Bu yazı Ashley Cullina’nın 18 Mayıs 2022 tarihinde Public Books’da yayımlanan yazısının çevirisidir.
“Ann Quin işçi sınıfındandı – ve ‘avangard’ bir yazardı,” diye yazar Claire-Louise Bennett’in Checkout 19 adlı romanının isimsiz kahramanı. “Bir kadının biri ya da diğeri olması fazlasıyla münasebetsizdi, ikisi birden olması ise düpedüz edepsizlik.” Bu gözlem, kitabın sonuna doğru, anlatıcının edebi metinler ve figürler üstüne düşünürken daldığı birçok patikadan birinde karşımıza çıkıyor; Checkout 19’un kumaşını oluşturan da bu. İşçi sınıfından olmak, deneysellik, kadınlık ve yazarlık gibi türlü kimlikler arasında kurulan bağlar Bennett’in metninin başka hiçbir yerinde açıkça dile getirilmiyor. Yine de romanın her yerine nüfuz ediyorlar.
Checkout 19, Quin ve Annie Ernaux gibi birbirleriyle ilişkilendirildiğini görmeye alışık olmadığımız bir grup yazarı ustalıkla yan yana getiriyor. Roman bu yazarların normalde birbirleriyle uyuşmayacağını düşündüğümüz edebi teknikleri nasıl bir araya getirdiğine dikkat çekiyor: deneysel anlatı, tekrar, nesne ve maddelere yönelik keskin bir dikkat. Bunların Bennett’in kendi yazının alametifarikası olması da tesadüf değil elbette; yazarın etkisi altında kaldığı metinler hakkında, o metinlerin dilini ve formunu benimseyerek yazması, belli bir geleneğe göz kırparken aynı zamanda kendini o geleneğin içinde konumlandırması anlamına geliyor.
Fakat belki daha da önemlisi, Bennett’in bu yazarların kendi eseriyle kurduğu ilişkiye dair oynadığı aydınlatıcı ve hatta radikal denilebilecek bir oyun. Checkout 19 bu yazarların -dolayısıyla da Bennett’in kendisinin- tamamıyla beklenmedik bir şeyi pratik ettiğini öne sürüyor: işçi sınıfı yazınının açıkça kadınsı olarak nitelendirilebilecek bir geleneğini.
Bennett’in gösterdiği üzere, böylesi bir gelenek sözüm ona sade hayatları yalın bir tarzda tasvir etme dürtüsüne direnmekle kalmıyor, aynı zamanda bunu deneysel duyarlılıkla yapıyor.
Edebiyat yapan ve deneysel olan işçi sınıfına mensup kadınlar öncelikle modellerini, sonra da okuyucularını nasıl buluyorlar? Bazı kuramcılar ve yazarlar işçi sınıfı avangard geleneği içerisinden gelen metinlerin işçi sınıfı topluluklarının kültürü ve okuma alışkanlıklarında yer edenlerle uzlaşamayacağını, yahut bu tür kurmaca metinlerin deneyimlerini temsil ettiğini iddia ettiği kesim için yazılmadığını savunacaktır. Checkout 19 bu uçurumu daraltmaya yönelik bir hamle yapıyor. Roman deneysel kurmacanın, baş karakterimiz gibi işçi sınıfından genç kadınlar tarafından okunduğunu ve onlara hitap ettiğini, hatta bir seçim olarak (tıpkı Checkout 19 yaptığı gibi) deneysel bir formun işçi sınıfı geleneğinden bir kaçış değil, aksine bu gelenekle bir tür dayanışma olabileceğini öne sürüyor.
Peki işçi sınıfından bir yazar olmak ne anlama geliyor?
Tipik bir işçi sınıfı romanı iş giysileri içinde bir adamla, yahut birkaç adamla başlar. Mutfak lavabosunun üstünde kirli bir pencere vardır, camdaki çatlak yolun karşısındaki çelik imalathanesinden gelen dumanlı havayı içeri sızdırır. Sokağın hemen köşesinde duvarları küften çürümüş, erkeklerin zaman zaman içmeye gittiği bir pub (birahane) durur. Her tarafa alacakaranlığın gölgesi çökmüştür -ya da kasveti mi demeli?- ve çok az uyumuşsundur, sabah gitmen gereken bir işin olsa da. Bunlar, Alan Sillitoe’un Saturday Night and Saturday Morning [Cumartesi Gecesi ve Cumartesi Sabahı] (1915) ve Stan Barstow’un A Kind of Loving’inden [Bir Tür Sevgi] (1960), Upton Sinclair ve George Orwell gibi daha orta sınıf yazarların sansasyonel eserlerine kadar, artık klasikleşmiş işçi sınıfı romanlarının temel unsurlarıdır.
Bu eserler işçi sınıfı yaşamlarını sosyal gerçekçiliğin araçlarını kullanarak yansıtırken işçi sınıfının deneyimini günlük hayatın amansız betimlemeleri aracılığıyla anlaşılır kılmaya çalışır. Sosyal gerçekçi roman, prensip olarak gerçeğe yakınlıkta ısrar eder: çizgisel bir anlatı, natüralist bir diyalog, üçüncü şahıs anlatıcı gibi edebi unsurlarla üretilen bir hakikilik. Sosyal gerçekçilik, 1950’lerin sonunun ve 1960’ların başının Britanya edebiyatında popülerliğinin zirvesindeyken kalabalık bir kadroyu takip eden, şehir hayatının iç karartıcı tekdüzeliğini ve rutine binmiş fabrika emeğini gözler önüne seren kronolojik anlatılarla karşımıza çıkıyordu.
İşçi sınıfının yüzyıl ortası kentsel çürümeye, tükenen işgücüne ve eril işçilere dayanan popüler imgesi sosyal gerçekçi romanların anlatı biçimine o kadar teyellendi ki, bugün insanlar birini diğeriyle karıştırıyor. Bu türde klasikleşmiş eserlerin önemi su götürmese de, Bennett gibi bazı yazarların işçi sınıfı deneyimini ortak, nesnel bir gerçekliğe riayeten değil, deneyimi o gerçekliğe dair öznel izlenimler üzerinden kurduğunu hatırlamak önemli. Neticede elde edilen eser bir tür belgeselden çok yapışkan, oyuncu ve geçirgen oluyor.
Bennett’inki zamanın ve öznenin sınırlarının ötesine yüzen, bir imgenin barındırabileceği kişisel anlamlara son derece duyarlı, gözenekli ve çelişkili bir metin. Checkout 19’un baş karakterinin büyükannesinin evini nasıl hatırladığını gördüğümüz sahne mesela:
Büyükannemin, Hollywood yıldızlarının aşırı duygusal biyografilerinin yanı sıra, Victoria dönemindeki en korkunç cinayetlerin fotoğraflarıyla dolu sansasyonel kitaplardan oluşan etkileyici bir koleksiyonu da vardı. Ki bu da çocukken aksi takdirde sıkıcı sayabileceğin bir odaya heyecan katacak türden bir şeydi. Siyah-beyazın naifliğiyle muhafaza edilmiş o parçalanmış ve ezilmiş cesetlerin yakınında olmak, yüreğimi, yerinden hoplatarak tıpkı kirli cüssesini tek eliyle karanlık bir kuyudan inatla yukarıya çekmeye çalışan yaralı bir trol gibi ağzıma getirirdi. Zor yutkunurdum, yeniden ve yeniden, kulaklarım uğuldayana, yüreğimi tekrar yerine oturtmaya girişine dek. Daha fazla dayanamayacağım bir dünya bu.
Öyleyse bu roman troller, tozlu kitaplar ve çocuklarla mı ilgili? Birçok başka şeyin yanı sıra, evet. Ama aynı zamanda patlıcandan yapılmış tavanlar, kolej banyolarındaki küvetler ve Tarquin Superbus adında hayali bir sanat meraklısıyla da ilgili. İşçi sınıfı edebiyatından, harcanan emeği ve yaşanan zorlukları tüm detaylarıyla betimleyen sahneler bekleyenlere Bennett’in sınıf deneyimiyle serbest tasvirleri arasındaki bağlantı müphem gelebilir. Lakin durum çok farklı.
Üstünde durulması gereken nokta, Bennett’in dünyayı tamamıyla kendi bireysel deneyimine binaen resmetmesi. Her cümle titizlikle ele alınmış, üzerine düşünülmüş. Yazar, “Dil şunun yerine buna benzese nasıl olur?” diye soruyor adeta. Burada şunu hatırlamak için duraklamamız lazım: Özellikle Britanya ağızlarını düşündüğümüzde, birinin dili, aksanı ve konuşma biçimi, tıpkı Bennett’in İngiltere’nin kuzeyinden gelen baş karakteri gibi, sınıfsal bir anlam dünyasını barındırır. Bennett dilin kurduğu tahakkümü anlatabilmek için dil ile boğuşur; tamamıyla kendine ait bir dünyaya şekil verebilmek için yapar bunu.
Bennett için -tıpkı seçtiği selefleri gibi- gelenekten ayrılmak yalnızca estetik bir tercihten fazlasıdır. Aynı zamanda, işçi sınıfı bağlamında süregiden bir hayata karşı makul bir tepkidir.
Örneğin Quin’in 1966 tarihli öyküsü, “Every Cripple Has Its Own Way of Walking”i [Her Kötürümün Yürüyüş Biçimi Kendine] ele alalım. Burada, baş karakter “uzun gecelerdeki hırıltılı nefes alış verişlerin teyzelerinden birine mi yoksa farelere mi ait olduğunu bilemezdi. Belki de yalnızca denizden gelen rüzgârdı duyduğu… Alt kattaki odada yatak gıcırdadı. Büyükanne öbür tarafına döndüğünde. Sonra tekrar diğer tarafa. Belden üstü yani. Bacakları var mıydı? Çocuk bunları düşündü. Onları çarşafın altında iki çubuk halinde gördüğünü düşündü. Tam da yukarı doğru bir hamle yapacaklarken.” Duvarların kâğıt gibi inceliği, insanın etrafındaki kırılgan devinim – bunlar işçi sınıfı hayatının detaylarıdır. Ancak bunlar -hem Quin hem de daha sonraları Fransız yazar Annie Ernaux ve diğerleri için- ben ve o, içeriyle dışarı arasındaki sınırları bulanıklaştıran bir evrenin özellikleri haline gelir.
Bu tür bir geçirgenliği onyıllar sonra Bennett de ele alır. Checkout 19’da şöyle yazar Bennett: “Eğer içinde bulunduğunuz mekân size güvenilir sınırlar sunmuyorsa en nihayetinde çiçek dürbününü andıran, nesnelerle varlıklar arasında sürekli gidip gelen bir metin yazmanız çok da akıl almaz bir şey değil.”
Bennett’in deneysel sınıf duyarlılığının ilk izleri, 2015’te yayımlandığı zaman büyük ses getirmiş ve İngilizce yazan, 39 yaşını doldurmamış yazarlara verilen Dylan Thomas Ödülü’nün kısa listesine girmiş Gölet (Pond) kitabında çokça karşımıza çıkar. Gölet’teki kesitler kurguyla otobiyografi, isimsiz bir anlatıcının içsel gelgitleriyle kırsal Batı İrlanda’daki hayatının türlü unsurları arasında bir yerde durur. Okuyucuyu her daim şaşırtan bir okuma deneyimidir bu. Bennett’in durgunluğu sarsma, en küçük detaylara (kaseler, koltuklar, inekler) takılma gibi bir eğilimi var, öyle ki bu detaylar başka dünyaların ve hayatların içine bomba gibi düşüyorlar. Hiçbir şey olmuyor. Her şey oluyor.
Gölet’in hikâyelerinden birinde, anlatıcının bir akşamüstü bahçıvanlık yaptığı bir sahne gömülü hatıralar üstüne bir tefekküre dönüşür sessizce, toprağın sesi de gitgide anlatıcınınkine karışır. “Doğramak, büzülmüş bir sersemlik hali içinde sabah, öğlen ve akşam hepsini dilim dilim etmek… Buna tahammül edemiyorum -hepsinden çok da bileğimin yansımasını görmeye dayanamıyorum, orada, biraz sağımda aynada bir inip bir kalkan bileğimi,” diye yazar anlatıcı. “Uçup gidecekmiş gibi görünüyor oysa bunu yapamayacağını bal gibi biliyorum.”*
Gölet türlü deneysel stratejilere başvuruyor: kaygan bir birinci şahıs anlatısı, nesneler ve atmosfere yöneltilen dikkat ve onların arasında yaşanan deneyimin geçirgenliği. Checkout 19 ise tüm bu stratejileri ince eleyip sık dokuyarak yeni biçimlerde tedavüle sokuyor. En yeni romanında Bennett’in yarattığı etki daha duru, ele aldığı meseleler de kapsam olarak hem daha geniş hem de Bennett’in kalemine çok daha kolaylıkla geliyor.
Checkout 19’un anlatısı çizgiselden çok episodik. Bundan kastettiğim, romanın birtakım olayları kronolojik bir biçimde izlemekten çok anlatıcının serbest çağrışımlarının derinlerine inmekle meşgul olduğu. Bir cümlede, “başka bir kızın külodunu” giyiyorsunuzdur, bir diğerinde bisiklet üstünde zamanda geri gidiyorsunuzdur. Her halükarda, romanın yapısı genç bir kızın büyüdükçe kitaplarla yaşadığı karşılaşmaların nasıl dönüştüğünü takip etmesiyle şekilleniyor.
Burada özellikle “karşılaşmalar” kelimesini kullanıyorum, zira romanda karşımıza çıkan tüm metinler anlatıcı tarafından okunmuyor: “Evde çok fazla kitap yoktu ve olanlar da gözden uzak, annemin hiç hoşlanmadığı mumlar, peçete halkaları ve sos kaplarıyla beraber yemek odasının bir köşesindeki büfede duruyordu. Ne kadar gözden uzak olsa da bir o kadar oradaydılar… Bize dönüp bakan ve bir şeyler gören yasak şeylerdi.” Nesnelerin değeri ve yokluğa karşı bu farkındalık anlatıcıya annesi tarafından aşılanmıştır; annesi muzlu şampuanları, Slazenger tenis eteklerini ve Laura Ashley duvar kâğıtlarını açgözlülükten değil, “nesneler hayatı yerine oturttuğu için… Güzel şeylere sahip olmak sana iyi bir iş çıkardığını hissettirdiği ve diğer herkesi susturduğu için” alıyordur.
Bu roman maddi dünyanın dokusunu fazlasıyla dert ediniyor. Lakin birçok sosyal gerçekçi romanın aksine, Bennett müzakere edilebilecek bir maddi gerçeklik sunuyor bize. Bennett ve onun gibiler için şeyler biçimlendirilebilirdir: bakışına karşılık verip durduğun yeri tahkim ederler. Nesneler onlarla kurduğun kırılgan bağı vurgulayıp sağlamlaştırırlar.
Birinin en sevdiği elbise ve evindeki ıvır zıvır bizlere belli olaylar hakkında bir şeyler söyleyebilir mi, mesela anne babasının ayrılığından önce yaşananlar gibi? Ann Quin’in Berg’inde (1964) “attığım adımlarda, yaktığım şu sigarada, kaldırımdaki çatlağın arasına sıkışmış bir yaprakta yeterince hakikat” vardır. 60’lı yılların sosyal gerçekçi erkek çağdaşları hakkında Quin şöyle yazmıştı: “açıkçası, saçma sapan 19. yüzyıl metinleriyle leş gibi kokuyorlar.” Quin’in kendi yazınınınsa kokusu mis gibidir. Karakterleri bir katılaşıp bir söner, çağlayan sularda boğulup geriye kaşıklar dolusu çorba bırakırlar.
Fenomenolojinin bazı kolları, yaşanmış gerçekliğe dair etraflıca ve spontane betimlemelerin o gerçekliğin bilinçli deneyimini çözebileceği fikrini savunur – yani seni özgürleştirir. Bennett de bu fikri Quin’den devralır: şeyleri şairane veya alışılmış biçimde değil, özenle betimleyebilmek.
Bennett’in anlatıcısı apartman bloğundaki “yerlerin neden yapıldığını” bilmeyebilir, fakat anlatıcının koridoru “karanlık ve reçine gibi yapış yapış… içinde hareket eden ışık, yansımalar ve gölgelerin hepsi bir arada” olarak hatırlaması kireç taşı ya da muşambanın özgül niteliklerinden daha çok şey söyler. Quin gibi Bennett de alışılagelmiş betimlemeleri kendi duyarlılığıyla şekillendirip dünyayı kendi algısı ışığında yeniden yazar.
Bu tasarı çokça tashih, tekrar, tekdüzelik, sonu gelmeyen müsveddeler, yazıyı bırakmayı, sonra ona yeniden dönmeyi gerektirir – senin deneyimine en iyi karşılık geleni bulana kadar türlü betimlemeleri deneyip durmayı. Bennett tekrarı sever. “Evet, evet,” diye yazar bir yerde, “Evet, öyle.” Bu adanmışlığı bir bakıma Ernaux’dan almıştır: O da tasnife meraklıdır, kendi dünyasını doğru bir şekilde kâğıda geçirmeyi ister. Checkout 19’un sonlarına doğru anlatıcı, bir cesetle karşılaştığı anı tasvir etmeye çalışırken zorlanır. “Hemen akabinde yaşananları çok kere yazdım – ancak şu son yıllarda hiç yazmadım. Vazgeçtim en sonunda. Hemen sonra ne olduğunu her yazmayı denediğimde yazdıklarım, istisnasız, zorlama geldi… Allah aşkına, çıkar ağzından baklayı.” Tüm bu çabalar en nihayetinde romanda bir dizi imge ve izlenimle sonuçlanır, anlatıcının deneyimi çimenlere, zincire, salıncağa, boyuna doğrultulan bakışlara dağılır. “Mahrem bir şeydi,” diye yazar anlatıcı, tamamen kendine özgü bir ifade talep eden mahrem bir şey.
Burada Bennett’in amacı nedir? Neden bu denli takıntılı bir betimleme ihtiyacı duyar? Belli ki bu, bir deneyimi yeniden yaratmaktan çok daha fazlası. Bennett’in inancı yazma eyleminin kendisinde; hatıraları nesnelere yazıyor, nesneleri kelimelerle yakaladığı zaman onlardan özgürleşiyor. “İşaretleri biriktiriyorum,” diye yazar Ernaux Yalın Tutku’da (1991), “bu envanter gerçekliğe ulaşmamı sağlayacakmış gibi.”**
Hakikati kavramak; avucunda tutmak; işçi sınıfından bir birey, bir kadın olarak deneyiminin tüm çelişkilerine hâkim olmak – mesele bu. Kadınların deneysel işçi sınıfı edebiyatı özgürleştirici ve deneyime sahip çıkan bir temsile kapı aralıyor.
Checkout 19’da Quin metni yalnızca dolaylı yoldan etkilemez. Anlatıcı gençliğinde Brighton’a yaptığı bir yolculuğu anımsarken kendini Quin’in de bulunmuş olduğu mekânlarla ilişkilenirken hayal eder. Bu sahnede anlatıcı lüks bir otel olduğunu ve yalnızca belli bir kesime hitap ettiğini düşündüğü bir yerden henüz kaçmıştır. Oradaki insanların maddi durumlarını, zarafetini ve kendini de onlardan biri sayıp sayamayacağını düşünür. Onun yerine, duvarda alacalı bir aynası olan ve küf kokusuyla dolup taşan bir tesise gelir ama içi orada da kalmaya el vermez. Anlatıcı bu yolculuğu düşünerek bize şunu söyler: “Regency Meydanı’ndan yukarı çıkan yolun üstünde her şeyden bihaber oturduğum bir yer vardı, bundan yirmi küsur yıl önce Ann Quin’in de oradaki denize girip bir daha çıkmadığı yer.”
Geçmişle şimdi, içeriyle dışarı, olguyla kurgu arasındaki sınırlar incedir. Bunlar, Bennett’in kozmolojisinin derinliklerinde, bir kuyuda biriken damlalar misali birbirlerine karışıp yazarın kendisi, dünya ve yazarak oluşturduğu edebi kökenleri arasında kurmaya çalıştığı kırılgan dengeyi yansıtırlar.
Pek tabii Checkout 19 uzunca bir anımsama ve “biriktirme” çalışması olarak da okunabilir: Bennett’in türlü izlenimleri, nesneleri ve hatıraları, gerçekçiliğin alışılagelmiş kronolojik biçimi yerine kendi özgül örüntülerine göre düzenlemesi ve benzer dünya görüşüne sahip kadın yazarları bir araya getirmesi gibi. Anlatıcının geçmişini hatırlaması da bir bakıma bağlantı kurma ve biriktirme eylemidir: Quin’le romandaki genç kızı zamansal bir düzlem üzerinde bir araya getirmek yalnızca mekân ve sınıf üzerinden bağlantı kurmak için değil, aynı zamanda kendilerini yazma arzusu içerisinden de bir araya getirmektir.
*Claire-Louise Bennett, Gölet, çev. Begüm Kovulmaz (Sahi Kitap, 2021).
**Annie Ernaux, Yalın Tutku, çev. Yaşar Avunç (Can Yayınları, 2022).
Ana görsel: Paula Rego, Vanitas (2006)