Sohini Chatterjee’nin Feminism in India’da yayımlanan ‘The Violence Behing Outing Someone and the Fatality of Queer Silence’ başlıklı yazısının çevirisidir.
Dayım, beni ifşa etmek için anneme telefon ettiğinde ben evde değildim. Konuşmaları, bütün ‘yüz kızartıcı’ şeyler gibi, açık açık söyleme cesaretini gösteremeden imalar üzerinden ilerlemişti. Yine de annem konuşma sırasında ‘kuir’ kelimesi açıkça söylenmiş gibi yerin dibine girmişti. Annem dayımın söylediklerini bana kelimesi kelimesine anlattı. Bu olayın onu kötü etkilediği belli oluyordu. Anlaşılan dayım arkadaşlarımla çekildiğim bazı önemsiz fotoğrafları görmüş ve bir an önce bir adamla evlendirilmem gerektiğine karar vermişti. Fotoğraflar kendiliğinden kuir olmasa bile demek ki kuir bir havaları vardı.
O güne kadar sosyal medyaya koyduğum bütün fotoğrafları teker teker aklımdan geçirdim. Hepsi gayet sıradan fotoğraflardı. “Beni ele veren neydi?” diye düşündüm. Bana sorsanız, feminen tipim sayesinde hiç uğraşmadan bütün akrabalarımı heteroseksüel olduğuma ikna etmeyi başarmıştım. Bu görünmezlik beni vefakâr bir şekilde koruyan bir ayrıcalıktı aynı zamanda. Açıkçası, natrans (cisgender) heteroseksüel dayımın kuir aşktan anlayacağı, hem de bunu Whatsapp profilime koyduğum fotoğraflardan anlayabileceği hiç aklıma gelmemişti.
Ben bu adamın benim sırrımı nasıl keşfettiğini anlamaya çalışırken annem rahatsız edici bir itirafta bulundu. Benim kuirliğim yıllardır ailenin ağzına sakız olmuştu zaten. Dayım fotoğraflardan konuyu açmış olsa da dedikoduların ve yapılması gerekenlerin tek sorumlusu fotoğraflar değildi. Dayım benim rızam olmadan kuirliğimi herkese duyurma haddini kendinde görüp kuirliğime çözüm olarak evliliği göstermeden yıllar önce kuir olduğumu söylediğim annem, “Üzüleceğini bildiğim için sana söylemedim,” dedi.
Her kötü hikâyenin bir başlangıcı vardır. Benimki şöyle başladı. İlk defa bir kadınla çıkmaya başladığımda 19 yaşındaydım. O benim için mükemmelliğin tanımıydı. Uzun lafın kısası iki yaz boyunca bulutların üzerinde gezdim. Genç olmanın ve aşkın verdiği coşkuya kapılarak kuzenime kuir olduğumu söyledim. Kuzenim duyduklarını şaşkınlıkla – ya da neşeyle – karşıladı. Bana açık bir düşmanlıkla ya da suçlayıcı bir şekilde yaklaşmadı.
O zaman o kadarı bana yeterli gelmişti. Şimdikinden çok gençtim, daha saftım, üniversiteye başlayalı daha 1 yıl anca olmuştu, kuir olduğumu kimseye söylememiştim ve görünmez olduğum bu heteronormatif dünyada kuir hayatımı nasıl sürdüreceğimi çözmeye çalışıyordum. Kuir biri olarak görülmeyi istememin altında kuirliğimi onaylatma arzusu yatıyordu aslında ve bu onaylanmayı da yakın birinden görmek istiyordum.
O zamanlar yakınlıktan anladığım şeyin ne kadar yanlış olduğunu görüyorum şimdi. Hayatı sınırlarda yaşarken yakınlık anlayışınız kırılgan olabilir – size göre herkes potansiyel yabancıdır. Sonsuz, değişmez bir gücüm olsun isteseydim eğer sağduyunun gücüne, ilim irfana sahip olmak isterdim. Kuzenime kuir olduğumu söyleyerek aslında anne tarafımdaki bütün akrabalarıma kendimi ifşa ettiğimin farkına varabilseydim keşke. Keşke bunların hiç istemediğim bir şekilde aşağılanmayı da beraberinde getireceğini bilebilseydim.
Kuir olduğumu bilen kuzenimin annesi, akrabaların bir araya geldiği benim olmadığım bir zamanda kuir olduğumu herkese söylemiş. O zamandan beri de sülalenin bitmek bilmeyen dedikodu malzemesi ben olmuşum. Herkes benim ne olduğumu konuşuyor, keşke böyle olmasa diyor ya da ileride böyle olmaktan vazgeçeceğimi umuyormuş. Herkes benim kuirliğimi – şefkatle yaklaştığım o parçamı, benliğimin bana ilham veren parçasını, varlığına şükretmeyi öğrendiğim parçamı ya görmezden geliyor ya da kınıyor.
Annem pişman olmuştu, “Dayını bir daha aramayacağım,” dedi. Tutamayacağı bir söz verdiğini kendisi de gayet iyi biliyordu. Gözümdeki perde kalktıktan ve bulmacanın bütün parçalarını bir araya getirdikten sonra, ailecek toplandığımız zamanlarda hemen hemen her seferinde yengemin bana ne zaman evlenmeyi düşündüğümü ya da evlenmek isteyip istemediğimi neden sorup durduğunu anladım. Bunlar, ısrarla yapmayı reddettiğim itirafın arayışında olan sorulardı.
Yapılan muhabbetleri ve o muhabbetlere sebep olan yıllardır yapılan varsayımları düşünüyorum şimdi, düşündükçe sinirleniyorum. Beni ifşa eden, güvenimi sarsan, kuirliğimi aşağılayan, özelimi hiçe sayan herkesin bana yaptığı haksızlığa ve kuirliğimi bir köşeye atılabilecek bir şeymiş gibi gören herkese kızgındım. Bağırmak, ağlamak, bir şeyleri kırmak istiyordum. Ama en çok da ne şekilde olursa olsun kuir birinin bilgisi ve izni olmadan onu ifşa etmenin ve romantik, cinsel ahlaksızlığımızın cezası olarak özgürlüğümüzün elimizden alınmasını istemenin ne kadar vahşi ve etik dışı bir şey olduğunu telefonu elime alıp o insanlara söylemek istiyordum.
Sürekli birbirinden beslenen heteronormatiflik, hetenormal kurumlar, kural sistemleri ve ilişkileri şiddetin ta kendisi. Şiddetin bazı halleri gizlice uygulanır ama size bir panoptikonda[1] mahsur kalmışsınız gibi gelir, isteğiniz dışında sizi izleyen gözlerden kaçış yokmuş gibi hissedersiniz. Sizin sınırlarınıza sistem karar verir. Ancak, bu haksızlığın farkında olmanıza rağmen herhangi bir şekilde hiddet ya da öfkenizi göstermenize izin verilmez. Bu da başlı başına haksızlıktır zaten.
O akrabalarımla arada sırada görüşüyorum. Her görüştüğümüzde onlarla yüzleşmek, bana uyguladıkları şiddeti açık açık söylemek, bilmezlikten geldikleri haksızlıkları onlara hatırlatmak istiyorum. Ancak görgü kuralları haklı öfkemi bastırmayı başarıyor. Ben de kendime hâkim olup gülümsüyorum ve kibarca muhabbete katılıyorum.
Kendimle yaşadığım çekişmelerden öğrendiğim şey şu: yaşadığım acıyı anlatmanın bir yolu var ama acım ortaya çıktıktan sonra sığınacak güvenli bir yerim ya da huzurum olmayacak. Öfkeye yer yok. İyileşeceğinizin garantisi yok. Cishet (cisgender heteroseksüel) nezaketi kuir bireyler için sorun teşkil ediyor. Öfkemizin normatifliğin eleştirisi ve protestosu olarak anlaşılabileceği güvenli alanlar yaratmıyor. İletişim kurma ve hoşgörü göstermenin her türlü yolu kapalı ve imkânsız hale gelmiş durumda.
Bu duygusal imkansızlıklar, bizim sistematik ve kurumsal olarak sürekli karşılaştığımız haksızlıkların ve şiddetin hem nedeni hem sonucu oluyor. Nelerin konuşulabileceği, kimin nasıl konuşabileceği cinsel maduniyetin siyasi trajedisini tanımlıyor. Sesimi bastırabilen, uyguladığı şiddet kuir hayatım ve bedenim üzerinde kurulan heteronormatif kontrolün kabul edilen bir türü olan ve beyanları benimkileri geçersiz kılan insanlarla aynı dili konuşabilmem mümkün değil.
Konuşmadığımız şeyler hikayemizin başlangıcı oluyor. Kuir insanlar için sessizlik nadiren bir tercih oluyor. Bize yaptıkları baskılarla sessizliği dayatıyorlar, kendi tercihimizmiş gibi davranmamızı istiyorlar. Sessizlik bize fiziksel açıdan güvenlik sağlarken duygusal açıdan bizi savunmasız bırakıyor. Hayatta kalabilmek için adil olmayan pazarlıklar yapmamız gerekiyor. Doğruculuk adı altında yapılan ayrımcılık çoğunlukla bizim aleyhimize oluyor. Kuir olmak demek sessiz kalarak yaşamak zorunda bırakılmak ya da görüş ayrılıkları nedeniyle reddedilmek anlamına geliyor. Her ikili gibi bu durum da değişmez olduğu kadar vahşi aynı zamanda.
Hindistan Ceza Kanunu’nun sömürge döneminde kabul edilen, iki tarafın da rızası olduğu eşcinsel ilişkileri suç olarak tanımlayan 377. maddesi Eylül 2018’de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Kuir yaşamlarımıza uygulanan ambargo kaldırılmış olabilir ama gözü üzerimizde olan ve bizi kontrol altında tutan hetero-ataerkil sistemler gücümüzü elimizden almaya devam ediyor.
Bu yasanın iptali bizi normalleştirmek isteyenler tarafından önemsiz kılınıyor. Bizim varlığımızı inkâr ettikleri gibi bunu da vahşi yargıları ve çıplak küstahlıklarıyla inkâr ediyorlar. Onlara göre, Hindistan’da tarih boyunca kuir ve trans bireylerin verdiği mücadeleler hiç yaşanmadı.
Kuir tarihi görmezden gelmeyi, verilen mücadeleleri inkâr etmeyi ve ülkenin en yüksek mahkemesi tarafından kabul edilmiş hukuka iffetsizce aykırı hareket etmeyi seçmek onların gücü. Kendimizden utanmamız ve ailemizin kuir olduğumuz için utanç duyması ise bizim güçsüzlüğümüz. Sessiz kalarak hala yasadışı bir şey yapıyormuşuz gibi davranmamıza neden olacak kadar güçsüzleştiriliyoruz.
Hayatımı iki farklı dünyada yaşıyorum. Birinde siyasetimi, direnişimi biliyorum, konuşuyorum ve yazıyorum. Diğerinde sessizliğime yeniliyorum. Bu sessizlik sadece benim sessizliğim değil. Bu annemin de sessizliği ve benim utancıma ait olduğu kadar onun utancına da ait. Sessizliğim hepimizi korusa da beni bazen koruyor bazense zayıf bırakıyor. Kuir olduğum için yazıyorum; sessizliğimi son verecek olan yolculuğuma başladım.
[1] İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu dairesel hapishane modelidir. Modele göre mahkumların mahremiyeti yoktur ve gardiyanlar tarafından her an kolayca izlenebilirler.
Ana görsel: Ayşe Halid, Sessiz Kaldığımda, 2017. Berlin Zilbermann Gallery.