Duygusallıktan kaçınmanın entelektüel faydaları ne olabilir?

KÜLTÜR

Bir Entelektüel Tarz Olarak Kalpsizlik

Katie Fitzpatrick’in The Chronicle’da yayınlanan “Heartlessness as an Intellectual Style” makalesini çevirdik.

 

Öğrencilerden alacağım ilk ders değerlendirmelerini beklerken kadın bir meslektaşım beni uyarmıştı, “Öğrenciler için ya anasın, ya da orospu.” Yani ya iyisin hoşsun, anaçsın, yardımseversin ya da burnu havada, başından savan, ilgisiz birisin. Her ne kadar öğrencilerden pek çok içi dolu yorum alsam da, masaya yatırılan meselenin, çoğu zaman (iyi ya da kötü anlamda) benim kişiliğim olduğu barizdi.

 

Onlarca yıllık araştırmalar, meslektaşımın uyarısını destekleyen cinste. 1999 tarihli, kadınların akademideki duygusal emeği üzerine bir çalışma, “öğrencilerin, kadın profesörlerin erkek profesörlerden daha cana yakın olmasını beklediği ve olmadıklarında onları daha acımasız bir şekilde yargıladığı” sonucuna ulaştı. Daha yakınlarda ise, Northeastern Üniversitesi’nden tarih profesörü Benjamin M. Schmidt, kadın profesörler kişilikleri üzerinden daha sık değerlendirilirken erkek profesörlere “deha” denme olasılığının daha yüksek olduğunu buldu. Pek çok kadın, öğrencilerinin kendilerine sık sık terapist ya da sosyal hizmet görevlisi gibi davrandığını belirtiyor. Kadın akademisyenler -diğer meslek gruplarından kadınlar gibi- hem meslektaşları hem de öğrencileri söz konusu olduğunda duygusal emeğin en büyük kısmını sarf etmek durumunda bırakılıyor.

 

Deborah Nelson’ın, stoacı ve hatta “kalpsiz” eğilimleriyle bilinen kadın entelektüellerin, yazarların ve sanatçıların çalışmalarını inceleyen yeni kitabı Tough Enough‘ın [Yeterince Sert] (University of Chicago Press) tanıdığım pek çok kadın akademisyenin hemen ilgisini çekmesinin sebebi bu tür baskılar olabilir. Bu fikri, akademinin farklı dallarından (ve hatta dışından) kadın arkadaşlarıma açıkladığımda, hepsi de kasten soğuk kadın entelektüel kavramında özgürleştirici bir yan buldu; belki de bu, kendilerini zorunlu duygusal emeğin baskılarından kurtaracak bir model olabilirdi.

 

Nelson, serinkanlı, duygusallıktan kaçınan bir duruş geliştirmiş bir grup düşünürü (Diane Arbus, Hannah Arendt, Joan Didion, Mary McCarthy, Susan Sontag ve Simone Weil) inceliyor. Beklenildiği üzere, bu tutum sıklıkla, onları “acımasız”, “buz gibi”, “umursamaz”, “soğuk” ya da “gayri şahsi” bulan erkek meslektaşlarının horgörüsüne yol açmış. Bu kadınlardan birkaçı, tam da duygusallığın en gerekli görüldüğü anlarda duygusuz bir ton takındıkları için kamuoyunda kötü bir nam salmış düşünürler. Arendt, Adolf Eichmann davasındaki İsrailli savcıların dilini aşırı duygusal bulurken, Didion Yeni Sol’un kendini beğenmiş iyi niyetlerini hicvetti; Sontag ise, 11 Eylül’ün üzerinden daha iki hafta geçmemişken ABD yetkililerini ve medyayı “üsttenci, gerçekliği gizleyen retorikleri”nden ötürü yerden yere vurdu.

 

Mary McCarthy

Nelson’ın Tough Enough‘taki esas amacı, bu kadınların (çoğu zaman skandallara yol açan) duygusuz tavırlarıyla neyi başarmayı umduklarını daha iyi anlamak için hem kamuoyundaki öfkenin, hem de erkek lütufkârlığının ötesine geçmek. Nelson, bu düşünürlerin soğukluklarının, ne kişiliklerindeki bir kusurdan ibaret olduğunu, ne de kadın duygusallığına dair kalıpyargılara karşı koyma çabasıyla açıklanabileceğini öne sürüyor. Kendisi bunu daha ziyade kasıtlı bir etik, estetik ve politik strateji olarak tanımlıyor. Nelson’a göre, Arendt ve Sontag gibi yazarlar, herhangi bir toplumsal krizle hesaplaşmanın en iyi yolunun, gerçekliğin soğuk, acı veren ışığında görüleceği yönündeki temel anlayış çevresinde inşa edilmiş, dünya savaşı sonrası ayrı bir entelektüel geleneğin üyeleriydiler.

 

20. yüzyılın ortalarında meydana gelen hadiseler – Auschwitz, Hiroşima, gulaglar, mülteci kampları – travma deneyiminin ve acıyı paylaşmanın dışavurumuna ayrı bir çerçeveden odaklanılmasını sağladı. Bu kadınlar, böylesi hadiseleri yazılarının merkezine alırken bu hadiseleri duygulara kapılmadan incelemenin peşinden koştular. Her ne kadar teoloji, edebi eleştiri ve fotoğrafçılığın da ötesinde oldukça farklı sanatsal ve entelektüel geleneklerde yer almış olsalar da, aşırı duyguların ifade edilmesinin daha yaygın olduğu bir dönemde stoacılığa meyletme yönünde ortaklaştılar.

 

Tough Enough, bu kadınları ciddi ciddi entelektüel olarak kabul etmemizi ve “buz gibi” kişiliklerine dair pek çok kadın düşmanı eleştiriden bağımsız olarak değerlendirmemizi talep eden, açıktan açığa feminist bir kitap. Ne var ki tüm bu düşünürler bizzat “zamanlarının feminist hareketlerine tereddütle ya da büsbütün düşmanca yaklaştılar”. Arendt, McCarthy ve diğerleri için ikinci dalga feminizm, duygusal siyasetin yanlış yola saptırılmış bir başka halinden fazlası değildi.

 

Susan Sontag

Bu durum, ben ve arkadaşlarım gibi, Nelson’ın öznelerinde feminist rol modelleri bulmayı uman okuyucuları durup düşündürmeli. Her ne kadar duygulardan uzak bir tutum, kadın entelektüelleri duygusal emeğe yönelik belli taleplerden özgürleştirecek olsa bile böylesi bir duruşun politik olarak yükü ağır. Arbus, Arendt, Didon, McCarthy, Sontag ve Weil stoacılığı tam da duygudaşlık ve dayanışmanın dışavurumundan kaçındığı için politik açıdan kullanışlı bir strateji olarak gördü. Ancak bu duygusal dışavurumlar, külfeti bazen ağır olsa bile, feminist pedagoji de dahil olmak üzere pek çok feminist proje için de gereklidir. O halde, duygusallıktan uzak durmaya talip olduğumuzda ne kazanırız, ne kaybederiz?

 

Nelson, duygusallıktan uzak bir yaklaşımın yazar ve düşünürlere en çok, duygusal dışavurumun toplumsal olarak zorunlu kılınan biçimlerine direnmede yardımcı olduğunu açıklıyor. Kriz dönemlerinde, entelektüeller (tıpkı geri kalan herkes gibi) sıklıkla belli bir grup ya da mücadeleye bağlılıklarını göstermeleri adına eleştirel düşünce ve muhakemelerinden feragat etmeye çağrılıyor. Solda duranlar, duygusallıktan kaçınmayı milliyetçilik ve kabileciliğe direnmede -vatansever aidiyeti performe etme talebinden mesafelenmek için (Sontag’ın 11 Eylül sonrası retoriğe yönelik eleştirisinde olduğu gibi)- yararlı bir strateji olarak göreceklerdir. Bununla birlikte, sağda duranlar -bu kadınların pek çoğu gibi- benzer bir şekilde, tarihsel olarak mağdurlaştırılmış bir sınıfla kendini özdeşleştirme çağrılarına direnç gösterecektir. Haliyle duygusallıktan uzak tarzın politik spektrumun farklı noktalarından kişileri nasıl kendine çekebileceğini görebiliriz; belli ilişkilenme halleri senin zaten mideni bulandırıyorsa, o hallerin duygusal fazlalıklarından ayrı durmanın değerini de rahatlıkla idrak edeceksindir.

 

Daha zor olan soru ise, böylesi bir duygusuzluğun desteklemeyi umduğunuz meselelerde, fikirlerde ya da gruplarda işinize yarayıp yaramayacağı. Nelson, Arendt’in her türlü politik duyguya karşı ilginç bir sav sunan On Revolution‘ından (Devrim Üzerine; 1963) bir parça alıntılıyor. Arendt, “insan kalbinin,” politik alanın dışında tutmanın hayırlı olacağı “karanlık bir yer” olduğunu ileri sürüyor: “Bir saik ne kadar yürekten gelirse gelsin, ortaya çıkarılıp kamusal bir teftişe maruz kaldığında, kavrayıştan ziyade şüphenin nesnesi haline gelir.” Başka bir deyişle, duygusal tepkinizle ilgili politik bir eylem yaptığınızda, meselenin özünden sapıp kendi hislerinizin derinliği ya da yüzeyselliği hakkında spekülasyona yol açarsınız. Sosyal medyada ya da sınıflarda paylaşılan görüşlere yoğun duygusal dışavurumlar eşlik ettiğinde, konuşmacının fikirlerinin nereden geldiği değil hislerinin samimiyeti sorgulanmaya başlayabilir. Arendt’e göre, desteklediğimiz politik mücadelelere en iyi hizmeti, sakin ve serinkanlı bir yaklaşım gösterdiğimizde sunarız.

 

Bu, Tough Enough‘ta duygusallıktan kaçınmaya dair sunulan ilginç bilgilerden biri olsa da, “kalpsizliğin” muazzam şekilde yanlış yerlere de gidebileceğini not düşmek gerek. Tam olarak ne kadar yanlış sorusunun cevabı için Arendt’in Reflections on Little Rock‘ına (Little Rock Üzerine Düşünceler) bakmamız yeterli.

 

Hannah Arendt

1957 tarihli o bednam makalede, Arendt NAACP’nin (Siyahların Kalkınması Ulusal Derneği) okullardaki ırksal ayrıma karşı yürüttüğü mücadeleyi, yeterli “temkin ve itidal” ile yürütülmeyen, yanlış yola sapmış bir politik hedef olarak gördüğünden eleştirdi. Kamu hizmetlerinde ırk ayrımının ortada kaldırılması çabalarına hak vermekle birlikte -şaşırtıcı bir mantık yürütmeyle- okulların tamamen kamusal olmadığını, zira çocukları ilgilendirdiğini, haliyle de ailenin kutsal özel alanına girdiğini iddia etti. Kendisi ayrıca Afrikan-Amerikalı ebeveynlerin okullardaki eşitliği toplumsal ilerlemenin bir yolu olarak görüp, daha can yakıcı ayrımcılık biçimlerini ihmal ettiğini çünkü ileri sürdü.

 

NAACP’ye yönelik eleştirilerini daha sonradan yazdığı bir önsözde savunan Arendt, “ezilen azınlıklar, bu gibi meselelerde öncelik sıralaması yapmada hiçbir zaman en iyi muhakemelerde bulunmamıştır ve temel insan hakları ya da siyasi haklar yerine toplumsal fırsat için mücadele etmeyi tercih ettikleri pek çok durum olmuştur,” dedi. Burada o meşhur duygusuz tonu, buyurganlığa ve hakarete kayıyor. Meseleye dair (kendisinin de itiraf ettiği gibi) bilgisizliğini göz önünde bulundurarak makul bir düzeyde anlayış ya da alçakgönüllülük göstermek yerine, diğer yazılarında daha başarılı olan o soğuk, başından savan tonu sürdürüyor. Bu karakteristik kalpsiz tarz, mevzubahis mücadeleye gerçek bir bağlılıktan ya da duygudaşlıktan eser taşımadığı an eğreti durmaya başlıyor.

 

Kalpsizlik, yanılsamadan ve iyi niyetli mübalağadan kurtulmayı ve bizi “gerçeklerle” yüz yüze getirmeyi vaat ediyorsa, o zaman bir etik duruş olarak başarısı tamamen bu gerçeklerin ne olduğuna dair doğru bir muhakemeye bağlı demektir. Eğer ki kalpsizlik kendi delici tarzını hatasız bir algı sanmaya başlarsa, o zaman geriye ne iyi niyet kalır ne de iyi bir kavrayış. Kısacası, onu uygulayanlar, özellikle de onun bakışına maruz kalanlar için bu son derece riskli bir entelektüel yaklaşım. Nelson şöyle yazıyor: “Duygusallıktan kaçınma başarıya ulaştığında ‘berrak’, ‘keskin görüşlü’, ‘net’, ‘ölçülü’, ‘içe işleyen’ ve benzeri anahtar sözcüklerle adlandırılır. Çuvalladığındaysa, soğukluğa, münasebetsizliğe, saldırganlığa ve zalimliğe doğru yön değiştirir.” Arendt’in “Reflections on Little Rock” makalesi, “kalpsizliğin” esaslı bir şekilde nasıl çuvallayabileceğine örnek oluşturuyor.

 

Arbus, Arendt, Didion, McCarthy, Sontag ve Weil, bizi iyi hissettiren – teselli eden, rahatlatan ya da dikkat dağıtan veyahut da yardımsever, şefkatli, acı çeken şehitler olduğumuza dair imgemize ayrıcalık tanıyan- politik duruşlara karşı uyanık olmamızda ısrar ediyor. Ancak bu ayartıcı yanılsamalar listesine bizzat kalpsizliği de ekleyebiliriz. Zira geri kalan histeriklerin aksine bizim mantıksal, doğru, duygulardan uzak bir algıya sahip olduğumuz yönünde yanlış bir his verebilir.

 

Joan Didion

Bu altı düşünür içinden, Nelson yalnızca Joan Didion’un duyguyla olan ilişkisini ciddi anlamda gözden geçirdiğine inanıyor. Didion, kocasının ve kızının vefatlarının ardından yazdığı The Year of Magical Thinking (Knopf, 2005) ve Blue Nights (Knopf, 2011) adlı anılarda, kendine acımanın kaçınılmazlığını kabullenmeye zorlanmıştı. Didion daha önceden başkalarını kendi acılarına gömüldükleri eleştirmiş ve kendinden başka kimseye bel bağlamayan bir “ahlâki sertlikte” ısrarcı olmuştu. Bu tutumun gerçekçilikle bağdaşmadığını ve hatta sapkınca olduğunu zamanla anladı. Kendini kandırmayı aştığını sanacak kadar kendini kandırmış olduğunu fark etti. Nelson’ın yazdığı gibi: “Didion kendi sert-fikirli, duygusuz ve uyanık ahlâkçılığı içinde acı veren hisleriyle sinmiş, gözüpek bir gerçekçi kılığında kendine yeni bir şekil vermiş olduğunu keşfetti”; “stoacılık görünümünde bir duygusal vurdumduymazlığa” kendini kaptırmıştı.

 

Günümüzde kadın akademisyenler, araştırmalarında duygusallıktan uzak, analitik bir çizgi tutturmanın baskısı ile sınıfta ya da fakülte toplantılarında külfetli duygusal emek sarf etme baskısı arasında kalmış bir vaziyette. Haliyle Sontag ya da Didion gibi yenilmez bir serinkanlı tutum geliştirmiş kadınların çalışmalarına ilgi göstermeleri şaşırtıcı olmasa gerek. Ancak Nelson, bu karakteristik “sertliğin” yalnızca bir tutum değil, aynı zamanda dünya savaşı sonrası hayati bir entelektüel gelenek olduğunu göstermeye çabalıyor. Kadın düşünürlere belli rol modelleri sunmak şöyle dursun, stoacılığa ve acı ile çileyle doğrudan mücadele etmeye bağlılıkta birleşen, zorluklarla dolu bir politik, etik ve estetik felsefeler kümesini kitabıyla kayda geçiriyor.

 

Tough Enough, başından sonuna dek etik bir duruş olarak “kalpsizliğin” değerini ve sınırlılıklarını sorgulamaya itiyor. Zoraki duygusallığa direnmeliyiz, evet, ama stoacılığa hak ettiğinden fazla bir değer biçme konusunda da dikkatli olmalıyız. Her ne kadar duygusal emek yüküne yer değiştirtmemiz gerekse de, -ne kadar ayartıcı olursa olsun- duygudaşlığın yükünden kurtulamayız.

 

Ana görsel: Ivan Şagin, Lenin Kütüphanesi’nde.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YŞehir Rehberleri: Ömer’in Amman’ı
Şehir Rehberleri: Ömer’in Amman’ı

Uzun bir aradan sonra Şehir Rehberleri'nde durak Ürdün'ün başkenti Amman: son iki yıldır orada yaşayan Ömer'den!

KÜLTÜR

YReklam Dünyasından Uzman İsimler Pepsi’nin Yediği Haltı Yorumluyor
Reklam Dünyasından Uzman İsimler Pepsi’nin Yediği Haltı Yorumluyor

Akıl almaz derecede berbat reklamlar, onca beyin fırtınasını, toplantıyı, düzeltmeyi ve milyonlarca dolarlık onay sürecini nasıl aşıyor?

KÜLTÜR

YRuPaul’un Drag Yarışı ve Kendini Sevme Sanatı
RuPaul’un Drag Yarışı ve Kendini Sevme Sanatı

RuPaul'un Drag Yarışı, yarışmacıların hayatta kalma hikâyelerini duyma ısrarıyla performansın nasıl güçlendirici olabileceğini gösteriyor.

KÜLTÜR

Y“Bir Tabunun Yıkılışı” – Çocuk Sahibi Olmaktan Pişmanlık Duyanlar
“Bir Tabunun Yıkılışı” – Çocuk Sahibi Olmaktan Pişmanlık Duyanlar

Çocuk sahibi olmak yorucu, çoğu zaman da sıkıcı olmanın yanı sıra geleneksel rollere dönüş anlamına gelebiliyor. İşte bazı annelerin (ve babaların) hata yaptıklarını düşünmelerinin sebebi.

Bir de bunlar var

Bir anne çocuklarını sevmek zorunda mı?
Aman Bize Nasip Olur İnşallah
Gerassi’nin 1976 Tarihli Beauvoir Röportajı: 25. Yılında “İkinci Cins”

Pin It on Pinterest