Zeynep Kayan fotoğraf, video ve ses çalışmalarıyla tanınan bir sanatçı. Lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi, İletişim ve Tasarım Bölümü’nde ve yüksek lisansı ise Hollanda’nın Utrecht kentindeki MaHKU’nun (Utrecht Graduate School of Visual Art and Design) Güzel Sanatlar Bölümü’nde tamamlar. Ankara’
Seninle son yıllarda hep karşılaşıyoruz, sergilerini, işlerini görüyorum, birçok yerde kesişiyoruz. Hep aklımda Zeynep’i daha iyi tanımak istiyorum, yaptıklarını daha iyi anlamak istiyorum diye bir his kalıyordu. Gizemli bi yanın var ve bu beni kaşıyor ve hep bi oturup konuşsak istiyordum. Buraya gelmeden önce Orta Format’ta yayınlanan söyleşiyi okuyunca kafamda birçok şey oturdu.
Neler vardı? Trisha Brown’dan bahsettiğimi hatırlıyorum.
Mesela onu çok merak ettim, danstan bahsettiğin an senin performatif tarzın kafamda daha iyi oturdu.
O söyleşi, tam da Trisha Brown, Anne Teresa de Keersmaeker, Yvonne Rainer gibi koreograflardan etkilenmeye başladığım bir döneme denk gelmişti. Ne yaptığını tam da bilemezsin ya, öyle bir dönemdi aslında. Dönüşüm diyebileceğim bir yerin başı gibi. Sonra bu etkileşim her yerime sirayet etti ve öyle de devam etti.
Benim o söyleşiden aklımda kalanlar mesela işlere geri dönüp tekrar tekrar işleme soktuğun, çektiğin fotoğrafı çekip bırakmayıp onu tekrar tekrar ele alman, bu geri dönmeler ile aynı zamanda fotoğrafı mecra olarak da zorlaman… Son zamanlarda da performatif yaklaşımların var, videolar öne çıkıyor. Çok fotoğrafa hakim olmayan biri olarak sanki o fotoğrafın o çerçeveli biricikliğini sürekli ihlal ettiğin ve sanki tam tatmin olamayıp bir daha bir daha aynı fotoğrafa geri döndüğün bir çalışma yöntemi gözlemledim.
Böyle bir tarafı var, evet. Bir de geçenlerde, son serginin yarısından fazlasının video olduğunu kendime söyleyip dururken; aslında ilk sergide dahi bir çok video olduğunu fark ettim.. Yani başından beri video vardı ama zaman içinde fotoğrafın statik hali beni giderek daha fazla rahatsız etmeye başladı. Şimdi düşündüğümde görüntünün değişimini görmek için çok uzun süre türlü denemeler yaptığımı fark ediyorum. Kasseldummy Awards’da tanıdığım bir fotoğrafçı ve yayımcı olan Jason Fulford geçen ay beni Aperture Foundation’dan çıkacak bir kitaba dahil olmam için davet etti. Kitap, fotoğrafçıların bir daha fotoğrafını çekmeyeceğim dedikleri konular üzerine. Bunun için bir liste yapmamızı, diğer sanatçılarla çakışmayan bir başlık seçip, onunla ilgili birkaç cümle kurmamızı istedi. Benimkisi “fotoğrafa bir daha tükürmeyeceğim” oldu! Çünkü gerçekten, kes, yırt, tozlu ekrandan tekrar çek, fener tut, karanlıkta flaşla bir daha çek derken sonlara doğru bir ara tükürdüğümü de hatırlıyorum.
Neydi peki bunları yapmaya iten?
Her hangi bir görüntüyü farklı bir şekilde yeniden görebilmek. Beni en çok motive eden şey buydu. Uzun süre buna tutundum ama şimdi anlıyorum ki o hareket hali, tekrar ve değişimin kendisi idi beni daha çok ilgilendiren. Bu arada master programımdaki hocalarım benim kameraya özel performans yaptığımı söylerdi ama o sıralar bunu pek anlamlandıramıyordum. Bir yerden sonra hareketi, hareket edildiğini gösteren fotoğraflarla çok vakit geçirdim. Oraları keşfederken, değişim dediğim şeyin gözümün önünde gerçekleşmesini istediğimi de fark ediyordum. Yıllarca şöyle bir fantezim vardı, tek bir fotoğraftan koca bir sergi yapmak. Sonra bunu bir slide show olarak, New York’ta Acaw Field Meetings’deki performans sunumu haftasında yaptım.
Aynı fotoğrafın tepesine bir şey koy, ondan video yap, onu duvara yansıtıp üzerine basılı halini yapıştır… Bir tane materyal var, sürekli değişiyor ve o değişimi izliyoruz. Bir de arşivcilikten gelen bir alışkanlık mı emin değilim ama bütün çalışma dosyalarım tarihlerine göre ve hep en başa yani 2004’e dönüp, oradan bugüne geliyorum. Mesela şu an 2015 dosyasındayım. Bugün oraya baktığında doğal olarak başka yaklaşıyorsun, ya şu an içinde olduğun şeye dair bir şey yakalıyorsun ya zaten başka biri olduğun için bambaşka bir şey görüyorsun. Böylece tükenmeyen, kendinden türeyen bir materyal çıkıyor sürekli. Ondan da geri dönüp duruyorum.
Bu bende de oluyor. Mesela bir işe başlıyorsun, o an belki hayat izin vermiyor ya da başka bir işi bitirme peşinde oluyorsun, orada tohumu attığın, başlattığın şey kalıyor. Bu yüzden geri dönüp baktığımda şunu fark ediyorum en ilham aldığım kişi kendi yaptıklarım oluyor. Zaten o kadar dağılıyorsun ki onu sonradan oradan çekip çıkarmak sanki başka bir yönünle tanışmak gibi. Hatta biraz geleceğe not bırakmak gibi bir şey oluyor. Bu fotoğraf ile daha güçlü sanırım.
Ben fotoğraf demeye çekiniyorum, görüntü demek benim için daha doğru geliyor. Çünkü o döndüğüm şeylerin içinde video da var, videonun fotoğrafı ya da fotoğrafın videosu da var. Dijital oldukları için kolay olabilir geri dönmek. Sende resimlerin fotoğrafı mı duruyor, nasıl oluyor?
Şöyle oluyor, işin yapım sürecinde fotoğraflarını çekiyorum, mesela üstü kapanıyor ya da başka bir şeye dönüşüyor. O an keşfettiğim bir şey olduğunda fotoğrafını çekiyorum, oradaki tat bir kayıt gibi kalıyor, ondan sonra tekrar vakit bulabilirsem geri dönebiliyorum. Ki burada senin yaptığın zamansal da bir hikaye, öyle geriye gidip taramak zamanını epeyce alıyordur diye düşünüyorum.
Bu benim için günün kahvesi gibi, her gün en az yarım saat bunu yapıyorum. Her gün nerede kaldıysam oradan devam ediyorum, büyük ihtimalle haftaya 2016’ya geçerim. Şunu da hiç bir zaman kestiremiyorum, mesela önümdeki sergiye kadar 2018’e mi geleceğim, ya da nereye geleceğim, ama bunun bir anlamı yok gibi. Bu sanki her gün yaptığım bir egzersiz.
En son Paris’te Cité Internationale des Arts Misafir Sanatçı Programı’na gittin. Orada da sürdürdün mü bunu?
Evet, bu hep yaptığım bir şey. Karşımda bilgisayarım ve zamanım varsa, çalışma modundaysam ve yepyeni bir şey yoksa mutlaka gün böyle başlıyor. Bazen yorulduğumda da yaptığım bir şey ama çoğunlukla başlamak için yapıyorum.
Peki yeni bir fikre adım atmak nasıl oluyor?
Çoğunlukla içgüdüsel oluyor gibi geliyor bana, tabi ki o an etkisinde kaldığım konularla gelişen bir içgüdü. Eskiye bakıp o anda yaptığın bir müdahale benim için yeni oluyor zaten, o işin bir tarafı. Bazen de kalkıp şimdi şu duvarın önüne geçip, elimi duvara vurup duracağım ve bunu kaydedeceğim diyorum, işte o yepyeni bir materyal oluyor. Çoğunlukla onlara da sonradan geri dönüyorum. Zaten çektiğim herhangi bir görüntü nadiren olduğu gibi kalmıştır. Çekerken o yepyeni dediğim şeyin öyle kalmayacağını bilerek çekerim.
İşte bu bir tür çalışma yöntemi olmuş, geriye dönüp ona bir daha müdahale edeceğini biliyorsun. Bu durdurma ve kurcalama hali benim çok hoşuma gitti. Çünkü şu an yaşadığımız hayatta zaman yoktur geriye dönüp bakmaya ve sürekli bir yeni talep edilir; yeni şeyler yapmak durumundasındır. Bir de araç itibariyle çok hızlı yapılabilecek şeyler olduğu için sanki o hıza karşı dünyayı durdurup, mesafelenip bir dakika ya burada bir ben varım ve buradaki ben öyle zırt diye geçilecek bir ben değil dermişsin gibi. Kendini yaşamaya izin veriyormuşsun gibi bir anlamda.
Hiç böyle düşünmemiştim, doğru olabilir evet orada sanki gizli bir alanım var ve size her an sırtımı dönüp oraya gidebilirim.
Bence işlere baktığımızda da bu hissediliyor. Mesela; bu benim kendi yorumum, kendi bedenini zaten çok kullanan bir sanatçısın, o kadar işle birleşiyor ki. Belki de onun bu kadar bütünleşmesi böyle bir yöntemden ileri geliyordur. Sürekli bir sindirme hali var o kurcalamayla birlikte.
Az önce dediklerin üzerine bir şey söylemek istiyorum. Bu geriye dönmede şöyle de bir şey var, hani o yepyeni fikrin, hissin, iç güdünün olmadığı zaman kabız bir haldir ya, o yüzden de geriye dönmeyi seviyorum. Daha dün düşünüyordum, 17 yaşımda başladığımı düşünürsem yıllardır video fotoğraf çekmişim, oraya geri dönmede bir güvence var. O yeni bir şey yapmayı direten dünyayı tabiİ ki hissediyorum, ondan kurtulmuşum gibi bir durumum yok. Dünya olmasa bile insan kendinden yeni bir şey bekliyor, o çok telaşlı anlarımda kendi yaptıklarımda geriye dönmenin sakinleştirici bir tarafı da var. Ya da bir anda kendi kendinden ilham almış oluyorsun ve yepyeni bir şey çıkıyor, o artık en yüksek mertebesi gibi geriye dönmenin.
Çok iyi anlıyorum, beni heyecanlandırmış bir iş yapmışım ama geriye dönüp ona tekrar bakma fırsatı bulamamışım. Bu da bi yetenek, sen kendine o şansı veriyorsun. Hani dönüyorsun bir daha ve kendine o zamanı ayırıyorsun. Böylece işlerde de tekrar çıkıyor. Senin o devam eden görüntüleri kare kare ya da videoyla koyman…
Aslında bir nevi görüntüyü manipüle ediyorsun tekrar tekrar çekerken. Ben bunu hep daha teknik bir şey olarak düşünüyordum ama yıllar içerisinde tekrar etmenin kendisi benim konuma dönüştü. Ya da tekrar ile elde edilen neredeyse her şey, mesela ritim. Ama bunu anlayabilmem zamanımı aldı; aslında zamanımı aldı demeyeyim de doğal bir süreç gibi, dön dön dön bir yerde bütün iş bunun üzerine olmaya başladı, şu an böyle hissediyorum.
Mesela o tekrarda şey yok, tıpkısı aynısından bahsetmiyoruz.
Benim tekrarda sevdiğim şey o, tekrarlanamayışı.
Bana bunu ilk düşündürten Ata Kam olmuştu, film şeritlerini göstermişti, aynı sahnenin ya da anın en az on tane fotoğrafını çekmiş, o on karenin her birinde minik farklılıklar var. Bana bu mu, o mu, diğeri mi, hangisi? demişti. O sınır koyamama hali ve her birinin olma ihtimali.
Aynı şeyin 80 farklı versiyonu oluyor benim için de, ama sorsan bu aynı diyebilirler.
Dondurmuyorsun, katılaştırmıyor aslında akışı, zamansallığı görebilmeyi sağlıyorsun ve bu bence bir sınır ihlali. O çerveveye sokmak için sınırlandırmanın tersine sanki o katılaşmayı bertaraf etmek, sınır konulamamasındaki jest tek seçenek yok ,bir sürü seçenek var der gibi.
Kesinlikle öyle.
Sergilerde de bu dikkatimi çeker, tak tak tak işler çerçeveli çerçeveli duvara asılır. Anıt gibi ve şimdi anıtların yıkıldığı zamandayız, hayatın akışında öyle bir katılık, sertlik kabul edilmiyor artık. Tek bir anlatı, tek bir fikir yok, aslında hepsi etkileşim içinde.
Şu an bana duvarımda asılı olan manifestonun neredeyse aynısını söylüyorsun.
Zamanında Düsseldorf’ta bir sergi için bu manifestoyu uçakla dağıtmış Jean Tinguely. Tamamen hareketi ve değişimi kabul etmek üzerine. Yıkılacak olan katedralleri inşa etmeyin, stabil olanda kalmayın der. Bunun üzerimdeki etkisini anlamak da zaman aldı, ya da diğer yoldan da gitmem gerekiyordu.
Manifesto: Her şey aralıksız hareket eder. Hareketsizlik mevcut değildir. Demode kavramların etkisine tabi kalma. Saatleri unut, dakikaları, saniyeleri. İstikrarsızlığı kabullen. Anı yaşa. Hareketle durağan ol. Şimdiki anın sebatı için. Yaşamı öldüren o huzursuz, anlık olanı düzeltme arzusuna diren. Kırılamayan ve yıkılamayan değerlerde ısrar etmeyi bırak. Özgür ol, yaşa. Zamanı boyamayı bırak. Hareket ve jestleri çağrıştırmayı bırak. Hareket de jest de sensin. Yıkılmaya mahkum katedral ve piramitleri inşa etmeyi bırak. Şimdide yaşa, harika ve mutlak bir gerçeklik için bir kere daha Zamanda ve Zamanla yaşa.
Bence hata yapma şansını da tanıyor ve onu da işe dahil ediyorsun. Hiçbir şey mükemmel değil, hiçbir şey tamamlanmış değil, hiçbir şey için budur nokta denilemez.
Hala daha sergi bir nokta gibi duruyor ya bir şekilde, yine de sinir bozucu bir tarafı var.
Çünkü anda bir şey yapıyorsun, o biraz evet hepimizin sıkıntısı. Mekanın katılığı dışına çıkamamak, o sınırlardan çıkılarak bir sergi nasıl yapılabiliri ben de çok düşünüyorum son zamanlarda. Sonuç itibariyle materyalist bir hayatta olduğumuz için yapmak zorunda bırakılıyoruz bazı şeyleri. Belki farklı şanslarımız olsa, happeningleri düşünsene, öyle bir anlayış olsa belki daha organik diyebileceğim şeyler çıkacak.
Ya da bazen biz de onu biraz zorlayıp değiştirebiliriz diye düşünmeden edemiyorum.
Kesinlikle, bunu sen zaten kendi işinde yapmaya çalışıyorsun. Bence bir sanatçının en büyük avantajı kabul etmeyişi, denemeye en açık alan burası. Peki Paris nasıl geçti? Sen tam pandeminin sınırları kapatmadan önce gittin.
Ocak’ta gittim, sınırların kapanması Mart ayına denk geldi, dönmem gereken zamandan on gün evvel dönmek zorunda kaldım. Paris’te en çok arşivlerde zaman geçirdim. Haftanın neredeyse üç günü ya Kandindsky/Pompidou’da, ya bibliotheque nationale’de ya da Centre national de la Danse’ta idim. Pompidou zaten Cité’ye çok yakındı, CND daha uzaktaydı ama tam aradığım yerdi, hem dansçılar oradaydı, hem de tüm arşiv dans üzerineydi, sadece biraz fazla Fransızcaydı her şey. En çok Keersmaeker’e takmıştım kafayı. Şansıma hem Paris’te hem Brüksel’de koreografileri vardı, onları da izledim. İlk ay çoğunlukla bu araştırmalarla geçti. Bütün bunlarla zaten bir moda giriyorsun, denemek istediklerimi de akşamları deniyordum. Sonra başka yerlere sıçradım dansçılardan. Hans Bellmer ve Unica Zürn zaten çok ilgimi çekiyordu. Onların ilişkileri, partner olarak birlikte üretmeleri, birbirlerini nasıl etkiledikleri üzerine epey araştırdım. Gitmeden bu bilgilerin orada olduğunu biliyordum, ve sanırım arşive gitmek oradaki zamanımı disipline etti. Sonra bütün sergileri görmeye çalıştım. Yine şansıma Unica Zürn’ün zamanında kaldığı akıl hastanesinde sergisi açıldı. Her şey çok iyi bir araya geldi gerçekten. Giderken projeksiyon aletimi götürdüm yanımda, fotoğraf makinemi götürmedim bile. Oradaki atölyede duvarlar bomboştu bu yüzden. O boşluğa ihtiyacım vardı. Geceleri hava kararınca projeksiyonu açıp, boş duvarların önünde bir şeyler deniyordum.
Kendi sahneni yaratmışsın.
Evet, zaten şimdi bütün işler o sahne formatına doğru ilerliyor. Çoğunlukla yaptığım üç şey vardı, arşiv, sergi gezmek ve çalışmak. Bir yandan da Lara (Ögel) ile önceden tanışmamıza rağmen orada harika bir arkadaşlık gelişti, Alper (Turan) ile tanıştık. Onun düzenlediği bir workshopa katıldım, çok eğlendik, bunları da önemsiyorum.
Bi kendi arşivine dönüyorsun, bi genel anlamda arşiv araştırıyorsun, loop eden bir hareket var. Sen koreograflardan bahsedince söylemek istediğim başka bir şeyi hatırlattı; ritim. Sanki kendi işlerinde de o ritmi yakalamak, o ritmi ortaya koymaya çalışıyorsun.
Evet, ben Trisha Brown’un Accumulation koreografisindeki teknikten neden bu kadar etkilendiğimi de yeni yeni anlıyorum. Sürekli başa dönüp aynı hareketi yaparken bir yandan yenisini ekliyor, yani bir bir iki bir iki üç… Aslında işin adı da birikim ya, gözünün önünde birikerek gerçekleşiyor iş ve bunu müthiş bir tekrar ve ritim ile yapıyor.
Müzik de var hayatında.
Evet, aslında ses de bir şekilde var oluyordu her sergide, ilk sergide süper rahatsız edici bir ses vardı, son sergide sürekli düşenlerden bir ritim vardı. Ve sonra iyice müzik ya da ritmin ön planda olmasını istediğimi fark ettim. Kendi sesimi daha çok kullanmaya başladım. Öncesinde sadece gitar çalmak, org çalmak vardı, ve hep yan bir şey gibi duruyordu. İşimin içine onu nasıl dahil edebileceğimi kestiremiyordum. Şimdi en büyük hayalim o galiba, bir çeşit orkestra kurmak videolardaki seslerden.
Aslında sana söylemek istiyordum, hem bu konuştuklarımızdan sonra hem de yaptığın şeyleri yeniden hatırlayınca gözümün önünde beliren şey bir tür kabare, o an orada oluşan bir mix sanki.
Ahh! Şu an tamamen bunun üzerine gitmeye çalışıyorum! Bu arada bence Paris’te olan en güzel şeylerden biri de mikrofon almaktı. Mikrofon sesimi daha çok kullanabilmeme vesile oldu. Bir önceki sergide de “Yakacak ya da boğulacak ya da yuvarlanacak bir şey arıyoruz burda” diyen bir ses vardı, sonra yakma boğma yuvarlanma birbirleriyle yer değiştiriyordu. Ama mikrofon bana daha da çok cesaret verdi galiba.
Ses de kelimelerin oluşturduğu bir metne dayanıyor. Onları nasıl yakalıyorsun?
O “yakacak ya da boğulacak”, gerçekten o sırada fotoğrafları yaktığım ya da suya attığım için çıktı ağzımdan. Fotoğrafları arıyordum öyle, yakacak ya da boğulacak ya da yuvarlanacak bir şey arıyoruz burada dedim gerçekten de ve sonra bunu tekrar ettim. Bazen böyle bir şey çıkıveriyor. İlk yapacağım kabare orkestra her neyse o artık söz verdim kendime, ses ve ritim baskın olacak bu kez, öyle arada bir duyulan bir şey değil. Bu düşüncelerle ilk yaptığım videoda “before I go ahead and talk to myself too much I should stop” (Devam edip kendimle çok konuşmadan önce durmalıyım) diyordum. Bu da kendi kendimle konuşurken çıkmıştı. Bazen de okuduğum metinlerden çıkıyor.
Kendini dinleme gibi.. Hem içsel olarak dinlersin hem de kendini duymaya ihtiyacın vardır, özellikle hangi duygu durumunda olduğunu anlamak için. Mesela korkuyorsun ve kendine korku dediğinde, o duyguyu söyleyebildiğinde kendini tanımlı bir noktaya getirip bir rahatlama sağlıyorsun.
O kendiliğinden çıkanlarda bence böyle bir şey var evet.
Hani sanki işlere eşlik eden bu sözler de aslında bir nevi izleyiciyi bir şeye hazırlamak gibi. Bu benim varsayımım. Ama kabare fikrinin gelişi her duyuya hitap etmesiydi, ses, görüntü, performans var, o mekanı kaplayıp dönüştürmek.. Orada olan bir şeyin içine girme hissinden dolayı kabare dedim. Bence çalışmalarındaki o tekrarla da izleyiciyi içine alıyorsun.
Ama geçen sene bunu böyle görememiştim.
Bence bu çok normal ve belki de en güzeli bu; keşfetmek. Zaten bunu rahat bırakmak gerekiyor, günümüzde bitmiş bir ürün bekleniyor, bir sergi oluyorsa o bitmiştir halbuki hiç de öyle biten bir şey değildir o. En doğal olan şey bu, zaten biten bir şey ne kimsenin ilgisini çeker ne heyecanlandırır. Seni de zaten bir tür fabrika işçisine dönüştürür. Hikaye aslında o bitmeyiş ve bilinemezlik. Senin kareler halindeki işlerini düşününce, orada bir kare yoksa bile o her an gelebilir. Bu izleyiciyi de tedirgin eder tabi ki çünkü biz bitmiş şeye bakmaya alıştık, hemen alayım, anlayayım, hemen sindireyim, hemen çözeyim. Senin tuttuğun yer orası, sen bir gel içeriye ama ne olur sonra bilmiyoruz gibi bir davetin var.
Ahhh! Ter içinde kaldım! İçindeyken zordur ya konuşmak, bu kadar diyalog kurabileceğimizi hiç düşünmüyordum. Ama bu sabah biraz daha ne yapmak istediğimi anladığım bir an olmuştu. Tabi hala korktuğum çok şey var. Mesela bu gözünün önünde gerçekleşme hali çok ilgimi çekiyor diyorum ya, çok ileri gidersem acaba ben sergi mi yapmak istemiyorum diye düşünüyor bir tarafım.
Ana görsel: Zeynep Kayan, İsimsiz, 2020