David Brooks tarafından kaleme alınmış aşağıdaki yazıyı The New York Times‘ın pazar ekinden -kafe gazetenin yırtılma seslerine boğulmasın diye sistematik öksürükler eşliğinde- yürütüp elimden geldiğince tercüme ettim:
Deneysel bir çağda yaşıyoruz. Biyolog ve fizikçiler en etkileyici zihinsel başarılara imza attılar ve bu alanlar kendilerine özgü bir güvenilirlik modelinin temellerini oluşturdular. Bir otoriteye sahip olmak istiyorsanız, serin ve bilimsel olmanız gerekiyor, gizemli bir teknik uzmanlığınız olmalı. Ayrıca zihninizin karmaşık ve ölçülebilir bilgileri işleyebilen, tarafsız bir cihaz haline gelmesi de lazım.
Beşeri ilimler alanında çalışan insanlar da bu otorite modelini minik adımlarla takip etmeye çalıştılar. Mesela Amerikan Psikiyatri Birliği DSM’in (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı) beşinci edisyonunu çıkardı. Bilim dalının en sık kullanılan el kitabı bu. Bu kitap bilinen akıl hastalıklarını tanımlıyor, sabit standartlar yaratıyor ki sigorta şirketleri çeşitli teşhisleri ve hastalıkları iyileştirmek için verilen ilaçları tanıyabilsinler.
Bu el kitabının yeni versiyonları etkileyici bir bilimsel hava taşıyor, akıl hastalıklarına karaciğer veya kalp hastalığıymış gibi yaklaşıyor. İnsana şöyle bir izlenim veriyorlar: Psikiyatristinize gitmelisiniz çünkü kendisinin problemlerinizi çözmeye yardım edecek geniş bir teknik bilgi birikimi var. Ciddi bir tarafsızlık görünümüyle yarattıkları intiba da şu: Psikiyatristler sistematik biçimde insanları değil, semptomları tedavi ediyorlar.
Sorun şu ki psikiyatri gibi davranışsal bilimler tam olarak bilim değil, yarıbilimler. Açıklamaya gayret ettikleri temel gerçeklik, güneş sisteminin temelini oluşturan gerçeklik kadar belirli ve düzenli değil. El kitabını eleştirenlerin de söylediği gibi psikiyatristler “akıl hastalığı” veya “normal davranış” gibi terimler kullansa da bu kavramların tam olarak ne olduğu üzerine bir mutabakat yok. Psikiyatristlerin çeşitli hastalıkları anlatmak için sık sık kullandıkları tanımlara baktığımızda gerçek bir bilimsel analiz sınavından geçemeyecek “aşırı” ya da “huzursuz” gibi tabirler görüyoruz.
Akıl hastalıkları bir karaciğer hastalığının vücut, dokular ve hücrelerin patolojisi bağlamında anlaşıldığı biçimde anlaşılmıyor. Araştırmacılar pek az akıl hastalığının temelindeki yapıyı çözebilmiş haldeler. Psikiyatristlerin hastalık adını verdikleri şey genelde semptomlar grubundan oluşan bir etiket. Ünlü psikiyatrist Allen Frances’in Normali Kurtarmak adındaki kitabında yazdığı gibi, “şizofreni” gibi bir kelime bir hastalıktan ziyade faydalı bir kurgu, “bir psikiyatrik problemler grubunun altında yatan sebeplerin açıklaması değil, daha ziyade tanımı.”
Dahası, psikiyatrik olgular değişken doğalarıyla meşhurlar. İlaçlar bir süre işe yarıyorlar ama sonra etkilerini kaybediyorlar. İnsan zihni düzensiz bir evren olduğundan, psikiyatri fizik ve biyolojide görülen hızlı gelişmeyi kaydedemiyor. Bu senenin başında Amerikan Psikoloji Birliği’nin eski başkanlarından Martin Seligman The Washington Post‘a şöyle yazmıştı: “Milyarlarca dolar harcanmasına rağmen görüyorum ki ilaç ve terapi bugünün hastalarına 25 sene öncesine göre sadece birazcık daha fazla yardımcı olabiliyor.”
Bu kadar laf akıl sağlığı alanında çalışanları lanetlemek için filan değil tabii ki. Tam tersi, bu insanlar acının en elle tutulmaz biçimine merhem oluyorlar, üstelik karşılarındaki problemlerin karmaşıklığı ve değişkenliğine rağmen. Sadece dilerdim ki kendilerini tam da oldukları gibi göstersinler. Psikiyatristler bilimin kahramanları değil, belirsizliğin kahramanları: Bilgiyi doğaçlama ve sanatçılıkla karıştırıp insanların hayatlarını daha iyi hale getiriyorlar.
Psikiyatri alanı pratikte teoride olduğundan çok daha başarılı. En iyi psikiyatristler el kitabına uyup ciddi bir teknik bilgiyi konuşturanlar değil, teknik bilgiyi kişisel tecrübeyle birleştirenler. Bilimsel bir güçle değil yaratıcı bir bakış açısıyla ve atak bir tavırla adapte olabilen insanlar. Alanındaki en iyi psikiyatristler ortaya tedavileri aynılaştıran soyut kurallar atmıyorlar. Bunun yerine önlerindeki eşi benzeri olmayan insanın hayatındaki şartlara keskin bir dikkat göstererek tekrarlayan davranışlar hakkında farkındalık yaratıyorlar. En önemlisi, hastalık hastalarının endişelerini ilaçla dindirmek için devamlı yeni hastalık uydurup durmuyorlar.
Psikiyatri el kitabının yazarları yeni bir hastalık uydurmak istiyorlarsa adını “Fizik Kıskançlığı” koymalılar. Pozitif bilimlere daha çok benzeme isteği ekonomi, eğitim, siyasal bilimler, psikiyatri ve benzeri davranış bilimlerini çarpıttı. Saydığım meslekleri yapan kişiler sahip olabileceklerinden çok daha fazla bilgiye sahipmiş gibi davranmak zorunda kaldılar, bu da aslında bu alanlara daha çok uyan melez bir düşünce tarzının değersizleşmesine sebep oldu. Bu melez düşünce tarzı da bir ayağı bilim dünyasında, bir ayağı ise beşeri ilimlerde olan, insan davranışına karşı geniş bir görüş alanı sağlayan bir bakış açısı.
Hipokrat zamanında “Bir insanın hangi hastalığa yakalandığından ziyade, hasta olanın ne tür bir insan olduğu önemli,” demişti. Davranış bilimleri ve politika geliştirmede bu gözlem kesinlikle doğru olsa da, bu günlerde sık sık görmezden geliniyor.
(Görsel: Howard Finster)