O hafta daha çok adliye işi yapmış, uzun bir dilekçe yazmış, arada da kısa kısa ihtarnameler çekmiş, memolar hazırlamıştım. Kalem müdürlerinin odasına kibar kibar girmeye, X. İcra dairesindeki korkunç yaratığa katlanmaya (bir şey sorduğumda dalga geçiyordu) alışmış gibiydim. O Cuma ise büroda kalmıştım, oturuyordum. Derken en beklemediğim anda, camdan dışarı bakarken, “Nevin!” diye patron çağırdı. Allah şu son dilekçeyi beğenmedi herhalde diyerek seğirttim. Bütün büro patronun odasındaydı. “Nevin” dedi. “İşe başlarken sana stajyere başlangıçta para vermediğimizi söylemiştim hatırlıyorsan. Sonuçta seni tanımıyorduk, nasıl çıkacağını bilmiyorduk. Ama şimdi tanıyoruz, çok iyi çıktın. Aferin, böyle devam et. Bu para senin, al harçlık olsun.” Şimdi suratımı toplamakta güçlük çekiyordum. “Eheh, sağolun.” “Hihi, çok sağolun” gibi sesler çıkarıyor, az önce işime bakmak yerine camdan baktığım için kendimden utanıyordum. Emeğinin karşılığını almak ne güzel şeydi! Ve ben bunu hak etmek için 20 dakikada bir camdan bakmayı, internete girip girip sonra göz atma geçmişini silmeyi derhal bırakmalıydım.
Yine de haftasonu elimdeki işi bitirmedim. Bunun yerine evde kalan turist kızla Cuma günü Beyoğlu’na, Cumartesi Caddebostan sahile içmeye gittik, Pazar günü Heybeliada’da denize girdik. Gerizekalı arkadaşlarım kıza “kafamda filler sikişiyor” demeyi öğretti. Kafamda filler sikişiyor! Ne kadar hoş bir yaşam tarzıydı bu! Sonsuza dek kafamda filler sikişsin istiyordum. Ancak bu, elimdeki işin bitmesinin imkansızlaşması demekti, bu sorunu da “Allah kerim” metoduyla halletmeyi planlıyordum.Pazartesi büroya gittiğimde bir sürprizle karşılaştım: 2 yaz stajyeri. Elimdeki işin bir kısmını onlara vermem istendi. Bu iş, dıdısının dıdısının dıdısı konusunda Türkiye’deki mevzuat ve uygulama ile ilgili İngilizce olarak hazırlanacak kapsamlı bir işti, 60 sayfa filan olması gerekiyordu. Ancak sorun şuydu ki kapsam belirsizdi ve bununla ilgili hiçbir şey bulunamıyordu. Ben de açıkçası Google’a güveniyordum. Her neyse, işi biraz bu kızlara anlattım. Şu şu siteden yararlanacağız filan dedim. Bir de ellerine aynı formatta örnek olarak kullanılabilecek bir kitap verdim. Stajyerlerden adı Çisil olanı kitaba baktıı, baktıı ve o cümleyi kurdu: “Bunu okumamı beklemiyorlar herhalde.” (Daha sonra diğer stajyer ile birbirimize sürekli “Bunu yapmamı beklemiyorsun herhalde stajyer- Bunu yapmamı beklemiyorsun herhalde Nevin” diyecek, bu olayı bir komiklik vasıtası olarak kullanacaktık.) Yok dedim, okumamızı beklemiyorlar, bu sadece bir örnek, buna benzer bir şey yazacağız yani, zaten bir başlayınca gerisi geliyor filan dedim.Ancak burda sizden gizleyemeyeceğim bir şey var: bu kız biraz da benim iç sesimdi. Ben de her iş alışımda “Bunu yapmamı beklemiyorlar herhalde” diye düşünüyordum. Outlooku açıp herkese mail göndermek, “Bakın, beni bir geri zekalı farz edin. Sahte mezuniyetim sizi yanıltmasın. Ayrıca tembelim. Lütfen iş verirken bu durumu göz önünde bulunduralım. Sonra yanlış anlaşılmalar oluyor.” yazmak istiyordum. Zaten diğer stajyer ile birbirimize yaptığımız şakaların da her zaman ciddi bir tarafı oluyordu.
Bir yarım saat sonra kızın bölümüyle ilgili bir site buldum. Bunu kıza da söylemek için odasına gittim, ama yoktu. Gitmişti. “Ben burda çalışmak istemiyorum” demiş ve gitmiş… Acaba nereye gitmişti? Kızın nefis vücudunu Levent sokaklarından Beşiktaş’a süzülürken, arkadaşlarını arayıp “Abiii, staj manyak bişey çıktı” derken hayal ediyordum. Belki Bebek’te bir kafeye gitmişti. Belki eve gidip rüzgarı püfür püfür alan odasında yorganların altına girmiş, blackberry’sinden erkek arkadaşına mesaj atmıştı. Kim bilir? Kızın bu öğlen vakti işten vazgeçip yaptıklarını hayal etmekte, fanteziye varan bir yan buluyordum. Sonradan diğer stajyerle konuştuğumuzda, onun da aynı fantezileri kurduğu ortaya çıkacaktı.
Ama şimdi önce “diğer stajyer”i inceleyelim. Şu ünlü Protestan okulu mezunuydu, özel bir fakültede burslu okuyordu. Şu ünlü Protestan okulu mezunlarına özgü inanılmaz çalışma ahlakına sahip gibi gelmişti bana. Süper bir şey bulmuş, bastırmıştı. Sayfaları büyük bir dikkatle çeviriyordu. Saatler geçmesine rağmen sadece bir kez tuvalete gitmiş, bir kez de çay içmişti. Kıskanıyordum. Benden bir yaş küçüktü, ancak daha çok iş deneyimine sahipti. Daha ikinci sınıftayken çok ünlü bir büroda staj yapmıştı. (Ben ikinci sınıfın yazında Amerika’da hamburger satmış, günde 882 kez ”A large one or a regular one?” diye sormuştum.) Şimdi üçüncü sınıfın yazındaydı ve buradaydı. (Ben “Hippi olalım. Daha çok hippi olalım. En çok hippi olalım” anlayışında bir STK’da gönüllü olmuş, her gün adliyenin önünde basın açıklamalarına giden gruplarla takılmış, bundan dolayı kendimi çok süper cool hissetmiştim.)Yine de bence bu yazlardan bana kalan bir sürü şey vardı: hukuki metodoloji hariç!
Kıskançlık içimi bürürken aynı zamanda da suçluluk ve tiksinti de büyüyordu: Ben ne biçim bir insan olmuştum da 1 ay sonunda çalışma arkadaşımın tuvalete gitme sayısını sayar hale gelmiştim? Bu suçluluk, ben kıskançlıkla kızı izlerken kızın kafasını kaldırıp bana gülümsemesiyle perçinlendi. Bu gülümsemede bezginlik, anlayış, yoldaşlık vardı. O an kafamdaki düşmanca düşünceler temelsiz kaldı ve biliyorum belki inanmayacaksız ama bu tatlı gülücük aramızda anında bir barış sağladı. Artık onun yemek kartı ve işçilik hakları, kıdemli stajyer olarak benden sorulurdu.İkimiz o gün farklı masalarda epey çalıştık. Arada başımızı kaldırıp yine birbirimize gülümsüyorduk. Hatta bu ortaklık şerefine ona sınıf arkadaşım İbo’dan gelen maili forward ettim. İbo stajına yeni başlamış, başlar başlamaz bana işçi avukat, patron avukat ayrımı, avukatlığın zannedildiği gibi sınıflar üstü bir meslek olmadığı, genç avukatların iş yaşamına işçi olarak başladıkları ancak çabucak yükselmeyi hedefledikleri için haklarından vazgeçmeye her daim hazır oldukları, ancak yükselme olasılığının giderek azaldığı, bazı ülkelerde hukuk bürolarının ortaklarının avukat olmayan gerçek ve tüzel kişi olabileceği ve bunun, savunma hakkının sermaye ile bütünleşmesi anlamına geldiği vs vs vs konulu yazılar okumaya başlamıştı. Bunları bazen “Nevin’ciğim, belki ilgini çeker diye düşündüm” gibi son derece hoş ve şık notlar eşliğinde bana forward ediyordu. İşim olmadığından değil, tam da işim olduğu için işi gücü bırakıp mailine, onun kibar notunun aksine iğrenç bir yanıt verdim:
Konu: Çok değil 5 sene sonra!!
“Beğendiim beğendim de oğluuum sen çok yanlış şeyler okuyosun!!! Çok değil, 5 sene sonra patron avukatız. X üniversitesi her kapıyı açıyormuş. Bırak bunları hayatı boyunca icracı kalacak, o daire bu daire gezmekten varisleri çıkacak zavallı avukat parçaları düşünsün. Biz sabah havuza girip öğleden sonra A bankasıyla B bankasının birleşme sözleşemesini çek edicez. Odamızda drink makinesi olucak. Habire espresso içicez. Akşam da yakışıklı juniorlar eve gelecek.
BENİM HALA UMUDUM VAR.
XOXO Nevin, (namı diğer Ally McBeal)“
Yazdığım mesajı düşünüp hala pişmiş kelle gibi gülümserken patronum geldi. Ve az önce mailimde yarattığım patron imajını sildi götürdü. Odaya geldi ve uzuuun uzuuun boşluğa baktı. Neden sonra “Dün biraz olimpiyatları seyredeyim demişim ama uyuyakaldım…” dedi. Fark ettim ki aslında patron benim 10 katım kadar filan çalışıyordu. Sabah erkenden büroya geliyor, akşam geç saatlere kadar kalıyordu. E o zaman sen çalışıyorsun ben çalışıyorum, kim dinleniyordu? Kişi ne zaman dinleniyordu? Kaç yaşına gelince insan bu işleri bırakıyordu? Sonra patron benim farkıma vardı birden, gülümsedi ”Aferin Nevin! Çalış! Çalışmak özgürleştirir!” dedi. Bu söz içime su serpti, kafamda kitaplarla dolu bir odada sakallı bir adam huşu içinde okumaya, çalışmaya, üretmeye başladı. Adam yaptığı işten çok zevk alıyordu ve odada tek hakim olan şey üretkenlikti. Bu imgenin etkisi altında ben de patronuma gülümsedim. Ancak derken birden gülümsemem suratımda dondu kaldı: Bu “çalışmak özgürleştirir- arbeit macht frei” Auschwitz’in kapısında yazan cümle değil miydi? Patron ironi mi yapmıştı? Her şey soğuk bir şaka mıydı? Peki huşu içinde çalışmak ile çalışma kampında çalışmak arasındaki fark neydi? Büroda çalışmak hangisine daha çok benziyordu? İşten zevk aldığım çoktu, öyleyse bu nitelikten çok bir nicelik sorunu muydu? Bunlar beni aşardı. Ben de açıkçası pek düşünmedim ve 38. kez olmak üzere gidip kendime bir çay koydum.
Görsel: Adam Oehlers, “The Library”.