Kayıpta elimden gelen her şeyi yaptım, elimizden gelen her şeyi yaptık duygusu ile ayrılmak bir şey, yapılacaklar asgari anlamda yapılmadı, elimden geleni yapamadım duygusu ile kalmak başka. İkisi aynı kayıp değil. Şimdiki durumda, geç kaldınız, neredeydiniz’lerde ikinci kayıp duygusu ağır basıyor. Bu duyguyla nasıl baş edeceğiz?
Bu konuda söylenecek bir şey varsa söyleyecek ben değilim. Diğer yandan, İstanbul’da duran biri olarak seyrettiklerimden, duyduklarımdan, işittiklerimden sürekli notlar alıyordum. Bu yazıyı bu haliyle yazma fikri, depremin on ikinci gününde, şu cümle kafama bir taş gibi isabet ettiğinde ortaya çıktı: “Burada arama kurtarma bitti, enkaz kaldırma çalışması ise devam ediyor.” On iki gündür şok eşiğini zorlayan bir sürü cümle kurulmuş ve onları işitmiştik. Seyrederken, büyük ve tanımlanamaz bir şey, zaman geçtikte kıvrım kıvrım şekil değiştiriyordu.
Orada, yer üstündekiler: Tanıdıkları sesler çok yakın ama sese ait bedenleri tonlarca ağırlığın altında. Uzaktakiler: Bir şey var, ne olduğunu bilmiyoruz ve işittiklerimiz ve ulaşan görüntü parçalarıyla resmi tamamlamak zorundayız. Kırkıncı güne kadar aldığım notlardan bu yazı. Zihne çarpan kelimeler ve düşünceler, etrafa saçılmış, kalmakta ısrar eden parçalar halinde.
Depremin birinci günü
Kentsel dönüşümün Zeytinburnu’nda değil Bağdat Caddesi’nde olduğu, imar affı uygulanması bir hata olduğunu konuşuluyor. Ne olduğu hakkında ise tam olarak bir fikrimiz yok. Naci Görür şöyle dedi: “Enkaza hazır olmak diye bir şey yok.” “Biliyorduk aslında ama unuttuk, nasıl bir hafıza kaybı bu?” Yardım gitmiyor. AFAD’ın orada olmadığı söyleniyor. Habercilere yardım çağrısı yapıyorlar. Enkazdan kurtarma görüntülerinde ahalinin enkaz kaldırdığını görüyoruz haberlerde. Bir çorba dağıtan yok. 21.09 Silahlı Kuvvetler henüz yok. 7 günlük ulusal yas ilan edildi. 22.15 Hulusi Akar açıklama yapıyor. Daha sonra bu biz tırnaklarımızla kazıyarak çıkardık yakınlarımızı’ya dönüşecek. Bu geceyi soğukta nasıl geçirecekler?
Depremin ikinci günü
Ermeni Patrikhanesi kiliselerin yardım toplama merkezi olacağını ilan etti. Evin karşısında ev araç gereçleri satan bir dükkân var. Satıcıya iki çeşit battaniyeyi gösteriyorum. Bu çok hantal, kullanışsız olabilir, bu da acaba iyi ısıtmaz mı? Battaniye ev içleri için yapılır. Daha ucuzlar da vardı, onlar kalmadı, sabah gelip hepsini aldılar, diyor o. Biri ağır biri daha hafif iki battaniyeyle kasadayım. Kafasıyla işaret ederek soruyor: Oraya mı? Ben evet deyince galiba yekûnun küsuratını düşüyor. Merkezi bilememekten mi yoksa adını söylemenin acılığından mı, deprem bölgesi bugün ‘ora.’
On ilde üç aylık yas ilan edildi.
Depremin üçüncü günü
Suriyeli sığınmacıların yağma ithamıyla darp edilmelerinin haberleri, görüntüleri geliyor.
Öğle saatlerinde Twitter’ın yayın bandı daraltıldı.
Depremin dördüncü günü
Depremin ilk birkaç gününde atılan tweetler, içeriden sesler. Tweetler nerede olduklarını söylüyor. Daha sonra atılan tweetlerin ise belirli bir formatı var.
İlk satır: Apartman adı, mahalle, site, şehir
İkinci satır: Enkaz altındakilerin isimleri
Üçüncü satır: Enkaz başında irtibat kişileri, telefon numaraları
Depremin beşinci günü
Daha önceki bir geçmişin aktörü, hatırlayanlar için tanıdık bir yüz, Nasuh Mahruki’yi dinliyoruz. Şöyle diyor: Günün sonunda arama kurtarma sayılar oyunudur. Kaç kişi kurtardınız, kaç kişi kurtaramadık? Geriye dönüp bakıldığında da sorulacak şu olmalı: Kurtarabileceğimiz herkesi kurtardık mı?
Depremin altıncı günü
Depremden kurtulanların da yaşamını sürdürebilmesinin, hayatta kalabilmesinin temel ihtiyaçları karşılayacak birtakım araç gereçlerin varlığına bağlı olduğunun ayırdına varıyoruz. “Çadır, çadır, çadır” diye yineleyerek yazmaya başladılar.
“Üçüncü günden beri şöyle oldu, ses gelirse profesyonel ekipler gidip müdahale ediyordu.” “Hala ses geldiği düşünülen yerler var.” “Ses gelse bile bu vinçler olmadığı için bazı vatandaşlar kurtarılamadı.”
Kimse gelmiyor. Kimse yardım etmiyor. Aslında enkazların başında duran insanlar hep bir ağızdan şöyle diyor: Hiçbir şey olmuyor. Çöken binalar formunu kaybedip sonra yeni bir form almışlar: harabe formu. Bu yeni formu kabul etmeye bulabildikleri kelimelerle itiraz ediyorlar. Geceleri sokak aralarında ateşler.
“Sefa Apartmanı’nda çalışmalar başlatıldıktan sonra kimse canlı çıkarılamadı.”
Depremin yedinci günü
Bu sabah Ayastefanos Rum kilisesinde Pazar ayinine gittim. Başta birkaç kişi vardı kilisede, daha sonra sanıyorum otuz kişi kadar gelmiştir ayin süresince. Acaba her hafta bu kadar insan ayine geliyor mu yoksa 6 Şubat Pazartesi günündeki depremden sonraki ilk ayinde insanlar acılarını paylaşıp dua etmek için özellikle bugün her zamankinden daha fazla mı kiliseye gelmek istediler diye düşündüm. Ayinin sonunda dualarımızı birleştirip Antakya için dua edelim dedi peder ve gerçekten, ayin sırasında sırayla okunan ilahilerin aksine, seslerin birbirine karıştığı bir dua oldu. Ayin bittikten sonra tanıdıklar gruplar olup kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bir adamın “Evet, işte canım, o kilise, gittiğim kilise, tamamen yıkılmış” dediğini duydum.
“Sesimi duyan var mı, ses çıkar diye bağırıyorlar. İnsanlar ses geliyor diye yalan söylemeye başladı. Cenazelerini tek parça çıkarıp gömebilmek istiyorlar.”
Büşra Cebeci yazdı: Kimsesizler mezarlığına numara ile gömülen cenazeler var. Bir baba oğlunun oraya gömüldüğünü öğrenmiş. Çıkarıp köye gömebilmek için ağlayarak valilikle iletişim kurmaya çalışıyormuş.
Bir arkadaşım daha sonra şöyle diyecek: Cennet lafını ne zaman duysam artık aklıma “cennetten bir köşe” diye reklamı yapılan o rezidans geliyor.
Depremin sekizinci günü
Haber spikeri İstanbul’da da deprem herkesin dilinde dedi. Eve baktırdın mı, İstanbul’da ne olacak, deprem herkesin dilinde. Deprem insanlar arasında konuşma başlatan bir gündem haline geldi. O sırada bir klinik psikolog vardı yayında. İşte bu sohbet konusu olma, konuşma başlatma özelliği ben de varım, yalnız değilim deme ihtiyacının arttığı koşullarda olmaktan kaynaklanıyor dedi.
Büyüknacar köyünde 167 kişi can vermiş. Oradakiler ölenlerin hepsini kendi elleriyle çıkarmışlar. Neredeyse tüm cesetleri ise tek bir kişi çıkarmış. “Hislerin ne dediğimde, bilmem, yapmam gerekiyordu, yaptım, dedi.” Bunu aktaran gazeteci, bir cümle daha kurmak üzere iken sözleri ile arasına kendi gözyaşları giriyor.
Depremin onuncu günü
“Sesimi duyuyor musun, duyuyorsan üç kere vur. Sesimi duyuyor musun, duyuyorsan üç kere vurun ritmik sesi. Düne kadar bu üç kız kardeşten geliyordu, bugün ses de alınamadı.” “Enkazların kaldırılmaması gerektiğini, içinde hala canlı olabileceğini söylüyorlar.” “Madencilerin orada olmasının da bir sebebi var, iki metrelik çukurlarda çalışılıyor.”
Depremin on ikinci günü
“Kepçe operatörünün içerideki canlıyı fare sandığını biliyoruz.” “Elini kaldırmasa gitmişti. Allah verir Allah alır ama bu kadarı da olur mu?” “Yüzlerce kişiye mezar olan Ebrar Sitesi’nde hala canlı var mı?” “Kahramanmaraş’taki neredeyse maalesef sembol olacak yapılardan biri, Ebrar Sitesi’nden bildirdik.” “Burada arama kurtarma değil enkaz kaldırma çalışması yapılıyor.”
Harmanlı köyü. Yamaca inşa edilen evler kaymış. Birbirinin üstüne yıkılarak harabeden büyük bir tepe oluşturmuş yığının en uç noktasında Atatürk’ün Kocatepe’ye çıkan silüeti seçiliyor. “Hatay’ın hayalet bir şehir haline geldiğini arkadaşlarımız bize bildiriyorlardı.”
Ceza evinden dışarıya bir ses, Çiğdem Mater’in Mücella Yapıcı ile yaptığı röportaj. Söylenen her şeyin kendisini yönelttiği bir başkası olur. Yapıcı kendisini muhatap yerine koyarak şöyle bitirmiş sözlerini: “İçim yanıyor, beynim susmuyor, özür dileriz çocuklar!” Sürekli sorulan bir soru: Devlet nerede?
Adıyaman’a gelen voleybol takımı. “Beslemelerin gerçek yüzünü şimdi görecekler.” Şöyle bir kavram geçiyor bu konuşmada: “irade gaspı.” “İradenin gaspı artık canımızın gaspına dönüştü” diyor. Daha genişçe serimlenen bir tarihsel akışın bir parçası olarak algılıyor, onun bir parçası yapıyor bunu söyleyerek. Felaket bitmez tükenmez yıkıntıların sürekli akışı diye söyleriz ya, bakın burada hangi tarihsel anlar bir araya geldi. Felaket Kıbrıs’tan bakınca neyi bir araya getiriyor.
“KKTC Gazimağusa Türk Maarif Koleji’nin kız ve erkek voleybol takımı oyuncularının tümü hayatını kaybetti.”
Depremin on üçüncü günü
Kahramanmaraş’ın Söğütlü köyünde bir arabanın ön koltuğunun görüş açısından hareket halindeyiz. Araba hareket edip görüntü değiştikçe, bir ses anlatıyor: “Şu çatılı olan yer iki katlıydı. İlk on dört yaşında bir genç ölmüştü orada. Bura iki katlı. Bura da bir kat. Bura da iki katlı, bakın tek kat kaldı. Burada bir kişi ölü çıktı. Şurada iki yaralı bir ölü çıktı. Şura iki katlıydı.”
Depremin on beşinci günü
Merkezi Samandağ olan bir deprem daha oldu. Hala ayakta olan bazı binalar da bu depremde yıkıldı.
Daha sonra, ilk birkaç günü arabalarında geçirdikten sonra Ankara’ya giden kardeşimin kız arkadaşının annesi ile tanışacağım. Bizim evimiz yıkılmadı, bardaklar, tabaklar yere düştü, kırıldı sadece. Ben kahve içmeyi çok severim, içmeden duramam. Eve kahve pişirmek için girdiğimde o kırıkları da topladım. Ben, karşılık olarak, merak etmeyin, geri dönünce umarım bıraktığınız gibi bulacaksınız dedim. Bilmiyorum, ikinci depremden sonra hala bıraktığımız gibi mi.
Depremin on yedinci günü
Malatya, Nurdağı, Antakya. “Umudunu yitirme, geri döneceğiz.” Halep’i akla getiren bu duvar yazısı, gizli saklı geri dönebilecek miyiz endişesiyle de ilgili. Bir yerinden edilme hikayesi bu aynı zamanda. “Antakyalı olarak Antakyasız kaldım.”
Arkadaşım telefondan başını kaldırıp bize dönüyor: “Deprem bölgesinden gelen bir afetzede apartman görevlisi olarak işe başladı. Whatsapp grubunda aramızda yardım toplayabilir miyiz diye konuşuyorduk.” İlk günden bugüne çok uzun tek bir günün içindeyiz gibi geliyor bana. Bir başkası: Yeni bir yerde, yeni bir işle, yeni bir hayata başlamaya mecbur.
Daha sonra Nehna’nın yas tutmaya vaktimiz yoktu, bugün bir araya yalnız bunun için gelelim davetinde şöyle bir an olacak. Bir arkadaşım, odadakilere şöyle bir baktıktan sonra: “Çok garip, Antakya’da görmeye alıştığım yüzleri şimdi burada görüyorum.”
Depremin yirmi dördüncü günü
Yıkıntıların önünde arama kurtarma çalışmaları sona erene kadar yakınları için bekleyenler, bu çalışma bittikten sonra da onlara seslenen seslerini duymaya devam etmişlerdir belki. Enkaz kaldırma çalışmalarının görevi başka. Bekleyiş bundan sonra cenazelerini beden bütünlüğü içinde teslim almak için. Bir de enkaz kaldırma bittikten sonra da bulunmayanlar var.
Depremin yirmi sekizinci günü
Hepimizin dolaylı ya da doğrudan en az bir kaybı var depremde. Bazıları birdenbire tüm ailesini kaybetti, bazılarının da benim gibi uzak bir bağlantı ile —kardeşimin nişan arifesinde olduğu kız arkadaşının kuzeni gibi— kayıpları var. Yüzüğü depremden birkaç gün önce sipariş vermişlerdi. Kuyumcuya gidip aldığında ailesi arabalarında kalıyordu. Yüzüğü aldığını anne babasına söyleyememiş. Hesapta Nisan ayında Antakya’yı ilk defa görecektim, şimdi benim göreceklerim de Antakya’da değil. Ankara’da, evden çok uzakta olmalarına rağmen ailesi bizi Antakya yemekleriyle ağırladılar. Kardeşim deprem olmadan iki hafta önce Antakya’ya giderek aileyle tanışmıştı. Bizimle konuşurken arada Ahmet gördü orayı diyerek tarif ettiler.
Depremin yirmi dokuzuncu günü
Depremin birinci ayı doldu. Zamanı işaretlemek için pencerede bir mum yakmaya başladık. Kırkıncı güne kadar. Bu sırada Antakya’nın suyu yok.
Depremin otuz birinci günü
Son birkaç yıldır yasaklanan Feminist Gece Yürüyüşü için bu yıl da İstiklal Caddesi’ne giremeyen kadınlar şöyle diyor: Devlet nerede diye daha fazla sormayın, bugün burada.
Depremin otuz sekizinci günü
Antakya’nın bir müze değil, insanlarıyla yaşayan bir yer olduğuna dayanarak geri döneceğiz, elbette yeniden başlayacağız diyen Antakyalıların, bunu derken yine de içlerine bir kurt düşüyor. “Dünya mirası Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri kültürel peyzajının varlık nedeni olan tarihi kent büyük oranda yok edildi.” 2015 Eylül’ü ve Aralık’ı arasındaki sokağa çıkma yasaklarından önce, Diyarbakır Sur da uluslararası yasalarla güvence altında bir kültür varlığıydı. Henüz çatışmanın bittiği duyurulmadan iş makinaları yıkım ve hafriyat çalışmalarına başlamış Sur’da. Yeniden yapma ve yerinden edilme bir döngüde nihayet birbirine varan iki kutup gibi. Geri döneceğiz derken Antakyalıların içlerini kemiren kurt bu.
Deprem bölgesinde sel var. Çadırları su basmış. Diyarbakır’da çadırkent tahliye edilmiş.
Depremin kırk birinci günü
İstos’ta Nehna’nın çağrısıyla “depremde kaybettiklerimizin 40’ı” buluşması oldu. Anna Maria Beylunioğlu başlıyor: 40 gündür bir şeyler yapmak için koşturduk hepimiz, acımızı yaşamaya, yas tutmaya zaman bulamadık, o yüzden böyle bir günde bir araya gelmek istedik. Konuşmalar yapmak için değil, birbirimizle konuşmak için buradayız. Birazdan kameralar da kapatılacak, lütfen siz de paylaşmak için söz alın. “Sallantıdan sonra yerden gümbür gümbür sesler geldi, artık bitmesi gerekiyor, bu daha ne kadar devam edecek diye düşündük ama bitmedi.” Sonra burada bütün ailesini kaybetmiş biri var dedi. “Konuş, insan konuştukça iyi geliyor bak konuş canım sen de” dedi ona.
Biz oradayken ortadaki sehpanın üzerinde bir mum yanıyordu, bahhur tütüyordu ve üzerine badem şekerinden bir haç işareti olacak şekilde dizilmiş slika tepsisi duruyordu. Konuşmalar sırasında Antakya kahvesi içtik.
40+1. Bu artı birinci gün de yastan sonraya, Nehna gibi, depremde filizlenen bir sivil dayanışmanın başlangıcına dahil olsun.
Not: Yazıdaki web sayfalarına bağlantılar takip edilirse, haber kaynaklarının ağırlıklı olarak Medyascope’tan geldiği görülecektir. Medyascope’un ilk günden itibaren deprem bölgesine giderek yayın gazetecilerinin izlenim videoları ve yazılarına, platformun internet sitesinde “2023 Büyük Kahramanmaraş Depremi” etiketi altında ulaşabilirsiniz.
Ana görsel: Fahrelnissa Zeid, Soyutla Mücadele, 1947.