Orta yaşlı bir hastayla çalışırken, iki bacağı da felçli olduğundan bir bacağıyla çalıştığımda diğer tarafını da sabitlemek gerekiyor. Salonda oturan oğlu ve eşi tedaviyi izliyor ama bacağı sabitleme ihtiyacımızı görmezden geliyorlar. Adam, yattığı kanepede karısından yana hafiften dönerek, “Bu ayağımı gelip bir tutsana, o da geliyor” dedi. Kadın, yüzüme baktı. Felçli olan diğer bacağı tutmak istemediğini belli eden bir ses tonuyla bana dönerek “Gerek var mı gelmeme?” diye sordu. İstenmeyen bir şeyin yapılmasını istememenin gerekliliğiyle “Tutmanıza gerek yok ki” dedim. Kadın, televizyonda evlilik programlarının yerini alan yemek programlarına döndü. Eline kâğıt kalem aldı. Yemek tarifindeki malzemeleri yazmaya koyuldu. Epey sonra adama gözlerini dikerek, “Hiç egzersiz yapmıyorsun. Bunların çoğunu kendin yalnız başına yapabilirsin. Kimseye ihtiyacın yok. Çalışman lazım bunları” dedi. Adam, aynı hareketleri hayat boyu yapacak olmanın ve kendisine dikte edilen konuşmanın ağırlığıyla iyice pıstı. Kadın, yemek tarifini yazmaya aralıksız devam ediyordu. Hasta sonrası evde artan iş yükünün ağırlığıyla kağıtla kalemle ve cevabı beklenmeyen cümlelerle adamdan hınç alınıyordu. Adam, hıncın altında uykudayken bile eziliyor. Yemek programındaki kişi, yemeğin görüntüsünü ekrandan geçirebiliyoruz da keşke kokuyu da seyircilere aktarabilsek diyor. Kadın, hıncını alamayarak “Dönüşleri yaparken desteğe ihtiyacı olabilir. Bu, tembel çok tembel. Anca dışarı çıkıyor. Evden çıkmaya bakıyor” diye söylenirken; adam, gaz çıkarmaya başlıyor. Gaz çıkarınca evdeki her şey sus pus oluyor. Ekrandaki hayali kokuyla gazın sesi birleşiyor. Evdeki hastanın varlığı bu sesle ve kokuyla katmerleniyor. Hasta olmasa insan, çocuğunun ve bir yabancının yanında bu sesleri çıkaramaz. Çıkan gazlar, kadına verilmiş bir cevap niteliğinde aynı zamanda. Yaşanamamış onca şeyin üstüne bir de hastalık olacak iş mi? Sonra fırsatını bulunca biri kahveye kaçıyor diğeri de televizyona. Mekânsal olarak kaçamayanlarsa birbirlerini hepten yok sayıyor. Adam, evden daha çok kaçabilmek için düzenli egzersiz yapıyor.
“49 senedir evliyiz. 25 senedir oturuyor. Ah bu göğsümü kessem neler çıkar. Bu vakte kadar, eve hiçbir şey almadı. Şu eve bi faydasının dokunmuşluğu yoktur maaş getirmek dışında. Maaş getirmek, beylik yapmak demek tabii. Merhametsizdi çok. Bu bildiğini okur. Takıldığında da kalır. Yanlışına takılıyor bir de. Kardeşleriyle ortaklıydı sonra bir olup bunu çıkarttılar. İmzayı hiç birimize söylemeden atmış. Şu evle ilgili neyi bize sordu. Hiçbir şeyi.” Kararlar amcanın, hayat tüm ailenin. Evin reisi olarak atanan kişinin, evin içindekilerin hikâyelerini bilmeyi reddetmesi ve evdekilere yabancı olması bu demek. Reis, kendi yarattığı hikaye sonuçlanınca evdekilere haber veriyor. Onun hikâyesi de evdeki herkesin hayatı oluyor. Geriye kalan hikâyelerse içe atılıyor. İçe atılanlar o kadar çok ki, dünya geçmişiyle geleceğiyle yansa yine bitmez o içtekiler. O yüzden içe atılanlar, toprakla söndürülmeli. İnsanın ölünce toprak olmasının sebebi de bu olsa gerek. İnsanın içinde hiç bir acıya denk düşemeyen biriktirdikleri ve pişmanlıkları; bedenin yok olmasından daha zordur çünkü bedenin her yerine lime lime işlenmiştir. Göğsünü kessen bitmez içindekiler. Koca ziyan edilmiş ömrün yası, toprağa gömülmeden tutulmaya başlanmıştır. Ölümden tek farksa, toprağın altına gidişin beklenmesidir. Yıllarca tek hakkı verilense sayılardır. Heteroseksüel ve makbul sayılan ilişkilerde sayılar çok büyüktür. Evlilik yılları, şu anki rakamsal yaşlar, çocuk ve torun torba sayıları. Sayıların büyüklüğü göz doldurur. Çocuklar torun torbalar büyürken, yokluğu hiç sorgulanmayan sevgisizlik ve huzursuzluğu hesaplamak da topraksız ölüme kadar bekletilmiştir. Sayıların ardıysa göğüs kessen bitmeyecek olanlar. Kirli pijamasını eşinin eline vermeye çalışan amcaya karısı azar kaydı. Adamın yürüteçle yürümeye çalışırken; elindeki pijamayı kirliliğe atmaya çalışan hali uzun süre gözümün önünden gitmedi. Vakti zamanında hiç söylenemeyenler, güçler eşit hale geldiğinde nasıl da yuvalarından çıkıyorlar. O söylenemeyenler, er ya da geç ulaşması gereken sahiplerini buluyorlar. Gerek var mıydı mahkemenin önünde azar kaymaya yürüteçle zor yürüyen adama. Sen de vakti zamanında onun sana yaptıklarını yapmıyor musun şimdi? Ah bir bilsen o yürüteçle yürüyen adam, gençliğinde ne heybetliydi. Heybeti yürüyüşünde, cümle kurmadan dediğinin anlaşılmasındaydı. Bir bakardı sofra hazır olurdu bir bakardı ağlayan çocuk süklüm püklüm olur susardı. Bir bakardı evde kimse konuşamazdı. Tüm gündüz yaşananlar, sofranın kurulmasıyla kapkaranlık ve sessiz olurdu. Bir zamanlar cümle kurmadan dediği anlaşılan insan evladı, halen eşinin eline kirli pijama vermeye çalışıyor. Gençliğinde o pijama çıkarıldığı yerde hep bırakılmıştı. Yürüteçle yürünmeye başlandığında ve heybetlilik kaybedildiğinde kirli pijama ele alınıp, eşinin eline verilmeye çalışılıyor. Ne zaman kimseye söylenmeden o kirli pijama o el tarafından doğru adreste olacak? 49 senedir, pijamayı yıkayan taraf açıklama yapmadan o kirli pijama yerini bulamıyor. Sonra gelsin göğüs kesmeler. Göğsün içinden çıksın kirli pijamalar, sus puslar, heybetlilikler, patlıcanlar, kâfirler, merhametsizlikler…
Kimsenin birbirini dinlemediği evlerde mahkeme olduruluyorum. İki üç yüz aynı anda bana bakıp, birbirlerini dinlemeden konuşuyorlar. Bazen bana soru da soruyorlar taraflar ayrıca. Soruların içindeki cevaplar belli ve genellikle cevaplarını da barındırıyor. Cevaplar, hep soranın haklılığından yana. Cümlelerin ne başı ne de sonu belli. Bol suçlamalı ve bu saatten sonra da taraflar açısından telafisi olmayan cümlelere maruz bırakılıyorum. Cümleler, sahiplerinin ömrünü zaten tüketmiş durumda. Mahkeme olunca cümlelerin hiçbir yere varamamaları bana da bulaşıyor.
Birbirlerini dinlemeden içten atılanların birbirlerine karıştığı cümleler:
- Bana hastalığından bahsetme artık. Benim ne annem var ne de babam kaldı. Benimle evlenmek için Boğaziçi köprüsüne kadar arkamdan geldiler ben varmadım senle evlendim.
- Alıyordum patlıcanı çok büyük almışsın diyor. Alsan da beğenmez ki.
- Valla billah beni bu sardunyalar kadar sevmiyor.
- Sardunyalara verenlerin isimlerini taktım. Hepsinin ismi var. Dünya keyfimi bu adam öldürdü. Bağırmaaa bana.
- Sevmiyom ki onu bir de isim takayım. Bunun bana zaten sevgisini geçtim, saygısı da hiç olmadı ki. Ah ah sevgi. Hiç bir kadına merhameti yoktu.
- Yamyam bu. Kâfir kadın. Dili de zehirli.
Adam, hiç nefes almadan ve ikimizi de dinlemeden hikâyelerini anlatmaya başlıyor. Hacca 5 otobüsle gittiği günden başlayıp eski futbolcu Metin Oktay’ı otomobilin içinde görmesinden çıkıyor. Şimdi, kadının yerinde olsam kirli pijama yüzünden daha sert bağırırdım belki de.
Kadın, 45 senedir aynı hikâyeleri dinlemenin bezginliğiyle, “Hoppala, bu hep böyle yanlış yoldaydı. Şam’da adamla nasıl kavga ettiğini de anlatır şimdi. Bak anlatmaya başladı” dedi.
Oldu mu şimdi? Hani sistem, devlet, din, hükümet tüm desteğini heteroseksüel aileye vermişti. Çoktan yıkılmış o aileler, duymayanlar duysun. Çoktan çoğunluk olarak bitmişler, bilmeyen yok. Nicelik önemlidir ya bu destek vericiler nezdinde, ondan çoğunluk olduklarını da belirtmek istedim. Hani bir yastıkta kocamak sözü var ya, o ne ağır ne altında ezilesi bir cümledir. Kimse kendine söz veremezken sen neden bu cümlenin altında ezdirirsin insanı. İnsan hem beşer, hem şaşar hem de dönüşür, değişir. Sen ki koca devlet koca hükümetsin; evlilik kurumu içerisinde büyük bir kuvvetle desteklediğin vatandaşın, eşi için “beni bu sardunyalar kadar sevmiyor” derse bil ki sen bu kurumu idare etmeyi becerememişsin. Sardunyaların bir insan kadar sevileceğine sonsuz inancım var. Burada adamın bu sardunya sevgisine zaten hiç itimadı olmamış ki bence bu durum başlı başına sorunludur. Bir diğer sorunlu husus ise karşısındakine yaşam boyu sevgi emaresi göstermemiş birisinin sevgiler arasında hiyerarşi kurmasıdır. Sevgiler arasında hep hiyerarşi kuran, ailesinin hikâyelerini yok sayıp hep kendi hikâyelerini ailelerin hayatına mal eden, dünya keyfini ziyan eden, sardunyalara verilen sevgiyi kıskanan insanlar aile kurumunu içten içten yıktı. Sen devlet, sistem, din veyahut hükümet olarak bu içten yıkmalara karşı hiçbir şeycik yapamadın. “Aile kutsaldır”, “Aile toplumuzun yapı taşıdır”, “Aile devletimizin velinimetidir” dedin dedin, durdun. İnsancıklar bu en çok desteklenen kurumun içinde birbirlerine gaz çıkararak ya da artık birbirlerini hiç dinlemeden yuvarlanıp gidiyorlar.
Kadın, “Çoluk çocuğu bizi zorla Belgrad ormanına götürürdü. Suratı beş karış olurdu. Bi gül be adam ama nerde? Çok cahilmişim gençken, anlayamadım. Seni kandırmasınlar, tatlı diline kanma kimsenin.” dedi. Göğüs kesmeler daha büyük bir acıya dönüşmesin diye tüm ömür bir cahilliğe ve kandırılmaya dönüştürülüyor kadın tarafından yoksa toprağa karışma zamanını beklerken kendisini avutamaz. Kadın, kapıda beni yolcularken eşi için “evin içinde yine de bir ses” dedi. Adam, kadın yalnızca kendini daha da yalnız hissetmesin diye bir sesten ibaretti. Teyze, “Artık ona şu an yaptıklarıma Allah rızası diye bakıyorum” diyerek yaptı kapanışı. Ömür geçti desene be teyzem. Gençlik, çocuklar ne olacak, ana baba evine nasıl dönerim, el âlem ne derin hatırına biterken, bugünlerdeyse toprak olmaya giden yolun rotası evdeki canlı varlık sesi kaybolmasın diyerek çizilmiş oluyor.
Görsel: Edvard Munch. Self-Portrait between the Clock and the Bed, 1940-43