Minyatür resmine odaklanan çalışmalarıyla bilinen sanatçı Cansu Çakar ile Çanakkale Boğazı’na karşı bir süreliğine yerleştiği evde buluşup sanat dünyasına girme süreçlerini, atölye deneyimlerini ve son olarak yer aldığı sergileri konuştuk.
Öncelikle merak ediyorum, Geleneksel Türk El Sanatları okumaya nasıl karar verdin?
İzmir Avni Akyol Lisesi yabancı dil bölümünde okuyordum. Çevremde güzel sanatlara hazırlanan bir arkadaş grubunun içindeydim. Sınava hazırlandıkları atölyelerinde bazen modellik yapıyordum, bazen de sadece sohbet için onlara eşlik ediyordum. Atölyeyi yürüten Duygu Çoban moralimin bozuk olduğu bir gün önüme bir şişe koydu ve çiz şunu için rahatlar, dedi. O çizimden sonra canım Duygu beni güzel sanatlara hazırlayabileceğini söyledi. Sanat atölyesine ayıracak ekstra bir bütçem yoktu ama o umursamadı ve beni hazırladı. Duygu’ya çok şey borçlu olduğumu düşünürüm hep, bu tam bir kırılma noktasıydı hayatımda. 7 ay kalmıştı sınavlara, yoğun bir şekilde çalışarak 9 Eylül’e girdim. Tercihlerimi düşünürken ders içeriği olarak tezhip bana çok ilgi çekici geldi. İçinde resim yapmak istiyorsan minyatür var, çocukluk hayalim restorasyon var. Dolu dolu bir müfredat, çok cazip geldi. Bir de sahne tasarımını seçerek 2 tercih yapmıştım. Hatta sadece 2 tercih yaptığım için kızmışlardı bana. Şansım düşermiş. İyi ki puanım yetmedi sahne tasarımına.
Tezhibe girdikten sonra pişman oldun mu hiç?
Okula girdiğime tabi ki pişman oldum, hepimizin yaşadığı güzel sanatlar çekilir mi pişmanlığı, ama bölümümü hep çok sevdim. Bir ara seramiğe aşırı ilgi duydum, bölüm değiştirmek falan istedim ama beceremedim. Onun için de iyi ki becerememişim diyebilirim.
Kendine gelenekçi gelecekçi gibi bir tanımlama yapıyorsun, bu kafaya nasıl geldin?
Ah! :) O bir espri tabi aslında. Fonetik bir espri. 2008 yılını Urla’da bahçeli bir evde geçiriyordum. Öğrenci evi gibi değil de inzivaya çekildiğin bir üretim evi gibiydi. Ev arkadaşım müzik üreten, genellikle de üflemeli çalgılar üzerine çalışan bir sanatçıydı. O müzik yaptıkça ben de kendim için bir şeyler üretmem gerektiğini düşünüyordum. Okul için klasik tezhip tasarımı, minyatür resmi, malzeme olarak ebru falan üretiyordum ama kendim için bir şeyler ürettiğim pek söylenemezdi. Kuramı daha bir ilgimi çekiyordu geleneksel sanatın. Aklım hep güncel sanattaydı. Zaten K2 Çağdaş Sanat Derneği ile ilişkim de 2008’de başlamıştı. Hatta direktörümüz Ayşegül Kurtel, Halil Vurucuoğlu ve Elif Şenkal ile beraber İran’da bir sanat organizasyonuna davet edilmiştik. Pek gençtim, öğrenciydim fakat Ayşegül hanım aldı bizi unutulmaz bir maceraya sürükledi. İlk yurtdışı sanat deneyimim İran seyahatimizdi. Halil kendi kesme tekniği ile, ben ebrularla, Elif de seramikteki şahane deneysel cambazlığı ile bir haftalık bir atölye yapmıştık, ürettiklerimizi de sergileyip dönmüştük. Çılgın bir on gün geçirdik İran’da. O sıralar gelenekçi gelecek hahaha falan diye dilimize dolanmaya başlamıştı bu öbek. Kendim için bir şeyler üretmenin keyfini almıştım ve ilk resmimi yapmam için bir hadi bekliyor gibiydim. Metin And’ın Minyatürlerle Osmanlı- İslam Mitologyası isimli bir kitabı var, onu okuyordum. Bir arkadaşımın kitaptaki imajlara aklı çıktı, kitabı benden alıp annesiyle beraber epey incelediler. Bir gece durup dururken kendisine bir minyatür yapmamı, içinde ormanlar ve okyanus olmasını istedi. İşte ben o resimde her zaman kullandığım dalgalı motif tekniğini buldum ve öyle öyle 2008’den itibaren kendi kendime resimler yapmaya, keşfetmeye başladım.
Hani hep bir an vardır ya, mesela ben yüksek lisanstayken, İnci Eviner atölyesi ile birlikte kolaj yapmaya başladığımda, bu pratiğin okuduğum tartıştığım meselelerle örtüştüğünü keşfettim. Başlangıçta heyecanla gürül gürül akan bir şeyin içine dalıyorsun ve kendini durduramayıp iş üretmeye başlıyorsun ya, o keşif anı nasıldı sende? Minyatürle güncel konuları birleştirmek, o kokuyu aldığın an, ilk bu benim işim dediğin iş ne konudaydı, neydi?
Mars Peygamber. Çünkü o zamanlar bir arkadaş grubum var, hardcore hassas içerikli liveleek’ten savaş videoları izliyoruz. 2013’te defterime Suriye Savaşı’nı izleyerek dünya savaşı başladı galiba diye düşünüp not almışım. Bu videoların birinde El Nusra’nın saldırdığı bir köy var, o köyden bir adam El Nusra’nın tankını çalıyor. Birkaç aileyi kurtararak ve El Nusra’yı kendi tankıyla bombalayarak kahraman tankçı ilan ediliyor. Sonra El Nusra bir tane füze ile tankı indiriyor, adam tanktan fırlıyor ve kameraya doğru düşüyor. Çok acayip bir videoydu o. Tank ateş ederken patlıyordu ve adam da fırlıyordu. Tam o anın görüntüsünü aldım ve ben bunun resmini yaparım diye düşündüm. Bence kendi kafama yakın ilk içerik böyleydi.
Bu işle birlikte mi minyatür terminolojisini sorgulamaya başladın?
Yok yok, başından beri sorguluyordum. Bizim “Geleneksel Sanat Teorisi” gibi bir dersimiz vardı. Bölüm başkanı Profesör İsmail Öztürk 1980’lerde ilk Ege Üniversitesi’nde kurmuş bölümü sonra güzel sanatlar açılınca 9 Eylül’e geçiyor. Onun verdiği bir dersti. Baya bildiğin geleneksel sanatın ne olduğu, ilk sanat mı zanaat mi sorularıyla başlayan hararetli bir dersti. O bizim bölümün okul içindeki ezikliğine dair bir dersti. Öğrenci profillerinden tut sanat sayılmamasına kadar. Puan olarak da en düşük puanla alıyordu. Şu an hâlâ geleneksel sanat eğitimden gelip güncel sanata evrilen sanat pratiğim genellikle şaşkınlıkla karşılanıyor oysa ben bundan doğal bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu ilk olarak batı eğilimli ve temelli sanat akademisi eğitim müfredatından kaynaklıdır. Akademik eğitimde geleneksel sanatların ve eğitiminin tavır olarak moderne yaklaştırılamadığı noktada teorik olarak da pratik olarak da güncel olandan uzaklaştığı ön yargısı ile karşılaşılır. Üstelik, akademide önyargılı bakış açısına meydan okurken bir de toplumun ortak fikri ile akademili olduğun için pratiğinde teorik olmanın ayrıksılığı ile karşılaşırsınız. Bu durumu mezun olduktan sonra sanat eğitimi ile koşullandırılmamış insanların hislerini nasıl kağıda aktardığını görmek için yaptığım atölyelerde kendi açımdan düşünmeye başladım.
Atölyeler düzenlemeye nasıl başladın?
2013’de yeni mezun olmuştum, para kazanmam lazımdı. Sanatçı arkadaşım Serdar Sönmez, Şakran Kapalı Cezaevi’nde Tokat baskı dersi veriyordu. Aliağa Halk Eğitim’de de onun modülünü açmıştı. Ben de Tezhip modülü açtım, 5 aylık bir modüldü ve Halk Eğitim’de 4 gün ders verince kazandığım para bana yetiyordu. Asıl motivasyonum öğrencilerimle birlikte sergi yapmaktı. 5 ay kocaman bir vakit, beraber bir sürü şey üretilir, onları da bir güzel sunarız diyordum. Sistem olarak, cezaevlerindeki eğitim birimlerine hocaları Halk Eğitim gönderiyor. Modülünü açınca gidip cezaevinde ders veriyorsun. 5 ay 15 erkek mahkumla çalıştım. Hepimizin motivasyonu sergi yapmaktı. Sponsorumu buldum. K2 rezidans vardı Alsancak’ta, denize bakan cumbalı eski küf yeşili bir köşktü, o kadar güzeldi ki, maalesef şimdi kapandı. Hiçbir şey yapılmıyordu, boştu. Ayşegül Kurtel’e orayı temizleyip sergi yapmayı teklif ettim, tamam dedi. Zaten bütçesini bulmuşum, bütün prodüksiyon bendim, eğitimi ben verdim, işlerin rehberliğini ben yaptım, çıkan akışı da ben düzenledim, mekânı ve sponsoru buldum, çerçeveleri yaptırdım. Çünkü sanatçılarım içerdeler ve bana yardım edemezler. K2’de o zamanlar küratörlük yapan biricik Deniz Güzel ile sergi metnini yazarken ‘’İçeriden Dışarıya’ diye bir konsept bulduk. Sanat eğitimi almamış insanların bir şekilde içlerinden dışarıya çıkardıkları sanat. Fiziksel olarak da içeriden dışarıya çıkan bir şey vardı. İzleyici için de dışarıya çıkan şeyden içeriye girerek izleme durumu vardı. Böyle bir konsept oluştu birden. Bununla böyle devam edelim dedik ve ikincisini yapmayı düşünmeye başladım. Çünkü minyatürün kolektif üretim mantığını günümüzde uygulayamayacağımızı fark ediyordum, ama burada o mekanizmayı biraz dönüştürebiliyorduk.
Nedir o minyatür resminde olan kolektivite?
Nakkaşhane. Nakkaşhane’de kırmızıcıbaşı başka, altıncı başka, cetvelkeş başkadır. Atıyorum, bir adamın boyası turkuazdır, turkuazları o boyar. Birisi sakal taraması yapar. Diğeri yazısını, yani hattını yazar, meşkini yapar. Elden ele gider o sayfa, iş öyle biter. Mührecisi vardır en son altınlarını mühreler parlasın diye. Mesela Seyahatname için zamanında Nakkaşhane yetmemiş, Topkapı Sarayı’nın karşısında Sultanahmet Meydanı’ndaki Arslanlı Han’da iki kat kiralamışlar, 2000 kişi çalışmış. İşte o kolektiflik kelimesini açmak gerekiyordu günümüzde, yaptığımız şey bir yazma eser değil, kağıt üzerine bir teknik, mandalamsı suluboya resim ve aslında iyileştirici bir etkisi vardı. Ve ilk önce bunu mahkumlarla birlikte denedim, atölyem bittikten sonra eğitim müdürümüz Tayfur bey beni çağırıp müebbetlik öğrencimin ilaçlarını azalttığını, daha iyi olduğunu, sakinleştiğini paylaşmıştı. O kadar motivasyonu vardı ve bunu o kadar yapmak istiyordu ki, sonunda en güzel işlerden birisini o yapmıştı.
Peki kadınlar?
“İçerden Dışarıya” konseptinin devamında geldi. Marjinalleştirilmişler cezaeviyle başlamıştı, cinsel suçlar hariç adli suçlulardan herkes eğitim biriminde derslere gelebiliyor. Bende de baya hırsızı, ajanı, katili, gaspçısı, torbacısı, baronu, pavyon fedaisi, hepsi vardı. Toplumda marjinalleşenler, ötekileşenler, baskı altında olanlar… Bu konsept kapsamında devam etmek istiyordum. Konak Kadın Dayanışma Merkezi’ne falan gidiyordum, ders vermeyi öneriyordum. Evlerinin içinde oturan kadınlar, aynı mahkumlar gibiler; kapatılmışlar, toplumun kavramsal mahkumu olarak düşünüyorum onları. Tam o sırada, 2014’te 14. İstanbul Bienali küratörü Carolyn Christov Bakargiev ve biricik dostum Bige Örer İzmir’deki atölyemi ziyarete geldi. İlk tanışmamızdı. Carolyn gelecekte ne yapmayı düşünüyorsun diye sorduğunda bu cezaevi deneyimini kadınlarla devam ettirmek istediğimi ve uyuşturucu bağımlılarıyla da bir üçleme olarak bu konsepti bitirmeyi düşündüğümü söyledim. Bige bir kaç hafta sonra bienal kapsamında bu atölyeyi yapar mıyız diye sordu. Duygu’nun beni güzel sanatlara yönlendirmesinden sonra yaşadığım ikinci kırılma, hatta büyük patlama anı oydu herhalde. Zor bir süreçti çünkü çalıştığım kadın STK’larını deşifre etmek istemedim, ne de olsa kadınların özelini korumaya çalışan kurumlar bunlar. Aynı şekilde LGBTİ+ dernekleri için de geçerliydi. Bir yandan da bu STK’ların desteklemedikleri bir sermayenin sponsorluğunda gerçekleştiği için aslında baya bir zorlandım. Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği ile tanıştığımda daha yeni kuruluyordu ve onlar hiçbir zaman desteklerini esirgemediler. Aynı şekilde Tarlabaşı Toplum Merkezi’nde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği dersi veren hocalar vardı, onlardan da destek aldım. Kendini kadın olarak tanımlayan herkesi davet ettik. Kulaktan kulağa yayılan bir davetle kadınların kendi metotlarıyla yayılan bir mekanizma oluşturduk. Daha sonra 2016’da Bige beni Ürdün’de Darat al Funun Sanat Merkezi’ne davet etti. The Lab diye deneyime, duyulara dayalı, performatif projelere ev sahipliği yapan bir bölümleri vardı ve orada bir harita atölyesi düzenledik. Çok özel zamanlardı benim için. Sevgili Bige ile çalışmak tarif edilemez derecede eğitici ve kapsayıcıdır. Haritalar üzerine çalışmak istediğimi söyleyince karşılıklı çok heyecanlanmıştık. Olağanüstü bir araştırma dönemiydi, atölyeye başlamadan gezdiğimiz harita koleksiyonları, buluştuğumuz insanlar üretimlerimde ve atölye içeriğini oluşturmamada çok yardımcı oldu. Minyatür çok şematik, bilginin haritasını istiflemek gibi bir şey, aldığım eğitimde Matrakçı Nasuh’lar, Piri Reis’lerden yola çıkarak el yazması haritalar var. Buradan yola çıkarak Ürdün’ün popülasyonun büyük çoğunluğunu oluşturan pasaportsuz Filistinliler ile bu atölyeyi düzenledik. Sınırların dağlar, denizler, akan çaylar, nehirler olduğunu ifade eden bir metin yazmıştım, oysa Ürdün’ün sınır çizgisi cetvelle çekilmiştir.
Bienal için düzenlediğin atölyeye kaynama noktasına gönderme olarak 100° ismini koymuştun, eminim bir çok şey kaynatmışsınızdır.
Bienal süresince atölye izleyiciye 6’ya kadar açıktı. Sonrasında atölye katılımcısı kadınlar işten çıkıp 6:30 gibi geliyorlardı. Atölyeye devam etmek isteyen bir kadın iş yerinden arkadaşlarına hadi sen de gel demiş, 3 kadın toplanıp gelmişler. Bir tanesi benim kocam bekliyor, kocam bekliyor diye diye… Bak şimdi, kitaplığımızda benim de yaptığım motif kitapları var motif seçebildikleri. Kadın belli ki bir daha gelmeyecek ama atölyeye de gelmiş, bir şey yapmak istiyor. Hızlı hızlı hangisini seçsem, bir şey seçmeliyim diye diye kitapları karıştırıyor. Kadın İmajları diye gravür ve resimlerden oluşan, bütün kadın imgelerinin toplandığı derleme bir kitap getirtmiştim. Oradan hızlı ve düz bir mantıkla, kadın resmi yapmak istiyor kadın atölyesinde, hızlı hızlı geçiyor her şeyi. Gelinlikli bir kadın buldu, kocam bekliyor diye diye onu aydıngere hızlı hızlı çizdi, kağıda geçirdi, hızlı hızlı gelinliğini beyaz altınlarla boyadı. O benim favori işim. Gelip almadı da o işi sonra. Biz tüm katılımcıların mailini aldık, sergi bittikten sonra gelip işlerini aldılar. O kadın gelmedi, elimizde kaldı o resim. Bir atölye bu kadar mı gediğine bazı şeyleri oturtur. Kadınların o bilinçaltı… O kütüphanedeki illüstrasyonlardan hangi imajı bulacak, seçecek, boyayacak, hangilerini kolajlayacak diye düşünüyoruz. Bütün merak o aslında. Bir de isim yazmadık hiç. Bir şekilde çok fazla kadının elinden çıktığını vermek istiyorduk işlerin. El fotoğraflarını çekmeye başladık, sonra onları siyah beyaz küçük küçük stickerlara bastırıyorduk, işlere künye gibi ellerinin fotoğrafını yapıştırıyorduk. O da izleyiciye iyi geldi. Tam bir kaynama noktasıydı gerçekten. Tam o atölyeyi çalışırken Özgecan’ın katli oldu. Bu denk geliş yine birden bizi o kazana düşürdü. Sonra Çilem duruşuyla hepimize güç verdi.
Şu an Pera Müzesi’nde işlerin sergileniyor. Yakın zamanda sona eren Berlin Bienali’nde de işlerin vardı. Bu sergiler aslında pandemi yüzünden ertelenmişlerdi. Sen bu karantina sürecini nasıl geçirdin ve bu sergilere nasıl hazırlandın?
Pera’daki Minyatür 2.0 sergisi küratörlerinden Azra Tüzünoğlu bu sergi için üç yıldır çalışıyordu ve başından beri haberdardım. 24 Mart’ta açılacaktı birden karantinaya girdik. Tabi bir burukluk oldu ama dünya o iki ay bi’ terelelliydi, ben de herkes gibi terelelli geçirdim o dönemi. Bienal desen sürekli oldu olmayacak şeklindeydi, 1 Mayıs gibi bir deadline vardı. İş gücüm zayıfladı tabi ama yetiştirmeye de çalışıyorum bir yandan. Zaten karantinada gibiydim iş yetiştirdiğim için. Yalnız, arkadaşlarımı ziyaret edemez oldum. Ama bir ay iş yapamadığımı biliyorum. Bienal küratörlerinden Agustine Perez Rubio, Nisan ayında Facebook’ta bir paylaşımda bulundu. Tam da benim düşündüğüm bir şeydi; herkes üretken olmaya çalışıyordu, herkes delirmiş gibi çalışmaya teşvik ediliyordu. Diyordum bir ben miyim böyle duvara bakan. Sonra sapır sapır döküldü insanlar. “Stop Bullshit Creativity” gibi bir ismi olan gerçekten çok yankılanan bir yazıydı. Ruhu Ele Geçirilmiş Kadının Cinayeti adlı işi yaptığım sırada denk geldi bu yazı. O resimde korkuluğu olan bir tarla var. Kahvaltı hazırlayan kızını gelip öldüren bir babanın hikâyesiydi. Medyada yer alan bu haberi okurken haberin dilinden bir erkeğin bir kadını öldürdüğünü unutuyorsun. Yok komşular ifade vermiş, adam sabaha kadar korkuluklarla konuşmuş, sanki bir köylü lsd almış, içsel hesaplaşmalar yaşamış, köylüler de bunu görmüşmüş diye haber bitiyor. Adam gitmiş kızını öldürmüş, çok aşikar bu kim bilir hangi ahlak mekanizmalarının bozulduğu bir hikâye, köylüler de bunu örtbas etmek istiyor. O yüzden de, resim pembe, kara komedi gibi yapmaya çalıştım, soğuk vahşi. Pandemiye denk geldi. Tarla yapacağım, lahana koyuyorum, marul koyuyorum… Resim yapmıyorum dediğim de o bu arada; resim önümde, kalkmıyorum oradan, bir lahana yapıyorum iki lahana yapıyorum günde. 3 hafta boyunca lahana yaptım o tarlaya. Küçük sarı patatesler yapmaya başladım boşluklara. 5 resmin üçüncüsüydü bu resim. Medyadaki haberleri resimleme kararı almıştım. İlk defa bu kadar büyük işler yaptım ve ilk defa 5 tane iş yan yana sergilendi. Ama pandemiden dolayı gidemedim Berlin’e.
Geleceğe dair bir şeyler var mı kafanda?
Denize bakacağım. Resim yapacağım.
Kapak görseli: “Rahime, Şattülarap’ın kurgusal haritası,” 2019.