Alzheimer'la çocuk olan anneler, anne olan çocuklar için bir hikaye.

KÜLTÜR

Bir Varmış Bir Yokmuş

Alzheimer’la ilk yakın tecrübem henüz üniversite öğrencisiyken anneannemin evimize iki ayda bir birer aylığına yerleşmesiyle başladı. Teyzem ve annem annelerini yabancı ellere bırakmamak için (el alem ne der sonra!)anneanneme sırayla kendileri bakmak istemişlerdi. İstanbul’daki öğrenci hayatımdan eve her dönüşümde oturma odasının bir köşesinde koltukta oturmuş yaşlı bir kadın odada kim varsa kim yoksa hepsinin üzerinde sürekli gözlerini gezdirir dururdu. Bu bakışlar anlık bile olsa çok fazla duyguyu yansıtırdı: yargı, asabiyet, sıkıntı, huzur, merak, onaylamama, mutluluk… Sonra hepsi puf! diye kaybolur yerini boşluğa bırakırdı. Bazen gözlerini bana diktiğini, bakarken beni tedirgin ettiğini hatırlıyorum. Ben nasıl bir yüz ifadesi takınırsam takınayım, o yüzünü hiç bozmaz ve inatla bana bakmaya devam ederdi. Üzerimde sabitlenen boş bakışlardan ürperdiğimi ve çok kez kaçacak yer aradığımı bilirim. Acaba ne düşünüyor, kafasından neler geçiyor diye merak eder, sonra bu merakın boş bir çabadan ibaret olduğuna ikna olur, hemen odama kaçardım.

 

Bu donuk bakış ve dilsizlik evresine gelene kadar anneannem çok fazla kademeden geçmişti. Önce komşularını ve arkadaşlarını, sonra akrabalarını, sonra torunlarını, sonra çocuklarını, sonra kendini ve en son da dilini unutmuştu. Ayakkabıyı ütü zannedip kıyafetlerinin üzerine sürdüğü, buzdolabını elbise dolabı sanıp bluzlarını içine koyduğu, yıkanacağı zaman üzerindekileri çıkarmamakta direttiği ve bağırdığı zamanlardan artık kendi başına yemek yiyemediği, tuvalete gidemediği, yıkanamadığı, yürüyemediği ve konuşamadığı bir var olma haline geçiş yapmıştı. Annemin bir çocuğu daha olmuştu ama bu çocuk yetmiş iki yaşındaydı. Annem her öğün onu güzel sözlerle avutup ağzına kaşıkla yemek verirken, ben annemi izlerdim. Onun ne hissettiğini, annesinin artık onu hatırlamamasının içinde nerelere denk düştüğünü hep merak eder ama soramazdım. Annemle olan ilişkim boyunca hiç dert ortağı ya da arkadaş olmamıştık. Ergenlikle başlayan dönemden itibaren kavga, çatışma ve tahammülsüzlüğün hüküm sürdüğü bir ilişkimiz vardı. Tüm bu çetrefilli duyguları konuşacak ve birbirimizi avutacak ortak bir dilimiz yoktu. O yüzden tüm bu soruları ve onun için hissettiğim şefkat ve üzüntüyü hep içime atar, evdeki vaktimi bir an önce doldurup İstanbul’un yolunu tutmaya bakardım.

 

Anneannemin bakımı gün geçtikçe zorlaştı. Annem ve teyzemin yükü artmaya başladıkça bu sefer gurbetteki kardeşlerden destek istediler. İki dayım ve ailenin en büyük kardeşi diğer teyzem 1970’lerde Almanya’ya işçi olarak göç etmişlerdi. Anneanneme bakma sırası onlara gelince apar topar pasaport çıkarıldı, vize alındı ve anneannem Türkiye’yi ziyarete gelen ilk çocuğuyla Almanya’ya gitti. Evinin sokağını bile artık algılayamayan bu kadın nereye gittiğinin farkında olmadan ilk defa yurtdışına çıkıyordu. Artık girdiği her ev yabancı, bilinmez, belki de aynıydı onun için. Hemen evin bir köşesinde onun için yer yapılıyor, oraya yerleştiriliyor, o dayerleştiği yerden fener gibi gözlerini yine herkese dikmeye başlıyordu. Almanya’daki çocuklarının bir evinden diğerine taşınarak tam altı ay geçirdikten sonra yeniden Türkiye’ye gönderildi. Bir süre sonra da vefat etti.

 

Birkaç yıl sonra bu sefer Almanya’daki teyzemde unutkanlıklar başladı. Teyzem hayatını bin bir zorluklarla kurmuş, omzuna artık yük olan kocasını başından atmayı becermiş, çocuklarını Türkiye’den gelenleri hor gören bir ülkede tek başına okutmuş ve ikisinin de hayatta iyi yerlere gelebilmeleri için destek olmuş dirençli, kendine güvenli ve güçlü bir kadındı. Bütün geniş aile içerisinde en sevdiğim, inatçılığı yüzünden kendime en yakın hissettiğim ve beni anladığını düşündüğüm tek kadındı. Teyzemin yazları Türkiye’ye gelmesi, ben ve diğer yeğenlerini yazlığına götürmesi ve bize hediyeler, çikolatalar getirmesi adeta bayram gibi gelirdi. Henüz Türkiye’de bulunmayan Lambada eteklerinden kuzenime ve bana getirdiğinde dünyalar bizim olduğunu hatırlıyorum. 1989 yazını etekleri üzerimizden çıkarmadan Kaoma’nın Lambada şarkısıyla belimizi kıvırtıp popomuzu sallayarak geçirmiştik. Üç kız kardeş bize bakıp kahkahalarla gülerlerdi.

 

Alzheimer’ın ilk evrelerinde teyzem Türkiye’ye gelipgitti. Her gelişinde başka bir değişiklikle karşılaşıyorduk. Yazlığının banyosundaki şampuan sayısı yirmiyi buluyor, yaptığı yemeğe tuz koymayı unuttuğunu düşünerek neredeyse tüm paketi boşaltıyor, bize sürekli aynı gençlik hikayelerini anlatıp duruyordu. Biz ise sanki ilk defa dinliyormuş gibi yapıp her seferinde şaşırıyor, gülüyor veya üzülüyor taklidi yapıyorduk. Teyzemle geçirdiğimiz her an içerisinde hayat, provası tekrar tekrar süren bir tiyatro sahnesine dönüyordu. O hayatına dair anıları gerçek zamanda anlattığını düşünürken biz sürekli repliklerini tekrarlayan oyunculara dönüşüyor ve onun kurduğu gerçekliği sahneye çevirerek rollerimizi usanmadan yinelemeye çalışıyorduk.

 

Sonra teyzemin durumu iyice ağırlaştı. Artık Türkiye’ye gelemez oldu. Çocukları çareyi teyzemi Almanya’da bir bakımevine yatırmakta buldular. Teyzemi bu süreçte hiç göremedim, onunla konuşamadım ama annem ve kuzenlerimden haberlerini sürekli aldım. Kaldığı oda bakımevinin göçmen Alzheimer hastalarına ayrıldığı katta yer alıyordu. Odayı tamamen 1960 ve 70’ler Türkiyesi’ne ait film afişleri, fotoğraflar ve şarkılarla doldurduklarını duyunca ne kadar şaşırmış ve ‘Ne harika bir fikir!’ diye düşünüp memnun olmuştum. Bu tarihler Türkiye’den Almanya’ya dış göçün en yoğun olduğu zaman dilimine denk geliyordu. Dolayısıyla ilk kuşak Türkiyeli göçmenler için bir kırılma noktasıydı. Kuzenim odadaki ekranda sürekli o dönemin Yeşilçam filmlerinin oynadığını, duvarlarda eski resimlerin asılı olduğunu anlatmış, odaya girince adeta bir zaman tüneline girdiğini söylemişti. Geriye doğru silinen hafızayı hangi geçmişinden yakalarsan güven ve evde olma hissi veriyordu anlaşılan. Teyzem o odada ne izledi, ne dinledi, neleri hatırladı ve nelere gülüp ağladı bilemiyorum ama o da anneannem gibi yavaş yavaş yemek yemeyi, yıkanmayı, yürümeyi, ayakta durabilme kabiliyetini ve en sonunda konuşmayı unuttu. Bir gün telefonda onun da vefat haberini aldım.

 

Şimdi annemle aynı hikayenin başka bir versiyonunda değişen roller içerisinde buluştuk. Anneme Alzheimer teşhisi bundan üç sene önce kendisi henüz altmış yaşındaki iken koyuldu. Biz bunu ona söyleyemedik. Annesini ve ablasını kaybettikten sonra en büyük korkusu bu musibete kendisinin de kapılmasıydı. Bu yüzden unutkanlık emareleri ortaya çıktığında uzun süre doktora gitmekten kaçındı, hep bahaneler buldu. Doktoruna danışarak bu teşhisi ondan saklamanın psikolojisine en iyi gelecek durum olduğuna karar verdik. Zaten şeker hastası olduğu için yaşadığı her sorunu şekerinin yükselmesiyle açıklamaya başladık.

 

Tüm bunlar olurken ben artık İstanbul’dan yıllar önce taşınmış, teyzem gibi başka bir göç rotasının yolunu tutmuştum. Amerika’dan senede bir kez gelebiliyor, geldiğimde de annemde gördüğüm değişimleri hazmetmekte zorlanıyordum. Sürekli ekrandan konuşmamıza rağmen, konuşmalarımız bilindik kalıpların dışına çıkmıyor ve çoğu zaman ekranda sadece kafasını görebiliyordum. Bu sınırların ötesine geçip annemi kendi dünyasında tüm bedensel varlığıyla gördüğümde her şeyin ne kadar da ilerlemiş olduğunun farkında varmak bende onarılmaz yaralar açıyordu. Hala da açıyor.

 

Annemin beynindeki hasar ilerledikçe ilk ciddi kopuş nesnelerle ilişkisinde oldu. Eşyalarla arası her zaman çok iyiydi. Saplantılı denebilecek bir ilgiden bahsediyorum. Alzheimer olmasaydı yaşlandıkça istifçiliğe meyledeceğini düşünürdüm. Aslında hastalığı başlamadan önce yaptığı da bir nevi istifçilik sayılırdı: tabaklar, bardaklar, çarşaflar, yastıklar, dekoratif eşyalar, sabunlar, el bezleri, tepsiler, bıçaklar, bluzlar, elbiseler, masa örtüleri, havlular, peçeteler, yatak örtüleri, kemerler..  hepsi evde fazlasıyla, gereksiz miktarlarda mevcuttu. Hangi dolabı açsam üzerime üzerime gelen bir sürü eşyayla burun buruna gelirdim. Her şey o kadar fazlaydı ki, bir şeye ihtiyacım olduğunda aradığım şeyi yokluktan değil çokluktan bulamazdım. Mutfakta açtığım her dolap tıklım tıklımdı. Her şeyi nereye yerleştirdiğini en ince ayrıntısına kadar bilen annemin ilk önce bu objeler dünyası zihninden silinmeye başladı. Ona mutfakta bir şeyin yerini sorduğumdadakikalarca süren bir arayış halinin başlıyordu. Babam için, evin içerisinde kaybolan anahtarları, kol saatlerini, televizyonun kumandasını ve daha bir sürü gündelik eşyayı sürekli arama hali ömür törpüsü işlevi gören bir boş zaman faaliyetine dönüşmüştü. Evdeki eşyalarla annemin arasındaki anlam bağı koptukça, hepsi kendi içinde manasız birer cisme dönüştü. O yaz eve geldiğimde tüm bu eşyalara uzun uzun bakıp, annem için anlamı olanların altını kafamda kalın çizgilerle çizdim.

 

Annem sonra evin yolunu bulamaz, evden dışarı çıkamaz oldu. Gezmeyi çok seven, saatlerce kendi başına dışarıda vakit geçirebilen bu kadın için artık dışarısı, yanında tanıdığı biri olmadan tekinsiz bir dünyaya dönüşmüştü. Eve, aile ve birkaç tanıdık dışında gelen insanlar, sanki dışarının o bilinmezliğini ve tekinsizliğini eve taşıyorlardı. Misafirlerin hiçbirini istemez oldu. Bir yandan bedeni dışarıdan elini eteğini çekip evine kapanırken, diğer yandan da zihni bizden kendisini çekip çocukluğuna, hatırladığı en eski anılara gizlenmeye başladı. Hem dünyası hem zihni gitgide kapsüle dönüştü.

 

Annemle artık her görüşmemiz başka bir yasa dönüşüyor çünkü her görüşme esnasında yokluğumda yitip giden şeyleri fark ediyorum. Annem eksiliyor, onun eksilmesiyle ben eksiliyorum, sadece ondan değil benden de çok şeyi söküp alıyor. Anneannemden, teyzemden bildiğim, sonu çok acı biten bir yolu annemle de yürümeye başladığımdan beri birlikte geçirdiğimiz her gün parçalanmış bir yas sürecinin içinde gibiyiz. Her geçen gün annemin bedeninden ve zihninden bir şey geri dönüşü olmayacak şekilde kopuyor ve yerini boşluğa bırakıyor. Ardında her güne yayılmış kırıntı yaslar bırakıyor.

 

Tekrar tekrar sorduğu soruları usanmadan ve kırılmadan cevaplamaya çalışıyorum Sanki ben anlattıkça zihnine kazınacak ve bir daha hiç çıkmayacakmış gibi boş bir umuda kapılarak yerini, yurdunu, ailesini ve evini tekrar tekrar anlatıp duruyorum. Beraber aile albümlerine bakıyoruz, oradaki herkesin hikayesini bir bir anlatıyorum, sonra bir daha Hayatındaki herkesin resimlerine bir sis perdesinin ardından bakarken anne ve babasının fotoğraflarını görür görmez, ‘Anneciğim, babacığım’ diye iç geçirip fotoğrafları okşamaya başlıyor. Onu böyle görmek içimi parçalalıyor. Sonra keyiflenmek için Adile Naşit, Münir Özkul, Türkan Şoray, Müjde Ar ve Şener Şen filmlerini izleyip, eski 45’likleri dinliyoruz. Hiç sektirmeden çoğu şarkıya eşlik ediyor ve bu şarkılarda kesintisiz hatırlayabilmenin ferahlığını ve huzurunu yaşıyor. Alzheimer hastalarının böyle de özel bir tarafı var; müzikle olan hafıza ilişkileri çok zor kopuyor. Çoluğunu çocuğunu, hatta kendini dahi hatırlayamayan hasta eskilerden bir şarkı çalmaya başlayınca hemen eşlik edebiliyor. Bu yüzden şu an evde hiç olmadığı kadar müzik çalıyor. Daha önce hiç yapmadığımız bir şeyi yapıyor, beraber şarkı söylüyoruz. Gülümsüyor, mutlu oluyor.

 

Yani artık annem bir var, bir yok. Bir annem, bir değil. Bir kızıyım, bir değilim. Annemi bir gün içerisinde defalarca kaybedip buluyorum. Bir dahaki ziyaretimde onu belki artık zihnen tamamen kaybetmiş bulacağım. Belki anneannem gibi bana boş gözlerle bakacak, beni artık hiç tanımayacak. Biz artık şarkı da söyleyemeyeceğiz. Ama biliyorum ki en azından bir süre daha beraber şarkılar dinlemeye devam edeceğiz.

 

 

Görsel: Sara Ashrafi 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

“Bundan Sonra Ne Olacak, Hiçbir Fikrim Yok:” Jeanette Winterson’la Röportaj
20. Yüzyıldan 10 Devrimci Kadın
Sibel Can’la Hakan Ural’ın Aşırı Diksiyonlu Evliliği

Pin It on Pinterest