Art+Feminism oluşumunun vikipediyi ele geçirip yeniden yazdığı bu günlerde erkekler tarafından yazılmış olan tarihin bilim kısmına bir göz atalım. Bir de ne görelim? Tabi ki yetersiz temsil. İşte, sokakta, her yerde olduğumuz gibi laboratuvarlarda da var olduğumuz için, yeterince konuşulmayan çok kadın bilimci söz konusu. Her 8 Mart’ta farklı bilim mecralarından bu kadınlara dair gittikçe daha fazla İngilizce kaynak çıkıyor; fava ata ata geriye giderken kaybolduğumu farkettim. Ben de güzel işler üretmeyi başarmış bu kadınların arasından emeği gasp edilmiş 6 bilimcinin hikayesini Türkçe’ye çevirmek istedim. Çünkü sevgi neydi? Vallahi okuduğunuz kaynağa göre değişir.
Charles Darwin’in kendisi gibi botanikçi olan oğlu vakti zamanında şöyle söylemiş: “Bilimde itibar bütün dünyayı ikna eden adama gider, bir fikri ilk düşünene değil.” (1)
Nettie Stevens (1861- 1912)
ABD’nin Vermont eyaletinde doğmuş olan Nettie Stevens yaptığı çalışmalarla bir organizmanın biyolojik cinsiyetinin kromozomları tarafından oluşturulduğunu ve çevresel veya diğer faktörlerin etkisi olmadığını kanıtlamış bir araştırmacı. Bryn Mawr College’da doktorasını tamamladıktan sonra cinsiyet oluşumu üzerine çalışmaya devam ediyor. Un kurtları ile çalışarak, erkeklerin X veya Y kromozomu içeren sperm ürettiğini, dişilerin üreme hücrelerinin ise yalnızca X kromozomuna sahip olduğunu tespit ediyor. Bu buluş biyolojik cinsiyetin kalıtımsal olarak belirlendiği teorisini desteklemiş oluyor.
Edmund Wilson’un benzer bir çalışmayı yürüttüğü ancak aynı sonuca Stevens’tan daha sonra vardığı söyleniyor. Stevens “kadın araştırmacıların bilime katkısının sistematik olarak baskılanması ve inkarı” olarak tanımlanan “Matilda etkisi”nin bir kurbanı oluyor. Cinsiyet oluşumunun genetik temelinin bulunması döneminin önde gelen genetik bilimcilerinden Thomas Hunt Morgan’a atfediliyor. Pomona College’dan Hoopes’a göre ilk genetik ders kitabının yazarı olan Morgan, alana olan katkılarının büyümesini istiyordu. Ders kitaplarının, var olan diğer kitapları kendilerine kaynak alma eğilimi olduğunu belirten Hoopes, bu sebeple de Stevens’in alanına olan katkılarının ihmal edildiğini söylüyor. Morgan’ın Stevens’a borçlu olduğunu düşünmesinin bir sebebi de, Morgan’ın o dönem teorileri hakkında yazıştığı birçok araştırmacıdan farklı olarak, Stevens’la olan yazışmalarında kendisinden deneylerinin detaylarını öğrenmek istemesi. Stevens’in ölümünün ardından Morgan Science dergisine Stevens’ın bilim üzerine geniş bir vizyonu olmadığını yazıyor; Hoopes bunu “Stevens’a vizyonunu hiç sormadı ki” diyerek açıklıyor. (2)
Lise Meitner (1878-1968)
Viyana, Avusturya’da doğmuş olan Lise Meitner’in nükleer fizik alanındaki çalışmaları nükleer fisyonun yanı, çekirdeğin parçalanmasının buluşuna yol açtı. Bu buluş -maalesef- atom bombasının geliştirilmesinin zeminini oluşturmuş olsa da Meitner Manhattan projesinde yer almayı reddettiğini belirtmiş (3). Lise Meitner’in hikayesi oldukça karışık, aradığınız bütün çatışmalar var: cinsiyetçilik, politika ve etnik/dini aidiyeti. Viyana Üniversitesi’nde fizik alanındaki doktorasını (bu üniversitede fizik doktorasını tamamlayan ikinci kadın olarak) bitirdikten sonra önce Marie Curie’ye yazıyor ama laboratuvarında yer olmadığı için 1907’de Berlin’e taşınıyor ve kimyacı Otto Hahn ile birlikte çalışmaya başlıyor. Bu ortaklık 30 yıl boyunca devam ediyor. Mart 1938’de Viyana’nın Naziler tarafından işgalinden sonra, Yahudi olan Meitner İsveç, Stockholm’e gidiyor. Hahn ile mektuplaşarak ve aynı yıl gizlice Kopenhag’da buluşarak beraber çalışmaya devam ediyorlar.
Hahn uranyum atomlarının nötronlarla çarpıştırıldıklarında parçalandıklarını gözlemliyor ve Meitner reaksiyondan ortaya çıkan enerjiyi hesaplayıp nükleer fisyonu tanımlıyor. Meitner yeğeni Otto Frisch ile birlikte nükleer fisyon teorisini yazıyor. Hahn, buluşları Meitner’i eş-yazar olarak dahil etmeden yayınlıyor. Birçok kaynak Meitner’in bu ihmali Nazi Almanyası’nın durumu sebebiyle anlayışla karşıladığını söylese de Hahn savaş bittikten sonra herhangi bir düzeltme istemiyor (3). Nobel fizik komitesindeki bir araştırmacı ise Meitner’i dışarıda bırakmak için etkin bir çaba harcıyor ve nihayetinde Hahn 1944 Nobel Kimya Ödülü’nü tek başına alıyor. Meitner’in biyografisinin yazarı Lewin Sime bu yayının Meitner’in nükleer fisyon buluşundan ayrışmasının başlangıcı olduğunu söylüyor.
Sime’a göre Meitner’in, aralarında Niels Bohr’ün da olduğu meslektaşları, nükleer fisyonun bulunmasında Meitner’in katkısının inkar edilemeyecek olduğunu belirtiyorlar. Ancak isminin ilk yayında olmayışı ve Nobel ödülünün yalnızca Hahn’a verilmesi Meitner’in yıllarca bu buluş ile ilişkilendirilmemesine yol açıyor. (2)
Chien-Shiung Wu (1912-1997)
Liu Hu, Çin’de doğan Chien-Shiung Wu çalışmalarıyla bir fizik kanunu ters düz ediyor ve atom bombasının geliştirilmesine katkı sağlıyor. 1940’larda Columbia Üniversitesi’nde Manhattan Projesi dahilinde ise alınan Wu, radyasyon tespiti ve uranyum zenginleştirilmesi alanında araştırmalara katılıyor. California Üniversitesi’nden emekli fizik profesörü Nina Byers, savaş sonrası ABD’de yaşamaya devam eden Wu’dan zamanının en iyi deneysel fizikçisi olarak bahsediyor. 1950’lerin ortalarında, iki kuramsal fizikçi, Tsung-Dao Lee ve Chen Ning Yang, Wu’dan dönüşüm çarpanı veya parite olarak bilinen parametrenin varlığını çürütmek için yardım istiyorlar. Parite kuantum mekaniğinde dalga fonksiyonunun başlangıç noktasına göre simetri özelliklerinin belirlenmesine deniyor [sanırım:)]. Wu radyoaktif kobalt-60 metalini kullanarak yaptığı deneylerde, parite korunumunun zayıf etkileşimlerde geçerli olmadığını gözlemliyor. Bu dönüm noktası 1957’de Yang ve Lee’ye Nobel ödülü getiriyor ancak Wu bu kararın dışında kalıyor. Hakkının yendiği ortada olsa da kariyeri süresince itibarı yükselerek çalışmış bir kadın araştırmacı. (2)
Rosalind Franklin (1920-1958)
Londra doğumlu Rosalind Franklin, x ışını kristalografi çalışmaları ile görüntülediği DNA ile biyolojide çığır açmış bir araştırmacı. Franklin’in hikayesi belki de bugün en çok bilinen hakkı yenmiş bilim kadını hikayesi. Franklin 1945’te Cambridge Üniversitesinde fiziksel kimya doktorasını tamamlıyor ve daha sonra üç yıl boyunca Paris’te x ışını kristalografisi ve kristal yapı saptama tekniklerini öğreniyor. 1951’de İngiltere’ye King’s College’da John Randall’in laboratuvarında araştırma görevlisi olarak dönüyor. Burada DNA yapısını araştıran Maurice Wilkins ile karşılaşıyor. Franklin ve Wilkins bağımsız projelerde çalışmalarına rağmen bazı kaynaklar Wilkins’in Franklin’e kendi projesini yöneten bir araştırmacıdan çok asistanı gibi davrandığını belirtiyor. Aynı dönemde, James Watson ve Francis Crick de Cambridge Üniversitesi’nde DNA’nın yapısı üzerine çalışıyorlar. Wilkins, Franklin’in, bugün meşhur olan ve “Fotoğraf 51” olarak bilinen, DNA görüntüsünü kendisinin bilgisi ve rızası olmadan bu ikili ile paylaşıyor. Bu görüntü Watson, Crick ve Wilkins’in DNA’nın yapısını çözmesini kolaylaştırıyor ve bu bulguyu Nisan 1953’te seri makaleler halinde Nature dergisinde yayınlıyorlar. Derginin aynı sayısında Franklin de yayınladığı makalede DNA yapısına ek ve detaylı bilgi sağlıyor.
Franklin DNA molekülünü görüntülediği fotoğraf ile, yapısının çözülmesindeki anahtar bilgiyi sağlamış oluyor. Watson, Crick ve Wilkins 1962’de Nobel fizyoloji veya tıp ödülünü birlikte alıyorlar. Franklin bu ödülün verilmesinden dört yıl önce, yumurtalık kanseri sebebiyle 1958’te Londra’da oluyor ve Nobel ödülünün ölüm sonrası verilmemesinden dolayı, kendisinin bu buluştaki katkısının tanınıp tanınmayacağını bilemiyoruz. Ancak kabul konuşmalarında Franklin’in adının geçmediğini biliyoruz. Franklin hakkında yazılan bir kitabın girişinde yazar Brenda Maddox, Watson’un kitabının yayınlanmasından sonra Franklin’in gasp edilen itibarına oluşan tepkilerle beraber bir feminist ikon, moleküler biyolojinin Sylvia Plath’ine dönüştüğünü ancak bu mitleştirmenin iyileştirici olmadığını belirtiyor. Franklin’in sadece bu dönemle tanımlanamayacağını, çok daha karmaşık ve verimli bir hayatı olduğunu vurguluyor (4). Kişisel not: Bu hikayeleri yaymanın bu sebepten iyileştirici ve ilham verici olduğuna inanıyorum. (2)
Esther Lederberg (1922-2006)
Bronx, ABD doğumlu olan Esther Lederberg yaptığı çalışmalarla bakterilerde genetik, gen düzenlemeleri ve gen rekombinasyonu çalışmalarının temelini atıyor. Mikrobiyolog olan Lederberg, 1951’de Wisconsin Üniversite’sinde çalışırken, bakterilere bulaşan lambda bakteriyofaj virüsünü keşfetmesi ile tanınıyor. İlk eşi Joshua Lederberg ile birlikte bakteri kolonilerini bir petriden diğerine daha kolay bir şekilde geçirmek için yeni bir yöntem geliştiriyorlar: kültür kopyalama (replica plating). Hala kullanılabilen bu yöntemin gelişmesi antibiyotik direnci çalışmalarının önünü açmış oldu. Joshua Lederberg’in bu alandaki çalışması 1958’de George Beadle ve Edward Tatum ile birlikte aldığı fizyoloji/ tıp Nobel’inde büyük rol oynuyor. Stanford Üniversitesi’nden emekli olmuş mikrobiyolog Stanley Falkow, Esther Lederberg için “Lambda faj buluşu için, F doğurganlık faktörü ve özellikle de kültür kopyalama tekniği için hakkının verilmesi gerekiyordu” derken, 2006 yılındaki cenazesinde, Lederbeg’in Stanfard Üniversitesi’nde yeterince saygınlık kazanmadığını da vurguluyor. Doçent olarak atanabilmesi için mücadele verdiğini oysa ki profesörlük unvanını hakettiğini belirtirken, Lederberg’in tek bir örnek olmadığını ve o dönemde kadınların akademi içinde sıklıkla hor görüldüğünden de bahsetmiş. (2)
Jocelyn Bell Burnell (1943-)
Kuzey İrlanda doğumlu Jocelyn Bell Burnell 1967’de, Cambridge Üniversitesi’nde radyo astronomi üzerine doktora çalışmaları/lisansüstü eğitimi esnasında pulsarları keşfediyor. Pulsarlar, süpernova patlaması sonrası ölen dev yıldızlardan geriye kalanlar olarak nitelendiriliyor. Bell Burnell kurulmasına kendi yardım ettiği bir teleskoptan elde edilmiş 3 mil uzunluğunda bilgi içeren bir makaleyi incelerken pulsarların rotasyonları esnasında tekrarlayan sinyallerini farkediyor. Bu buluş 1947’de bir Nobel ödülü getiriyor, ancak ödül Bell Burner’ın süpervizörü olan Anthony Hewish’e ve Cambridge Üniversitesi’ndeki başka bir radyo astronomu olan Martin Ryle’a gidiyor. Bu dışlanma Bell Burnell için bir “sempati dalgası” oluştursa da, National Geographic News’a verdiği röportajda Oxford Üniversitesi’nde ziyaretçi astronomi profesörü olan Bell şöyle söylüyor: “O dönemde insanların bilim yapma anlayışında şöyle bir resim vardı: yaşça büyük, kıdemli bir erkek – her zaman bir erkek-, ve onun altında çalışan düşünmesi değil sadece çalışması beklenen bir sürü küçük işçi ve kıdemsiz personelden oluşan tebası.”
Oluşan sempatiye ve çığır açan çalışmalarına rağmen, Bell araştırma dünyasında kadınlara karşı olan tutumdan payını aldığını ve kariyeri sırasında karşısına çıkan birçok pozisyonun öğretmenlik veya idari alanlarda olduğunu söylüyor. Aile ve kariyeri bir arada yürütmenin oldukça zor olduğunu ve özellikle hamile olduğu esnada çalıştığı üniversitenin doğum izninin olmadığını da belirtiyor. O dönemden bugüne, akademi içindeki kadınlara karşı koruyucu bir tavır almış. Bazı okulların kadınlara özellikle destek olmasına karşın Bell Burnell, bu alanda kadın araştırmacı sayısındaki artış için sistematik bir teşvik oluşmasını istiyor. Royal Society of Edinburgh’da başkanlık ettiği bir çalışma grubunda İskoçya’da bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik (STEM) alanlarındaki kadın araştırmacıların artması için politikalar üretilmesi üzerine çalışılmış. (2)
Bu kadınlar tarihte yerlerini bulmaya çalışanlardan birkaç tanesi. Özellikle dikkat çeken bir başka nokta da, bu kadın araştırmacıların hikayelerini yazanların, mektuplaşmaların, meslektaşlarının görüşlerinin peşine düşenlerin yine kadınlar olması. Eğer bu kadın yazarlar eksik parçaları birleştirip, bastırılan bu sesleri duyurmak için emek sarfetmeseler bu isimler de kaydedilmeyecekti.
Bitirirken çok az istatistik ile STEM (Bilim, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik) alanlarında “bugün ne kadar temsil ediliyoruz”a üstünkörü bakalım: Güney Afrika Bilim Akademisi (ASSAf) ve İnterAkademi Partnerliği (İAP)’nin 2013-2014 yılında yaptığı araştırmaya göre kadınlar 69 akademik oluşumun yalnızca %12sini oluşturuyor. Küba Bilim Akademisi %27 ile en yüksek kadın akademisyen oranına sahip, Tanzanya ve Polonya Bilim Akademileri ise %4 ile en düşük orana sahipler. Bu kurumların %60’ının bu durumu değiştirmek için uyguladığı herhangi bir politikası da mevcut değil (5). LGBTQA temsiliyeti üzerine ise çok geniş kapsamlı çalışmalar henüz olmasa da bu alanlarda çalışan birkaç araştırmacının başlattığı ‘Queer in STEM’ adlı oluşum 1400 üzerinde araştırmacıyı dahil eden bir anket düzenlemiş. STEM alanlarında çalışan LGBT birey temsiliyeti üzerine hakemli dergide yayınlanmış ilk makaleye göre de kadın temsiliyetinin daha yüksek olduğu ortamlarda, LGBTQA bireyler cinsel yönelimlerinde daha açık oluyorlar (6).
Kaynaklar:
(1) Francis Darwin, Eugenics Review, 1914
(2) Jane J. Lee, National Geographic, 2013
(3) APS News, 2015
(4) Brenda Maddox, Rosalind Franklin: The Dark Lady of the DNA, 2002
(5) Elizabeth Gibney, Nature, 2016
(6) Journal of Homosexuality, 2016