilmemizi sağlıyor —dünyalarımızın inceliklerine bir bakış sunarken bağ kurma arzumuzu siyaseten elverişli ilave düşünceler veya yapılacaklar listesinde bir madde olmaktan öteye götürüyor. Daha analitik düzeyde, arşivlerimizi beraber okuduğumuzda, (post)kolonyal bir devletin gündelik işleyişlerini ve neyi nasıl yaptığını tanımlayabiliyoruz. Birlikte ele alındığında bu bilgiler bizim için bir açıklık oluşturuyor.
Zamansal hayaletler
Şok ve yersizlik aynı zamanda zamana dair meseleler. Zamanı yavaşlatarak, hızlandırarak yahut dondurarak ona dair deneyimlerimizi karmaşıklaştırıyorlar. Kolektif sürecimizde bize musallat olan siyasi olayların ani ya da istisnai olmadığını, vuku bulmalarının yıllardır süregelen bir sürecin sonucu olduğunu görüyoruz. Yine de olayların gelişme hızı ve bedenlerimizdeki tezahürü onları sarsıcı kılıyor. Bu olayların zaman algımızı nasıl etkilediğini anlayabilmek için derinlerine iniyor ve somut etkilerini irdeliyoruz; niye bizi sarsıyorlar? Şunu fark ediyoruz: Sömürgeci ve faşist projeler doğrusal bir zamansallık kurmayı amaçlıyor. “Keşmir artık gelişecek; tarih boyunca yapılmış yanlışları düzelterek görkemli bir geleceğe doğru ilerleyeceğiz; acche din aayenge [güzel günler gelecek].” Bu projeler aynı zamanda deneyimlerimizi denetleyerek kontrol etmeye çalışıyor. S’nin saatler süren ve tartışmalar sona ermiş olsa bile etkileri devam eden sosyal medya etkileşimleri bunu gösteriyor. Devletin oturtmaya çalıştığı doğrusal zamansallığa karşın kolektif “uyuşmazlık” anlayışımız, tam olarak da bu doğrusallığa meydan okuyan bir deneyim. Bu uyuşmazlık deneyimiyle kalmak ve bize sunduğu imkânları takip etmek önemli. Yavaş yavaş ilerliyoruz: Buna zaman verip beraber yazarak, çapraz okumalar yaparak ve arşivleyerek bunu kolektif şekilde yapmaya karar veriyoruz. Bu süreç bizi sarsan politik olayları tarihselleştirmeyi içeriyor: daha uzun bir sömürge tarihinin sonucu olarak Keşmir’deki yerleşimci sömürgecilik, göçmenleri kilometrelerce çıplak ayak yürüttükten sonra dezenfektan spreylere maruz bırakan sınıfçı, kastçı damarlar. Bu pratiğin ima ettiği, ilerleme ve gelişim anlatılarını reddeden, belirsizlik ve yersizliği benimseyen bir politika. Daha geniş çerçeveden bakıldığında, böylesi onarıcı anlar, her an mevcut ve gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen detaylardan çok, tam olarak arşiv, okuma ve var olma pratiklerinde inşa ve muhafaza edilmesi gereken şeyler.
Hayaletlerin değişen biçimleri
Bize göre, feminist dayanışma için olanaklar ararken, sınırları aşma meselesi aşkınlıkla ilgili değil. Paranoyak-onarıcı arşivleme pratiğini bedenlediğimizde, özneliğimizi oluşturan güç ilişkilerini geride bırakabileceğimizi veya dolaşıklıklarından kurtulabileceğimizi öne sürmüyoruz (Trisal, 2020). Ayrıca bu pratiği kafa karışıklarımıza kolay bir “çözüm” ya da tek bir yerden, güçten ve ayrıcalık üzerinden ilerleyenlerde olduğu gibi, sömürgeci gerçekliklerimizi hafifletme potansiyeli olan bir egzersiz gibi görmüyoruz. Veya onarıcı pratiği harekete geçirerek suç ortaklığını azalttığımızı, “iyi bir şey yaptığımızı” ya da en azından var olan “kötülüğe katkı sağlamadığımızı” iddia etmenin mümkün olabileceğini (Wiegman, 2013) düşünmüyoruz. Doğrusu bu, benimsemeyi umduğumuz feminist pratiğe içkin içgözleme ters olurdu. Onun yerine, bu düşünceleri bağlamlarımızdaki çatlaklardan sorguluyoruz, onların ötesinden değil. Bu çerçevede, rahatsızlıklarımızla kalıyor ve zayıf veya noksan bağlantılar boyunca birbirimize destek olmayı ve bağlantı kurmayı umuyoruz.
Üzerimizde tahakküm kuranın, sömürgeci gündemlerin yalnızca yapısal tarafları olmadığını fark ediyoruz. Gündelik deneyimlerimiz de türlü şekillerdeki hayaletler ve onların ardında bıraktıklarıyla çepeçevrili. Bunlar geçmişte olmuş olan ve gelecekte de vuku bulabilecek şedit olayların izleri olabilir. Ailelerimizden de bazı hayaletler miras kaldı tabii: yetersiz sağlık hizmetleri yüzünden bir aile üyesinin kaybı, tanıdıklarımızın faşist projelerle suç ortaklığı. Bazı hayaletlerin somut tezahürleri var — ölümler, gece atılan silahlar, Srinagar’da Shankaracharya tepesindeki kamplar, etraftaki askeri güçler, sokaklardaki kan, vurulan kap kacağın sesi. Tüm bunlar içimizde bir uyuşmazlığa yol açıyor ve hayatımızda sürekli etki yaratmaya devam ediyorlar. Tefekkür anlarımıza, arşivlerimize, sohbetlerimize, yazdıklarımıza ve dünyayla kurduğumuz ilişkiye nüfuz ediyorlar. Nahoş olsalar da bu hayaletlerle olan deneyimlerimiz birbirimizle konuşmamızı mümkün kılıyor. Bunları, bağlantılar keşfedebilme umuduyla birbirimizle paylaşıyoruz. Onları haritalandırıyor, ayak izlerini takip ediyor, birbirlerini nasıl beslediklerini görüyor ve onlarla bağları koparma yolları tahayyül ediyoruz. Bu “eylem” tutunmak istediğimiz bir dayanışma anı. Bize musallat olan hayaletler farkında olmadan bizi bir araya getiriyorlar.
Sonuç niyetine
Hindistan ve Keşmir’deki kamusal tahayyül, 2019 ve 2020’yi iki bölgenin tarihinde dönüm noktası olarak kabul etmek üzere kurgulandı. Bu iki yılı, vuku bulan olayların ışığında ama daha çok dünyalarımız üstündeki etki ve doğurdukları tepki üzerinden ele alıyoruz. Bu olaylar ve etkileri, her birimiz için farklı olsa da, koşullara bağlı ve sömürge tarihiyle iç geçerek hayatlarımızı ciddi ölçüde etkilediler. Bu olaylara tanıklık etmekle meşgul olduğumuzdan, düşüncelerimiz, duygularımız, yaslarımız ve sınırları aşan dayanışma ihtiyacımız üstüne düşünecek çok az yer kalıyor hayatımızda. Bu bağlamda, arşivlerimiz —saha notlarımız, günlüklerimiz, sohbetlerimiz, çapraz okumalarımız— sömürgeciliğin ürettiklerini ve bu yıllara damgasını vuran düşünceleri belgeleme yolu haline geliyor. Bu yazıda paylaştığımız, tartıştığımız ve irdelediğimiz, işte bu mahrem notlarımız. Bilerek kendimizi bedensel, siyasi, maddesel bir “şimdi”de konumlandırıyoruz ve bu şimdiyi tarihsel olanla, derinde gömülü olanla ilişkilendiriyoruz. Bu süreçte, sizlere en ham ve mahrem tepkilerimizi sunuyoruz; bunlar memleketlerimizin bize musallat olan hayaletlerinin bir dökümü. Bu hayaletler aracılığıyla da okuma ve yazmanın samimi bir ilişkilenmeye dönüştüğü bir buluşma alanı inşa ediyoruz.
“Görünmez” bilgiyi, “şeylerin ardındaki şeyleri” bulmak için yola çıkarken tüm cevapları bulacağımızı, veya bu çalışmanın dayanışma yolunda nihai bir feminist yol haritası olduğunu iddia etmiyoruz. Bir “son söz” pek de mümkün değil (ki öyle bir şey varsa). Asıl çabamız gözlemlemek, meydan okumak ve sohbet etmek. Tepkilerimizi ve tarihlerimizi anlamlandırmak ve hayaletlerin hayatlarımızda belirme şekillerinin kontrolünü ele almak istiyoruz. En önemlisi, bunu yaparken yârenlik arıyoruz. Okuma ve yazma pratiğinde, bağlamsal ve mekânsal açmazların ve uyuşmazlıkların arasından ilerleyerek, somut bir dönüşüme yol açabilecek yan yana gelme yolları tahayyül ediyoruz. Bu yazı, bu ilişkiyi somutlaştırma çabası. Köprüler inşa etmeye, sınırları aşmaya ve bu şekilde de sömürgeci geçmişlerimize küçük ama sürekli adımlarla meydan okumaya devam etmeyi amaçlıyoruz. Her yere uzanan, üstü örtük ve meşrulaştırılmış devlet baskısı karşısında dayanışmanın ulusaşırı ve samimi inşası, sömürge karşıtı hareketleri yeşertmek ve sürdürmek için alanlar açabilir.
Çevirmenin notları:
*Hindistan’da Hindu milliyetçiliğini destekleyen siyasi hareket.
**Hindistan’ın iktidar partisinin ideolojik rehberliğini üstlenen Rashtriya Swayamsevak Sangh’ın yerel şubeleri.
***Uttar Pradeş’te, Ram Tapınağı’nın inşa edildiği şehir.
Kaynakça
Anzaldúa, G., 1999. Borderlands / La Frontera: The New Mestiza. San Francisco, CA: Aunt Lute Books.
Asif, M., 2020. The Loss of Hindustan. Harvard University Press.
Bhat, B. and Mugloo, S., 2020. Kashmir’s Displaced Struggle to Survive Amid COVID-19. The Diplomat. <https://thediplomat.com/2020/05/kashmirs-displaced-struggle-to-survive-amid-covid-19/>
Gordon, A., 2008. Ghostly Matters. Minneapolis: University of Minnesota Press
Halder, T., 2019. Kashmir’s struggle did not start in 1947 and will not end today. Aljazeera.com. <https://www.aljazeera.com/opinions/2019/8/15/kashmirs-struggle-did-not-start-in-1947-and-will-not-end-today%3E>
JKCCS, 2018. Annual Human Right Review 2018. Srinagar. <https://jkccs.net/wp-content/uploads/2018/12/Annual-Report-2018.pdf>
Kabir, A., 2019. Chandrashekhar’s azadi with swag: The fabulous mystique of the Bhim Army chief. Scroll.in.<https://scroll.in/article/947721/chandrashekhars-azadi-with-swag-the-fab…>
Mehta, A., 2020. Embodied Archives of Institutional Violence and Anti-Racist Occupation – Reading Julietta Singh’s ‘No Archive Will Restore You’ in the University. feminist review. <https://femrev.wordpress.com/2020/08/28/embodied-archives-of-institution…>
Menakem, R., 2017. My Grandmothers Hands: Racialized Trauma and the Pathway to Mending Our Hearts and Bodies. Central Recovery Press.
Nagar, R., 2019. Hungry Translations: Relearning the World through Radical Vulnerability. (1 ed.). Champaign: University of Illinois Press.
Rao, R., 2020. Nationalisms by, against and beyond the Indian state. Radical Philosophy. <https://www.radicalphilosophy.com/commentary/nationalisms-by-against-and…>
Roy, A. 1997. The God of Small Things. Penguin Random House.
Sedgwick, E., 1997. Paranoid Reading and Reparative Reading; or, You’re So Paranoid, You Probably Think This Introduction is About You. Novel Gazing: Queer Readings in Fiction. Duke University Press.
The Wire. 2020. Delhi Riots Death Toll at 53, Here Are the Names of the Victims. <https://thewire.in/communalism/delhi-riots-identities-deceased-confirmed%3E>
Trisal, N., 2020. “The Kashmirization of India”: Comparison, Solidarity, and “Paranoid” Reading. Association for Political and Legal Anthropology. <https://politicalandlegalanthro.org/2020/08/14/the-kashmirization-of-ind…>
Shamim, F., 2020. Culture of Institutionalised Impunity and Violence in Indian Occupied Kashmir (IOK). Ssii.com.pk. <https://ssii.com.pk/wp-content/uploads/2020/01/Culture-of-Institutionali…>
Wani, R., 2020. Why Kashmir Faces the Greatest Existential Battle in Past 500 Years. Storiesasia.org. <https://www.storiesasia.org/why-kashmir-faces-the-greatest-existential-b…>
Wiegman, R., 2013. 2013 Duke Feminist Theory Workshop Keynote Robyn Wiegman. <https://www.youtube.com/watch?v=JwPHNTO3ZBM&ab_channel=DukeWomenStudies>
Ana görsel: Srinagar’daki boş ve geçişe kapatılmış Sıfır Köprüsü’nün (Zero Bridge) girişi, Ekim 2019