“Kimmiş bu Anne Greene?” diyenler için hemen belirteyim, tanımanıza pek de imkân olmayan bir kadın! 1620’lerde bir yıl, galiba 1628’de İngiltere’de doğmuş bir hizmetçi Anne. Çok yaygın olduğu üzere çalıştığı evin sahibinin oğlundan, ya da torunundan hamile kalmış. İngiltere bu dönem, tacizin, istenmeyen hamileliklerin ülkesi. İkiz çocuk sahibi olmanın, ancak iki adamla beraber olmuş iffetsiz kadınların mahareti olduğuna inanılıyor. Evlilik dışı doğan çocuklar toplum için büyük “mesele” haline geldiğinden doğuma giren ebeler, kadınların başında “babasının adını söylemezsen, doğuma yardım etmeyeceğim” diye kollarını bağlamış bekliyorlar. Erkeklerin mal varlığı listesinde evler, arazilerden sonra eşlerinin de adı geçiyor. Bu dönem İngiltere’de kadın olmayı hiç istemezsiniz.
Anne, hamileliğinin ilerleyen bir aşasında düşük yapıyor ve bebeği saklıyor. Evin sahibi durumu fark edince, Anne doğru mahkemeye sevk ediliyor. Mahkemede Anne diyor ki “bebek ölü doğdu.” Mahkeme diyor ki “Hayır bir kere! Bebek ölü doğmuş olamaz. Sen kıymetsiz, iffetsiz bir kadınsın, sen kendi çocuğunu öldürdün! Asılarak idamına karar veriyoruz.” 14 Aralık 1650’de elaleme de ibret olsun diye meydanlık bir yerde asılıyor Anne Greene. Yarım saate yakın asılı halde duran bedeni, eğlence aracı ediliyor.
“Ölüm”ünden bir saat sonra Anne Greene’nin “cansız” bedeni, üzerinde anatomi çalışması yapılsın diye doktorların önüne gidiyor. Doktorlar, Anne’nin tabutunu açtıklarında, gırtlağından gelen hırıltı sesiyle fena halde çarpılıyorlar. Büyük bir dehşet duygusuyla ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar. Yaklaşık 12 saat sonra Anne sahinden de kendine geliyor. Başına neler geldiğini tam hatırlamamakla beraber ettiği ilk laf da şu “Tanrının inayetinden, mucizelerinden sakının!”
İngiltere’yi aylarca sallayacak bir mucizenin başkahramanı olarak Anne Greene, melekler katından katılıyor tabi hayata bu olaydan sonra. Evlenip, üç çocuk yapıyor, on beş sene daha yaşıyor. İdamının gerçekleştiği Oxford’dan, daha küçük bir yere taşınırken de içine konduğu tabutu yanında götürüyor. Hayatı boyunca onu ziyarete gelenlerle dolup taşıyor evi, her ziyaretçiden para tashil edildiğinden, güya zenginliyor. Hakkında şarkılar, şiirler, şakalar üretiliyor. Korkularından ne halt edeceğini bilemeyen mahkeme üyeleri, Anne Greene’nin cezasını süresiz erteliyor. Bir kesim için de bu olay, kadınların tıpkı kediler gibi dokuz canlı, güvenilmez yaratıklar olduğunun delili olarak görülüyor. Öyle ya da böyle, Anne Greene tarihe geçmiş oluyor.
Aşağıda olaydan hemen sonra yayınlanmış bir şiir kitabının ilk sayfasını görüyorsunuz. İçini açıp bakmak isteyen olursa haber edebilir, bir kopyası bende.
Bu bilgileri, Early English Books Online isimli sitede yer alan 1651 tarihli kaynaklardan, Laura Gowing’in “Common Bodies Women, Touch and Power in 17th Century England” (Yale University Press, 2003) başlıklı kitabından ve şu siteden derledim.