Bu yazı Marina Colerato’nun 2018’de Daterra Rituals’da yayımlanan yazısının çevirisidir.
Çevirmenin önsözü
Feminizm, ortaya çıktığı günden itibaren güçlenip evrildikçe kapsamını da genişletti. Bugün amacı sadece ikili cinsiyet sisteminin merceğinden eşitliği sağlamanın çok ötesinde artık. Feminizm bugün hem ırk, dil, cinsiyet gibi bireysel ve toplumsal kimlikleri oluşturan çeşitli katmanları gözeterek tüm insanlar arasında, hem de türcülüğe karşı bütün bir ekosistemde eşitliği sağlamanın peşinde.
Feminizmin doğayla ilişkisini ele alan bu yazı, bir yandan feminist amaçlarımızın hayvanları da içine aldığına vurgu yaparken, bir yandan da feminizmin bu yönünün ne denli geri plana atıldığına, hatta neredeyse hiç görülmediğine dikkat çekiyor. Dünyada ekofeminizmin yükselişine şahit olduğumuz bu yıllarda, okuyacağınız yazının alanla ilgili bir giriş niteliği taşıdığını düşünüyorum. Çünkü bu yazı, eril tahakkümün tüm doğayı nasıl zehirlediğini görmemiz ve bu düzene boyun eğmememiz için yapılan çağrılardan yalnızca biri. Umuyorum dünyada ve Türkiye’de, ekofeminizm konusunda çok daha fazla yazarız, çok daha fazla metin çeviririz. Feminist mücadeleye güç veren kalemlerimiz, hayvanlar ve tüm doğa için de ses olsun!
*
Feminist bir kadın bana feminizm ve veganlığın kesişimselliği ile ilgili sorular yönelttiğinde, bir anlığına feminist meselelere duyduğum hevesin kırıldığını hissetmek kaygılandırıcıydı. Anlamıyorum, feministler neden hâlâ hayvanlara ve kadınlara uygulanan baskıların benzerliğini görmekte zorlanıyorlar?
Şaşırtıcı bir şekilde, feministler de dahil çok az kişi bir ineğin (tıpkı diğer memeli hayvanlar gibi) süt vermek için hamile kalmak ve doğurmak zorunda olduğu gerçeğinin farkında. İnekler, sırf yeni doğmuş yavruları kendilerinden koparılıp dana eti olarak satılsın ve bizler de onlara ait sütü çalıp satabilelim diye, düzenli olarak (“tecavüz askısı” denilen bir alet kullanılarak) zorla hamile bırakılıyor. Bu muamele her bakımdan cinsel şiddetle aynı şeye tekabül ediyor. Dişi hayvanlar ömür boyu köleliğe mahkûm edilirken bu hayvanların üreme sistemleri insanların zevk ve kazancı için sistemik olarak sömürülüyor.
Bu noktada vegan-feminist savlar çok net ve makul: Nasıl oluyor da tıpkı insanlar gibi duyguları olan bir canlının sistemik istismarı [1] kabul görüyor? Neden neo-feminist hareket, daha doğrusu bu harekete güç ve hayat veren kadınlar, erkek egemen bir sistemde kadınlar ve hayvanların eşit oranda baskı gördüğünü ve bu yüzden et ve süt ürünlerinin tüketimine sorgusuz sualsiz boyun eğmenin baskı kültürüne razı gelmek anlamına geldiğini fark edemiyor?
Tanınmış kuramcı ve aktivist feministler evliliği, heteroseksüelliği, tekeşliliği ve/veya anneliği reddederek davranışları ve yaşam tarzlarıyla hâkim sisteme karşı verdikleri mücadeleyle tanınıyor. Audre Lorde, Judith Butler ve Simone de Beauvoir bunun başlıca örneklerinden. Öyleyse onlar ve onlar gibi kadınlar neden et ve süt ürünlerinin cinsel politikasından hâlâ kurtulamıyor?
Her kesimden kadının yaşadığı türlü gerçekliğin üzerine eğilecek kesişimsel bir söylemin eksikliğini açığa çıkaran siyah feminizmin ihtiyaçlarını ve gündemlerini görmekte beyaz feministlerin gösterdiği direnci düşündüğümde, bir toplumsal hareketin zayıf noktalarının analiz edilebilmesi ve anlaşılabilmesi için biraz daha sabır gerektiğine inanıyorum. O halde, bu zayıflıklar hakkında daha sık ve anlaşılır biçimde konuşmak zorundayız.
İlk olarak, feminist hareketin (ve herhangi bir hareketin) içindeki kırılganlık alanlarından bahsetmenin yapıcı bir eleştiri olarak anlaşılması gerektiğini netleştirmek önemli. İkinci olarak, bir yandan dişilleştirilmiş protein tüketen, diğer yandan kadınların özgürleştirilmesini talep eden bölünmüş feminist söylem içerisindeki mantıksızlık üzerinden tüm sorumluluğu günümüz feministlerinin omuzlarına yüklememeliyiz. [2] Veganlık ve feminizmin kesişimselliğinin önünde dikensiz bir yol yok. Aksine, etrafı çarpık değer katmanlarıyla örtülü, aynı zamanda da cinsiyetçilik ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden pek de farklı olmayan şekilde baskın bir kültürün etkisi altında.
Vegan-feminist söylem 19. yüzyıldan bu yana hayatımızda. Ancak bu söylem bugün hâlâ, beyaz veya siyah fark etmeksizin, feminist hareketin içinde yer edinmek ve yaygınlaşmak için mücadele veriyor. Peki neden?
Ben amaçlar hiyerarşisine inanmıyorum (örneğin, “önce ırkçılığa son verelim, sonra türcülüğü düşünürüz”). Bunun yerine, daha bütüncül ve dikkatli incelemelerin eksikliğinin yanı sıra, çok az sayıda feministin bu konuya değindiğini fark ediyorum.
Tarihsel Çarpıtma
Vegan-feminist hareketin durağanlığının açıklaması, vegan-feminist yazının tarihsel olarak çarpıtmasında görülebilir. Bugünkü feminist söylemin büyük bir kısmının 20. yüzyılın ikinci yarısına ait metinlere odaklandığını ve bunların neredeyse hiçbirinin erkek egemenliği ve etçillik arasındaki ilişkiyle ilgilenmediğini göz önüne aldığımızda, 19. yüzyılda serpilmeye başlayan vegan-feminist söylemin yakından incelenmesine (ve devamlılığına) dair eksikliği anlamamız kolaylaşır [3].
Günümüzde kendini vegan-feminist aktivizmin yayılmaya başladığı 18. ve 19. yüzyıllarda yazılanları anlamaya adayan çok az sayıda feminist var. 20. yüzyılın ilk yarısına kadar vegan-feminist hatta oldukça fazla tartışma görmek mümkün olsa da vegan söylemin irdelenmekten ziyade, en iyi ihtimalle göz ardı edilmeye ya da çürütülmeye meyilli olduğunu fark etmek zor değil.
Dolayısıyla, bu durumda çarpıtma galip geliyor ve vegan-feminist hareket kırılgan konumunu koruyor. Carol J. Adams da Etin Cinsel Politikası adlı kitabında bu konuya dikkat çeker. Adams, birçok önemli feminist yazarın erkek baskısıyla mücadele etmek için bir araç olarak kullandığı veganlığa tarihçilerin yeterince ilgi göstermediğinin üzerinde durur. The History Of Woman Suffrage (Kadınların Oy Hakkının Tarihi) gibi önde gelen yayınların ise, ABD’de kadınların oy hakkını destekleyen vejetaryen ve hepçil mücadeleciler arasındaki yanlış anlaşılmaları konu dışı bıraktığını belirtiyor.
Bunlara ek olarak Adams, feminist, eğitimci ve yazar Mary Wollstonecraft’ın kızı Mary Wollstonecraft Shelley’nin Frankenstein ya da Modern Prometheus adlı romanına yapılan edebi eleştirilere de dikkat çekiyor. Özellikle de Shelley, eşi Percy Shelley ve Lord Byron arasındaki konuşmaların dışında tutulmasına tepki olarak “yaratığı” araçsallaştırdığından, Frankenstein’ın hatırı sayılır oranda feminizm vurgusu taşıması eleştirmenlerin takdirini topluyor. Öte yandan eleştirmenler, yazarın vejetaryenliğini ve bunu yaratığın yeme alışkanlıkları üzerinden nasıl karmaşık bir şekilde yansıttığını göz ardı ediyor. Bu yüzden de Frankenstein, vejetaryen-feministliği desteklemesine rağmen, yalnızca feminizme verdiği destekle bilinen bir roman haline geliyor. Adams da Etin Cinsel Politikası’nda tam olarak bunu sorguluyor:
“Son otuz yıl içinde eşi benzeri görülmemiş bir eleştirel ilgi toplayan ve hemen her açıdan titizlikle incelenen bir eser için, ‘yaratığın’ vejetaryenliğinin yorumların dışında bırakılması gerçekten dikkat çekici.”
Başka bir örnek ise, önde gelen feministlerin vejetaryenliklerinin nasıl rahatlıkla gölgede bırakıldığına yönelik. We Are All Lesbians (Hepimiz Lezbiyeniz) adlı şiir antolojisinde, kadınların oy hakkı destekçilerinden olan Amerikalı feminist Frances Willard’ın (1839-1898) bir şiiri yer alıyor. “Eat Rice, Have Faith In Woman” (“Pilav Ye, Kadınlara İnan”) adlı bu şiir, tıpkı Mary Wollstonecraft Shelley’nin eseri gibi, vegan-feminist düşünceyi desteklemesine rağmen içeriği sıklıkla parçalanıyor ve veganlığı göz ardı ediliyor.
“Pilav ye, kadınlara inan
Bilmediğim her neyse
Hâlâ şansım var öğrenmeye
Adım adım
Öğrenirsem şansım var öğretmeye
Öğrenirse başkaları önce
İnanmalıyım ki
Geri gelirler bana öğretmeye”*
Burada ele alınan üç örnek, eylemleri azımsanıp zayıflatılan vegan-feminist hareketin nasıl bir kenara itildiğini göstererek vegan-feminist düşüncenin çarpıtılmasına dair basit bir özet sunuyor.
Doğallaştırma ve Etin Kodlarından Kurtulmanın Güçlüğü
Vegan-feminist söylemin tarihsel olarak çarpıtılmasına ek olarak, hayvanları birer et parçasına dönüştüren, dayatılmış kültürel alışkanlıklardan ve doğallaştırılmış süreçlerden kurtulmanın zorluğuyla da hâlâ karşı karşıyayız.
Otçul kökenlerimiz (tanrısal ya da evrimsel fark etmeksizin) pek de önemli değilmiş gibi görünüyor. Ne kanser salgını, ne çevresel tahribat, ne zengin ve fakir arasındaki yiyecek dağılımının eşitsizliği, ne de et yeme alışkanlığımızdan kaynaklanan hayvanlara eziyet de… Bunların hepsi, kaçınılmaz “ikincil hasar” olarak kabul ediliyor.
Kendimizi (obezite salgınının da gösterdiği gibi [4]) psikolojik olarak yemeğe bağımlı, yiyeceklerin nereden geldiğini ve nasıl elde edildiğini sorgulamaktan aciz bir medeniyete dönüştürdük. Feminizmin vegan-feminist hareketten çok daha fazla kabul gördüğüne hiç şüphe yok. Bir bakıma feminizm kadınları bir konfor alanı içinde tutuyor, vegan-feminizm ise onları konfor alanından çıkmaya zorluyor.
Feminist kuramcı ve profesör Judith Butler, Bela Bedenler adlı eserinde düzenleyici uygulamaların yönetici bedenleri üretmekten nasıl sorumlu olduğunu açıklıyor ve bunun, insanların ötesinde de geçerli olduğunu hemen anlayabiliyorsunuz:
“Düzenleyici güç kendini, kontrol ettiği bedenleri üreten -sınırlandıran, inşa eden, farklılaştıran- bir tür üretken güç olarak gösterir.”
Butler’ın söylemin somutlaştırılmasına dair yapısökümcü kuramı “doğal” olanı ve “doğa” kavramını da sorgularken, “feminist bilim insanları[nın], doğa kavramının yeniden düşünülmesi gerektiğini [savunduğunu]” hatırlatarak ekler: “doğanın, dinamik bir ilişkiler bütünü olarak yeniden düşünülmesi hem feminist hem ekolojik hedeflere uygundur […].”
Yeme düzeni, sofra adabı ve beslenme üzerine yapılan antropolojik ve tarihsel çalışmaları yakından incelediğimizde, sadece besin almak için yemek yemediğimizi ve “gıdanın” da “cinsiyet” kadar karmaşık bir alan olduğunu anlayabiliyoruz.
Örneğin, biz Batı’da köpekleri severken, Çin ve Kore’de köpekler neden inekler ve domuzlar gibi hayvansal protein kaynağı olarak görülüyor? Bu açıdan bakıldığında, beslenmenin nasıl kültürel inşaya dayalı olduğu, buna karşın tıpkı kadınlık ve erkeklik gibi doğallaştırıldığı daha da netlik kazanıyor [3. açıklamaya bakınız].
“Doğa diye bir şey yoktur, sadece doğa etkileri vardır: doğallığını bozma ya da doğallaştırma”
– Jacques Derrida
“Eşitsizlik Sistemlerine” Yönelik Dikkatsizlik
Kapsamlı bir feminist kuram ve eleştiri halihazırda kadınlar ve hayvanların aynı eşitsizlik sistemlerinin bir parçası olduğuna değiniyor. Kadınların erkeklerden daha aşağı olduğunun doğallaştırılması, hayvanların insanlardan daha aşağı olduğunun doğallaştırılmasından hiç de farklı değil. Kadın nasıl erkeğe ve kapitalist sisteme hizmet eden bir nesne ise, hayvan da insana ve kapitalist sisteme hizmet eden bir nesne.
Donna Haraway’in “‘Gender’ for a Marxist dictionary: the sexual politics of a word” (Marksist sözlük için ‘toplumsal cinsiyet’: bir kelimenin cinsel politikası) adlı yazısında belirttiği gibi, Batılı sömürgeci söylemin ikili biyolojik/toplumsal cinsiyet ve doğa/kültür kategorilerinin arkasında göz ardı edilen bir sosyo-politik hikâye bulunuyor. Kadınlara, beyaz ve Batılı olmayan insanlara, hayvanlara ya da çevreye yönelik doğallaştırılan egemenlik sistemlerini anlamak istiyorsak bizim de bu hikâyeyi incelememiz gerekiyor:
“Bu (Batılı sömürgeci) söylem, doğal kaynakların kültür aracılığıyla mülkiyetine dayanarak dünyayı bir bilgi nesnesi olarak şekillendiriyor. Çeşitli güncel, zihin açıcı ve muhalif kaynaklar bu epistemolojik boyutu, dilbilimi ve ‘doğal’ kategorileri iskân eden veya ikiliklerin uzlaştırıcı sınırlarında yaşayanların üstündeki (kadınlar, beyaz olmayanlar, hayvanlar, insan dışı çevre) etnomerkezci tahakkümü eleştiriyor.”
Haraway, Siborg Manifestosu’nda da primatologların çalışmalarından bahsederken, insanlar ve hayvanları birbirinden ayıran duvarların kırılganlığını gözler önüne seriyor: “Araştırmacılar hayvanlar ve insanlar arasındaki farklılıkları tanımlayan ‘sınırlar’ üzerine çalışıyor ve bu farklılıklar, insanların düşündüğünden çok daha karmaşık. Şayet maymunlar özünde insanlardan farklı değilse, hayvanlar üzerindeki üstünlük hissimiz de bir kumdan kaleye dayanıyor olabilir.”
Amerikalı feminist Andrée Collar’a göre, “toplumsal bir örgütlenme düzeni olan ataerkilliğin hükmü altında doğa, hayvanlar ve kadınlar nesneleştiriliyor, sahipleniliyor ve üreme sistemleri erkek kontrolüne tabi kılınıyor.”
Hayvanlar, siyahlar, kadınlar, yerliler, yabancılar, homoseksüeller ve translar düzenleyici standartların sınırlarında yaşadığından aynı eşitsizlik sistemlerinin bir parçası oluyor. Butler’ın “cinsiyet” kuramında sorguladığı gibi, bu bedenler korunmaya, kurtarılmaya ve uğruna yas tutulmaya değer bulunmuyor. Hatta bu sistemler içerisinde bile bazı bedenler diğerlerinden daha değerli kabul ediliyor.
“Şuradaki adam, kadınlara at arabalarına binerken yardım edilmesi, hendeklerin üzerinden geçerken taşınmaları ve her yerde en güzel yere sahip olmaları gerektiğinden bahsediyor. Hiç kimse bana at arabasına binerken ya da çamur birikintileri üzerinden geçerken yardım etmiyor, ya da bana en iyi yeri vermiyor! Ben kadın değil miyim? Bana bakın! Koluma bakın! Ben toprağı sürdüm, ektim, hasadı ambarlara doldurdum ve başımda bir erkek yoktu! Ben kadın değil miyim? Bir erkek kadar çok çalışıyor ve –bulabilirsem– bir erkek kadar yemek yiyor ve kırbaçlara da göğüs geriyorum! Ben kadın değil miyim? On üç çocuk doğurdum, çoğunun köle olarak satıldığını gördüm ve bir annenin ıstırabıyla gözyaşı döktüğümde Tanrı’dan başka kimse sesimi duymadı. Ben kadın değil miyim?”
– Sojourner Truth
Tutarlı Bir Feminist Söylem İçin Kesişimselliğin Önemi
Belki de eşitsizlik sistemlerinin derin bir incelemesi ve kesişimsellik kavramının anlaşılması, bize bu söylemi bütünleştirebilmemiz için bir yol gösterebilir ve baskının her türüne karşı mücadele veren tüm toplumsal hareketler adına daha bütüncül bir yaklaşım sunabilir.
Bu nedenle, siyah feminist hareketin ve biyolojik/toplumsal cinsiyete dayanan ayrımcılığı sorgulayan ve gücün çoklu egemenlik yapıları aracılığıyla işlediğini kabul eden “üçüncü dünya” feminizminin iddialarına göz atmak önemlidir.
Ünlü Brezilyalı antropolog Adriana Piscitelli, “Gender: The Story Of A Concept” (Toplumsal Cinsiyet: Bir Kavramın Hikâyesi) adlı yazısında bize, gündemleri salt beyaz feminizmle temsil edilemeyecek feministlerin biyolojik/toplumsal cinsiyete dayalı baskı sistemlerine yönelttiği ilk eleştiriyi sunuyor:
“[Bu feministler] toplumsal cinsiyetin çeşitli sistemlerin bir parçası olarak düşünülmesini talep etmişlerdir. Bu sistemlere göre, kadınlık ve erkeklik arasındaki farklılıklar ırk, ulus, cinsiyet, sınıf ve yaş ayrımlarıyla iç içedir.”
Feminist harekette kesişimselliği tek bir kişinin yaratmış olduğunu söylemek doğru olmaz, fakat Kimberlé Crenshaw yaklaşık otuz yıl önce bu konu hakkında konuşan ve medeni haklar ile siyaset alanındaki kesişimsellik ihtiyacının üzerinde duran ilk feministlerden biri olarak öne çıkarılabilir. Kimberlé günümüzde de kuram ve uygulamaya yönelik çalışmalarına devam ediyor[5] ve kesişimselliğin toplumsal bir değişim yaratabilmek için hâlâ ciddi bir adanmışlığa ihtiyaç duyduğuna inanıyor.
Piscitelli’nin çalışmaları ise, siyah kadınlarla hayvanların hemen hemen eşit düzeyde tutulduğu itaatkâr konuma dikkat çekmesi açısından, kesişimselliğin ne denli faydalı olduğunu anlamamızı sağlıyor. Kadınlar ve hayvanlar, feminizm ve kesişimsel feminizm üzerine yazılan neredeyse tüm metinlerde eşit konumda yer alıyor.
“[Siyah kadınlar], dişi hayvanlar gibi, cinselleştirilmiş, hakları gasp edilmiş ve evlilik sisteminden dışlanmış olarak hem cinsel hem ırksal tabirlerle kayıtlara geçmişlerdir. Bu sistemde sadece beyaz kadınlar müstakbel eş, soyadını devam ettirecek birer araç olarak kabul edilmiştir.”
Kesişimsel feminizmin farklı baskı sistemlerini anlaması gerekir. Avustralyalı çevre düşünürü Val Plumwood [6], doğanın da feminist kuramın ırk, ulus, cinsiyet ve sınıfla ilgilenen bir kategorisi olarak kabul edilmesi gerektiğini savunur. Bu doğrultuda, kesişimsel feminizmi ırk, ulus, toplumsal cinsiyet, sınıf ve doğa ile ilgilenmekten sorumlu bir hareket olarak anlamamız gerekir.
Vücut tüylerinin alınıp alınmaması gibi önermelerin kadınların hayatında gerçekten olumlu değişiklikleri destekleyen siyasi gündemlerden çok daha fazla ilgi çektiği bireyci feminizmin (ya da burjuva feminizmi denilebilir mi?) ötesine geçmek adına, feminist aktivizmde kesişimselliğin rolünün tanınması önemli.
Ekofeminizm, Yeni Bakış Açıları ve Vegan Feminizmin Önündeki Zorluklar
Vegan-feminist söylem bir taraftan kısırlaştırılmış olsa da diğer taraftan ekofeminizm aracılığıyla güç kazanabilir. Ekofeminizm, belki de büyük oranda duygusal bir olguya, yerleşik yemek kültürüne doğrudan karşı çıkmadığından, 70’li yıllardan bu yana doğada ve çevrede var olan ataerkil, cinsiyetçi baskının türlü şekillerine eleştiri getirip çözümler üreterek sesini duyurmakta başarılı olmuştur.
Ekofeminizmin en yaygın düşüncesi, “bir tarafta kadınların, beyaz olmayan insanların ve alt sınıfların, diğer tarafta ise insan dışındaki doğal çevrenin gördüğü muamele arasında önemli bağlantılar olduğu yönündeki inançtır.” [7]
Ekofeminizmin öncülerinden biyolog Rachel Carson 1962’de sentetik böcek ilacı DDT’ye karşı çıkar ve dönemin Birleşik Devletler Başkanı John Kennedy’i böcek ilaçlarının risklerinin araştırılması için ikna eder. Ekofeminizmin ilk zaferi ise bundan on yıl sonra, 1972’de ABD’de DDT’nin yasaklanmasıyla kazanılır.
Kathy Gibson ve Julie Graham gibi günümüz ekofeministleri yeni bir feminist ekonomik etiğe dikkat çekmek için Butler’ın kuramlarından yararlanıyor. Raewyn Connell ile Rebecca Pearse’in Gender: In World Perspective (Toplumsal Cinsiyet: Dünya Görüşünde) adlı kitabın üçüncü baskısında da belirttiği gibi, ekofeministler “toplumsal cinsiyetin, çevresel dönüşümün hiç şüphesiz bir parçası olduğunu” ispatlamaya devam ediyor.
Bu durum sadece daha fazla sabra değil, her şeyden önce tıp, bilim ve biyoloji alanlarında tutarsız ve cinsiyetçi bilgi ve çözümler üreten erkek egemenliğini daha etkili bir şekilde tartışmak (ve buna karşı mücadele etmek) için daha fazla kadına ihtiyaç olduğunu gösteriyor.
Bunlara ek olarak, bu aktivizmi özenle kavramalı ve “duygusal” ya da elitist olmakla suçlamamalıyız. Örneğin Carson, DDT’nin zararlı etkilerini ele almayı amaçlayan kitabını piyasaya sürdüğünde, “bilimsel yöntemlere bağlı kalmaktan ziyade, duygusal bir tonda yazmak” gibi yanıltıcı suçlamalarla karşı karşıya kalmıştı.
Bugün vegan feminizmin faaliyetleri sadece “duygusal” olmakla değil, veganlığı elitist bir beyaz hareketi olarak değerlendiren insanlar tarafından dışlayıcı olmakla da suçlanıyor. Şüphesiz, vegan feminizmin ve ekofeminizmin gündemlerini siyahlar ve yerlilerinkiyle bağlantılı olarak ele alırken dikkatli olmalıyız ve aynı zamanda veganlığın neden beyaz insanlarla bu denli yakından ilişkili olduğunu da anlamalıyız [açıklamalara bakınız]. Öte yandan, bu meseleye dikkatle baktığımızda, veganlığın “toplumsal açıdan dezavantajlı” insanlar için de anlamlı olduğunu fark ediyoruz.
Aslında, (beyaz erkeklerin tahakkümü altında) dengesi bozulmuş bir çevrenin etkilerinin her şeyden önce çoğunlukla siyahlar tarafından temsil edilen daha yoksul sınıflara ulaştığını göz önünde bulundurursak, ekofeminizm ve vegan feminizmi elitizmle itham etmenin gerçeklik duygusundan tümüyle yoksun bir eleştiri olduğu anlaşılıyor.
Feministler olarak farklı baskı türlerine mahal veren tüm eşitsizlik sistemlerini sorgulamalı ve tartışmalıyız. Paradigmaları yıkmak ve yollarımızı mevcut yapılarla ayırmak istiyorsak feminist hareketi daha derinlemesine incelemeye ihtiyacımız var ve bunu açık ve meraklı bir zihinle, kesişimsel bir bakış açısıyla yapmak zorundayız. Korkunç felaketlere şahit olmuş bu dengesi bozulmuş dünyada ekofeminizm, çağdaş feminist mantığa gerekli bir meydan okumadır.
Eşzamanlı olarak eşitçe varoluşu sağlamak, türcülüğe ve etin cinsel politikasına son vermek adına, çağdaş vegan feminist kuramın daha düzenli ve kapsamlı bir şekilde ekofeminizmin bir yüzyıl ilerisindeki vegan feminist yazını özümseyip bundan yararlanarak ilerlemesi gerekiyor. Vegan feministler olarak şovenist ve baskıcı yemek kültürümüzü anlamak zorundayız. Ancak bu şekilde, mevcut baskıların oluşturduğu çerçevenin dışında, ana akım feminist hareketin yoluna ışık tutabiliriz.
“Eşitlikçi sürdürülebilir bir toplumun cinsiyetlendirilmiş olmaması gerekir.”
Notlar:
1. Bu metin, vegan-feminist ve ekofeminist hareketlerde ırkın ve sınıfın rolünü derinlemesine ele almıyor. Bu tür bir inceleme için, Sistah Vegan’ın kurucusu Dr. Lee Harper’ın yazılarını tavsiye ediyoruz.
2. Bu metin, baskılar çerçevesinde hayvanları ve kadınları aynı seviyede konumlandıran sorunları incelemiyor. Bu tür bir inceleme için burada belirtilen yazıları ve Rape of the Wild: Man’s violence against animals and the earth (Bakir Doğaya Tecavüz: Erkeklerin hayvanlara ve dünyaya uyguladığı şiddet) (Andrée Collard, 1989) ve The Dreaded Comparison: Human and Animal Slavery (Korkunç Karşılaştırma: İnsan ve Hayvan Köleliği) (Marjorie Spiegel, 1996) kitaplarını tavsiye ediyoruz.
3. Bu metin, yeme alışkanlıkları ve toplumsal cinsiyetin hâkim kültürün ürünü olmasının sebeplerini açıklamaya çalışmıyor. Bunun için yeme alışkanlıklarının toplumsal inşasını açıklayan, yemek ve beslenme üzerine yapılan antropolojik çalışmalara işaret ediyoruz.
4. Bu metin, São Paulo Üniverisitesi’nde NUMAS tarafından desteklenen “Toplumsal Cinsiyet Meselelerine Giriş” dersi için yazıldı.
Dipnotlar:
[1] After 2,500 Studies, It’s Time to Declare Animal Sentience
[2] Why vegan feminist
[3] Edith Ward – Shafts (1893)
[4] Controlling The Global Obesity Epidemic
[5] Why Intersectionality Can’t Wait
[6] [7] Gender: In World Perspective (Ecofeminism: Debating Woman’s Nature)
* Çevirmenin notu: şiirin çevirisi Güray Tezcan ve Mehmet Emin Boyacıoğlu’na aittir (Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası: Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram, çev. Güray Tezcan ve Mehmet Emin Boyacıoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2017, s. 273).
Ana görsel: Hannah Höch, Picture Book