“Uzun zamandır susuşum,
kafamdaki bu dağınıklıktan.
Şu dünyada okuyarak,
yaşayarak edindiklerimin tümünü,
unutmuşum gibi bir duyguya kapılıyorum;
geceyarıları uykusuz otururken.”
Nezihe Meriç
Bu haftasonu pandemiden uzun zaman önce başlayan kişisel karantinamdan beri belki de ilk kez, sadece kendim için bir etkinliğe* gitmeye niyetleniyorum. Gitmemin önünde hiçbir engel yok. Bu beni daha da endişelendiriyor. Öyle uzun zamandır öyle çok şey yapmaya çalışıp öyle çok engelleniyorum ki, yolun açık olmasına, evden çıkabilir olmaya, kendimle kalmaya hiç hazır hissetmiyorum. Kendi kendimin engeli olmak istiyorum bu defa. Diyorum ya, öyle çok engelleniyorum ki bir yerden sonra engelin bizzat kendisi oluveriyorum. Nereden sonra? Hatırlıyor muyum?
Dokuz ayda milim milim büyüyen karnım, sayaç sıfırlandığında, yani aslında vücudumdaki süreli misafirliğine son veren bebeğim nihayet dünyaya geldiğinde yine aynı istikrarlı milim milimliğiyle ama bu sefer tam aksi istikamette, milim milim milim küçülecek sanmıştım, çok yanılmışım. Karnımın içinde huzurla büyüyen bebeğim doğumundan aylar önce aldığımız beşiğinde yine aynı huzurla, mışıl mışıl uyuyacak da büyüyecek zannederken ne kadar yanıldımsa o kadar yanılmışım işte.
Aynaya bakmak doğumdan kaç gün sonra aklıma geliyor, hatırlamıyorum. Bir bakıyorum, aynadaki kadın bana hiç benzemiyor. Sonsuz hüzünlüyüm. Bir şeyi, bir daha hiç bulamamak üzere kaybettiğimi de çok sonra anlıyorum, aynanın karşısındaki kendime uzun uzun bakacak olsam aklımı kaçırabileceğimi de… Neyse ki ağlıyor bebek. Ağlıyorum ben de. Aynadan siliniyorum.
Uyumuyor bebek. Uyumuyorum ben. Aynayı unutuyorum. Kendimi unutuyorum. Bebeğime bakıyorum. Sadece onun için nefes alıp vermeye başlıyorum sanki. Uyurken bile nefesini kontrol ediyorum. Uyanıkken uyandığı için, uyurken nefesini kontrol etmek için derken uyumaya uyumaya ben aynadan sonra uykuyu da unutuyorum.
Uyurgezerim artık.
Uyurbüyürüm.
Uyurbüyütürüm.
Büyütüyorum bebeğimi. Unutarak kendimi. Her gün bir milim daha silinerek. Sonunda ortada eski benden hiçbir şey kalmayana kadar silinir miyim? Bunu çok istiyorum. Çünkü ancak tamamen silinirsem, kendimi tamamen unutursam kurtulabilirim delirmekten. Büyütüyorum bebeğimi. Ama sandığım gibi unutarak değil, aksine yavaş yavaş hatırlayarak kendimi.
Sevdiğim şeyleri önce. Uzun yürüyüşlerimi, aklıma esenin peşine gidişlerimi, bazı yolların tam ortasından dönüşlerimi. Nerede kaldığımı düşünüyorum. Aklımı/ilhamımı/öfkemi/sevincimi/heyecanımı ama en çok da zamanımı… Kullanmaya kullanmaya hepsini körelttiğimi fark ediyorum. Öfkem temkinli, sevincim tam dozunda, heyecanım o kadar yapay ki giymek bile istemiyorum onu üzerime. Kararında olmak küçük geliyor belki de üzerime, daralıyorum.
Geçiyor zaman, büyüyor bebeğim. Hiç geçmeyecek gibi gelen o upuzun geceler yine bitmiyor ama kısalıyor sanki. İnsan her şeye nasıl da alışıyor. Dışarı çıkmaya karar veriyorum. Bir yolunu bulurum nasılsa diyorum. Doğumdan sonra bırakmak zorunda kaldığım işimi, yarım kalan tezimi, yarım kalan başka bir sürü şeyi daha evde bırakıp dışarı çıkmaya karar veriyorum. İşte tam da o sırada pandemi başlıyor. Evde kal çağrıları yapılıyor. Hiç yadırgamadan evde kalıyorum. Çünkü alışkınım. Başlıyor döngü yine. Evde o kadar uzun süre kalıyorum ki sonunda evin kendisi oluyorum.
Ve işte bu haftasonu, dünya zamanıyla dört yıl kadar sonra, önce evi, sonra kendimi ikna etmem gerekiyor dışarı çıkabileceğime. Ya da önce kendimi mi demeliyim? Hangimiz nerede başlıyor, nerede bitiyoruz öyle belirsiz ki artık… Ben evin içindeyim, ev benim dışarısızlığım. Ama bir cesaret çıkıyorum evden ve kendimi etkinlik salonunda bulunca gözlerim doluyor.
Dışarıda hayat nasıl da devam etmiş. Milim milim eksilen ne varsa hepsini birden hatırlamaya başlıyorum sanki.
Uzun zamandır görmediğim arkadaşım Bahar Kılınç’ı sahnede görüyorum. Etkinliğin moderatörü olarak önce o söz alıyor ve etkinliğin akışını sunuyor. Bahar’ın heyecanı tüm salona yayılıyor. İlk konuşmacı Birgül Oğuz edebiyattan bahsediyor. Tolstoy’un Anna Karenina için uygun bulduğu sonu hayalgücü üzerinden sorguluyor. Anna Karenina için yazılacak muhtelif sonlara dair kapılar açıyor söyledikleri. Anna Karenina’nın sonu ile Tante Rosa’nın sonsuz yeniden başlamalarının uzun zaman aklımda kalacağını daha dinlerken anlıyorum.
Ardından, sinemayla söze giriyor Canan Balan. Kadınların sinemada üretim değil de tüketim tarafına yerleştirilmelerinden yola çıkarak kadın seyirci prototipine dair örnekler veriyor. Peyami Safa’nın Sözde Kızlar’da çizdiği kadın seyirci imajında salonda gülüşmeler…
Ama bana ne oluyorsa Ahu Öztürk’ün konuşmasında oluyor. Konuşmak yerine okuyacağım diyor ve okumaya başlıyor. Sesinde beni olduğum yere çivileyen bir şey var. Kendisiyle başlıyor, annesine ve anneannesine veriyor sesini. Ahu o yazısıyla bana bir şey yapıyor. Toplamadığı saçları, acısını dindiremediği yanağı, baş edemediği yazmak utancıyla Ahu, aynaya baktığımda gördüğüm ve o zamandan bu yana parçalarını birleştirmek için ne kadar uğraşsam da başaramadığım sonsuz hüzünlü kadını getiriyor karşıma. Yazmak ve utançla ilgili ne varsa söylediği, içimde hem bir ağırlık bırakıyor hem de beni pırıl pırıl aydınlatıyor.
Yalnız değilim, diyorum. Zaten yalnız değilmişim ki, diyorum. Ahu’nun konuşması şu sözlerle bitiyor: “Belli belirsiz hissedeceğimi bildiğim utancın içinden geçerek bu yazıyı okuyorum şu an. Karşımda, siz okuyan, yazan, seven kadınlarla birbirimizin gözlerine utanmadan bakalım, yazılarımızı birbirimize okuyalım istiyorum… Biliyorum anneanneler, anneler yazdıklarımızda hayaletler gibi dolaşıyor, hem onların devamıyız hem içlerinden geçip gittik çoktan… Birbirimizi utandırdığımız ve delirttiğimiz o zamanlardan, varacağımız sakin bir yer öğrendim sanki… Mükemmel olmaya çalışmadan, kusura hürmet ederek yazmak, utancı, yazma cesaretine dönüştürüyor…” Ağlayarak alkışlıyorum. Ahu’nun konuşması bitiyor ama benim zihnimdeki sesi eve dönüş yolunda da susmuyor, gece uyurken de, sonraki birkaç gün boyunca da…
Sonrasında Seçil Epik ve Dılşa Ritsa Eşli, yayıncılık dünyası için nasıl cesur bir girişimde bulunduklarını, sürecin tüm zorluklarıyla birlikte paylaşıyorlar. Umami Kitap’ın kurulmasını ve bir kitabın matbaadan okura ulaşana kadarki o çok basamaklı işleyişini anlatırken ajans-yayınevi, editör-çevirmen, okur-yayınevi, piyasa-yayınevi gibi pek çok ilişkilenme biçimi geçiyor gözlerimizin önünden.
Evrim Hikmet Öğüt etkinliğin son konuşmacısı. Söz müzikte şimdi. Konservatuvar bölümlerindeki konservatif tutumların yerleşikliğinden bahsediyor Evrim. Ortaokul öğrenciliği yıllarından etnomüzikolog yıllarına uzanan bir zaman tüneli kuruyor ve tıpkı kendisinden önce söz alan kadınlar gibi o da alanından tutkuyla bahsediyor. Bizi de ortak ediyor çıktığı yolculuğa, düştüğü yollara.
O salonda, hayata ve uğraşlarına karşı bu tutkularıyla, ilham verici başarılarla söz alan tüm o kadınlardan aldığım cesaretle düşünmeye başlıyorum. O kadar da körelmiş sayılmam diyorum kendi kendime. Çünkü tam da köreldiğim yerden kendimi açmamın mümkün olduğunu hatırlatıyorlar bana.
Bu hafta sonu karşıma çıkmayan tüm engellere ve o salonda karşıma çıkan tüm kadınlara minnettarım.
*5harfliler’in 20 Mart’ta WOW İstanbul’la işbirliği içerisinde düzenlediği 5Harfli Sesler etkinliği. Etkinliğin video kaydı ilerleyen haftalarda WOW İstanbul tarafından da paylaşılacaktır. (editörün notu)
Ana görsel: L’une chante l’autre pas (Agnes Varda, 1977) filminden bir kare.