Geçen gün koltuk altında unutulmuş fotoğraf albümlerinin arasında lise yıllığıma rastladım. Binbir emekle arkadaşlardan toplanan paragraflar koca ciltli kitabın sayfaları arasında hâlâ taptaze duruyordu. Yıllığın biraz da bu demek olduğunu hatırladım, eski bir tanıdıkla karşılaşmak gibi, huyunu suyunu görür görmez hatırlıyorsun.
Bir çırpıda bizim sınıfın olduğu bölüme geldim. Kendimle karşılaşmak kalbimin korkuyla çarpmasına sebep oldu. Hakkımda ne yazdıklarını unutmuşum. İçimde nedense hoşuma gitmeyecek bir şeyle karşılaşacak olma tedirginliği vardı. Lisedeki halimden memnun değildim. Saçlarım kabarık ve çirkin, gözlerim bozuk, kıyafetlerim eğretiydi. Tek özelliğim çalışkan olmamdı, bol bol bundan dem vurulmasını bekliyordum. Paragraflara hızla göz attım. Beklediğimden çok daha iyiydi. Herkes kendi kendime ettiğim bir danstan bahsetmiş; eğlenceli ve komikmişim. “Yazmayı bırakma” diyenler olmuş. Son yoruma gelene kadar her şey yolunda ama beni gerçekten iyi tanıyan ve açıksözlü sınıf arkadaşımdan gelen ”sessiz sakin görüntünün altında derin, hassas bir insan yatıyor” lafı canımı sıkıyor. Sessiz sakini cümle başından atmak istiyorum. O dönem beni tanıyan herkesin hafızasından kazımak. O kadar da sessiz değildim diye düşünüyorum. Şahsıma ağır bir hakaret edilmiş, üzerime bir leke sıçramış gibi geliyor.
Şahsi tarihimde ilkokul ve ortaokul içe kapanık, çekingen, kimseden talep görmemiş boş ve yalnız sayfalarla dolu… Lisede nihayet her şey yoluna giriyor, sayfalar kabarık, iç içe, neredeyse yer kalmamış.. Üniversitede yeniden duruluyorum; ne olduğumu, kendimi arama sürecindeyim. İçime kapandıkça sayfalar az ama öz oluyor. Bir ses “doğru olan bu” diyor, “böyle mutlusun”, “bu, sensin”.
Yıllığı kapatıp liseden beri oturduğum yüzeyi yenilenmiş koltuğa sırt üstü uzanıyorum. “Bu işte bir terslik var” diye düşünüyorum. Bunları aşmış, kendimle barışmış, içedönük olduğumu kabul etmemiş miydim? Neden hala geçmişte sessiz olarak nitelenmekten böylesine nefret ediyorum? Diğerlerinden daha sessiz olmak bu kadar kötü bir şey mi? Sandığım kadar eski bir korku değil mi yoksa bu?
Network için, network edinin!
Sırt üstü yatmanın halet-i ruhiyesinden midir nedir iyice çocukluğa döndüm. Yedi sekiz yaşlarında sokakta oynarken tanıştığım, şimdi adı hafızamdan uçup gitmiş kızı hatırladım. Bana söylediği ilk şey “uzaktan çok soğuk görünüyorsun ama için hiç öyle değil” olmuştu. İçimi birlikte ip atladığımız on dakikada çözmüş olmalı. Ama içimin iyi ve sıcak kanlı olması zerre umrumda değildi; ben dışımın görür görmez insanda arkadaş olma, “bu kızı da oyunumuza çağıralım” isteği uyandırmasını umuyordum. Ömrümün önemli bir kısmını bu işe adayacağımı bilmiyordum henüz tabi. Dışa dönme çabalarım o yıllarda başlamıştı.
Üniversite hayatımda, çaktırmadan oluşturduğum önemli beklentilerden biri, sınıfta diğer öğrenciler ve hocalar tarafından adı sanı bilinen, başkalarıyla karıştırılmayan biri olmaktı. “Burada da sessiz sakin biri olmayacağım” diyordum. Hem hep anlatıldığı gibi, üniversitede kurulacak güzel ilişkiler ve adı bilinir, girişken biri olmak iyi bir network oluşturmamı sağlayabilir, böylece beni güzel bir işin kucağına atabilirdi. Network’un önemine sorgusuz sualsiz inanıyor, daimi bir dışa dönük performans insanı olamayacağımı görmezden gelmeye çalışıyordum.
Neticede kendimi olur olmadık, zihin yorucu, sınırlarımı haddinden fazla zorlayan stajlarla ve işlerle yordum. Bulunduğum ortamın negatif enerjisini sünger gibi çeken, topluluk önünde konuşmayı sevmeyen, bulduğu ilk fırsatta boş odalara kapanıp çalışmayı seven, bir türlü takım oyuncusu olamayan halimle sayısız takım oyunlarına atıldım. Kiminin el yıkar gibi doğallıkla yaptığı konuşmalar yüzünden benim geceleri gözüme uyku girmedi. Sabahları her yere en erken ben gittim. Müdür statüsündekilerin partnerleriyle ettiği kavgaların, tatminsizliklerinin, klimanın omuzlarına omuzlarına vurmasının yükünü bütün gün omuzlarımda ben taşıdım. İçimden bir ses, hatta vücudumdan pek çok ses, sırt ağrısı ve baş ağrısı yoluyla “bu tarz işler sana uygun değil” dese de, anlayabilecek donanımım olmadığından onları yok saydım. Ağrıları ve huzursuzlukları başka şeylere yordum.
Takım oyuncusu musun? Lider mi?
Üniversite sonrası iş hayatı da benzer tercihlerle geçti. İyi bir takım oyuncusu mu, yoksa bir lider mi olduğumun, hayati bir soru olarak yöneltildiği iş görüşmelerine girdim. Tabii ki gerektiğinde takım oyuncusu, gerektiğinde de liderdim. Bukalemun gibi bir şeydim aslında. Bulunduğum ortamın rengine hemencecik bürünür, öz hakiki kendimi kimselere çaktırmazdım. Eğlenceli, girişken, dahil olacağı ekibe daha işe başlamadan bayılan, gelecekte yönetici olmayı arzulayan, potansiyeli yüksek, cıvıl cıvıl bir adaydım. Durgun, sessiz sakin, ağır, enerjisi düşük olanlar bir bir elenirken, biz dışa dönükler sahip olduğumuz enerjiyle birazdan havai fişek gibi patlayacakmışçasına hünerlerimizi gösterme yarışına girdik.
Neredeyse girdiğim tüm iş mülakatlarından olumlu sonuç aldım. Karakterim satışa, pazarlamaya, insan kaynaklarına, kısaca her şeye uygun görünüyordu. Alev alev yanan bir kırmızıydım ben. Herkes böyle aktif, coşkulu birini işe almaktan memnun kalırdı. Ama çocukluktan beri içimde taşıdığım sessiz sakin biri olmanın laneti bir yerlerde tekrar karşıma çıkacak diye de ödüm kopuyordu. Öyle olanın kaybettiği bir toplumda yaşıyorduk. Kabiliyetini bas bas bağırmayan, iş ortamında mütevazı ve dolayısıyla küçük görülüyordu. Eli yüzü terlemeden iyi sunum yapabilenler sahnenin en güzel yerini kapıyordu. Ben de parlamadığım ortamda kendi ışığımı da kaybedeceğimi düşünüyordum.
Geçen sene, ilk kez benim gibi hisseden ve bunu gururla söyleyen Norveçli bir kadınla ev arkadaşı oldum. Karantina ikimizi aynı eve kapatınca konuşacak bol bol vaktimiz oldu. Olduğu kişiden bu kadar memnun oluşundan etkilendim önce. Başkaları ya da birtakım işler için değişeceğim diye bin takla atmamasına, gururla “ben içe dönük biriyim” demesine hayran kaldım. İnternetteki on soruluk karakter testlerini maazallah içe dönük çıkarsam diye ödüm koparak yaptığım yıllar boyunca içe dönük olmanın anlamını bile doğru düzgün düşünmediğimi farkettim.
İçe dönük olmak iş hayatında yok sayılmak, yerli yersiz bütün unvanlılar tarafından ezilmek demekti bana göre. Alev alev bir kırmızı değil, durgun bir maviydi. Durgun mavi istediği kadar yetenekli, yaratıcı, harika fikirlerle dolu olsun, kırmızıların ateşli gürültüsünde kaybolurdu. Yalnız iş hayatının değil, markette sıra beklemenin, pazar alışverişi yapmanın, telefonda müşteri hizmetleriyle konuşmak gibi günlük işlerin bile ızdırap olabileceğini düşünüyordum. İçedönüklük kendine has bir görüntüsü ve kokusu varmış gibi herkes tarafından şıp diye anlaşılıyordu. Pazarcı domatesin çürüğünü araya sıkıştırıyor, sıra beklemekten haz etmeyen kurnazlar nasıl olsa sesini çıkarmazsın diye bizzat kendileri araya sıkışıyordu.
Norveçli ev arkadaşımdan, içe dönük olmanın ne demek olduğunu saatler süren sohbetlerimiz sırasında öğrendim. Dinlerken bir yanım Norveç’te öyle olmakta ne var, kolaysa İstanbul’da gelip yaşa bakalım diyordu. Konuştukça ön yargılarım kırıldı. İskandinav ülkeleri kültürel olarak bireyselliğe, iş ortamında farklılıklara daha açıktı ama yine de onun da benimle benzer sıkıntıları vardı. O da açık ofislerde istediği gibi üretken olamıyor, suratı biraz düşünce ”nasılsın” diye ısrarla sorulmasından nefret ediyordu. Ön planda olmayı sevmiyordu. Topluluklar içinde kalbi daha bir hızlı çarpıyor, çok kolay heyecanlanıyordu. Kendini bir departman müdürü, bir yerin yöneticisi olarak hiç hayal etmemişti. Karakterine uygun olmadığını düşünüyordu. Yine de başarma hırsı ve heyecanı, yaratıcı fikirleri vardı. Ve farklı yöntemlerle başarılı olup iş ortamında iyi hissedebileceğine inancı tamdı. Buna saygı duyulmamasını anlayamıyordu. İş hayatı çoğunlukla dışa dönük insanların ödüllendirildiği, içe dönüklerin kendilerini kötü hissetmeye mahkum edildikleri bir yerdi. Bütün kurallar, birlikte çalıştığında üretkenliğinin doruğuna ulaşması beklenen, sınırlarını zorlamaktan çekinmeyen, hatta çok esnek sınırları olması istenen insanlara göre belirleniyordu. Bunları kabul ediyor, kendisinin bu ortama ayak uyduramayışının en az uydurabilen insanlarınki kadar doğal ve sağlıklı olduğunu gülümseyerek anlatıyordu.
Ev arkadaşımın gülümseyerek anlattıkları, içimde çocukken karanlığa gömülmüş, üzerine asfalt dökülmüş yerleri aydınlattı. Her söylediğine ”ben de! ben de!” diye atlayasım geliyor, yerimde duramıyordum. Nihayet dilimden anlayan, nasıl hissettiğimi özetleyen, parlamadan da kendi halimde bir yıldız olabileceğimi hissettiren biri çıkmıştı. Karantinada sohbet ettiğimiz günler “bütün bunları çok daha önce bilsem ne olurdu?” diye düşündüm. Nasıl biri olurdum? Kendimi koca bir yıllığın içinde bu derece kaybolmuş, yalnız hisseder miydim yine? Sessiz sakin biri olmaktan lanetlenmişim gibi nefret eder miydim?
Kaktüsgiller
Bir işte geri planda kalmayagöreyim, ailemin, arkadaşlarımın, okuldaki öğretmenlerin çocukluğumdan beri girişken, hayat dolu olmaya övgüsü, bunun bir çeşit zekayla bağdaştırıldığı gerçeği gelir yüzüme çarpardı. Kendi dünyanda yaşamanın, çok düşünüp az konuşmanın bilgelik sayılmadığı bir çağda büyüdük. Rengarenk koca bir çiçek bahçesine parlak renklerle katkıda bulunmak görevim gibi hissettirildim hep. Sevilmemin, etrafımdakiler tarafından kabul edilmemin koşulu buydu. Yine de yaman çelişkiyi o zaman fark ettim; kız çocuğu olarak hanım hanımcık olmak çoğu zaman toplum içinde övgü kaynağıydı. Fakat ‘hanım hanımcıklık görevi’ni yerine getirmek için yetiştirilenler, ileride de neden girişken olamadı, iş bulamadı, kendini gösteremedi diye paylanıyordu. Susturup köşeye oturtmak, sonra neden inisiyatif alıp kendine konforlu bir yer kapamadı diye hayıflanmak birtakım yetişkinlere has bir özellikti sanırım. Onların aynı anda iki zıt kutbu talep etmeye hakkı vardı.
Ev arkadaşımla sohbetlerimiz sırasında ucundan bucağından yakaladığım keşfimin üzerine gittim. Nihayet kendimi anlamanın ve kabul etmenin yolu göründü gibi hissettim. Heyecanlıydım. Çiçek bahçesinde albenili, gelenin geçenin ilgisini çeken bir çiçek olmak hiç istememiştim ben aslında. Ne güzelliğimle albenili durmak, ne de sürekli parlamak istiyorum. Dikenli bir kaktüs gibi hissediyorum daha çok. Kendi halinde, bazen yalnız, ama hayat doluyum. Dikenlerim güzelliğimden bir şey eksiltmiyor, hayat neşeme dair bir bilgi de vermiyor. Ben böyleyim. Belki başka bitkiler kadar ilgiye, muhabbete aç değilim. Belki su dolu gövdemle güneşin altında tek başıma durmak daha çok hoşuma gidiyor; böyle hayatta kalabiliyorum. Yine de, dikenlerime rağmen, ben de yaratıcı olabiliyorum. Çiçek bile açıyorum istedim mi. Pencerenin önünde kendimi dikenlerimle koruma altına alıp hayallere dalmayı seviyorum. Durgun bir maviyken alev alev bir kırmızı gibi görünmeye çalışmak ve her yerimi ağrıtmak istemiyorum artık.
Bütün bunları kendime hatırlatınca, yıllığı tekrar açıp sessiz sakin halimi okşayasım geliyor. Lisenin üzerinden on dört yıl geçmiş. Onca uğraşa rağmen kendimi olduğum kişiden bambaşka biri yapamayışıma gülüyorum, hem de seviniyorum. İhtişamlı ve tutkulu güllerin arasında kendi halinde bir kaktüsmüşüm meğer ben. Bunca zaman, bir yerlerde benzerlerimi arayıp durmuşum.
Görsel: Lourdes Grobet