Kadın plajlarında neler oluyor? Zeynep Merve Uygun'la söyleştik.

KÜLTÜR

Belgeselci Gözüyle Helal Tatil ve Kadın Plajları

Sevgili 5Harfliler,
Hayatımın ilk röportajını canım arkadaşım Zeynep Merve Uygun ile sizler için yapmak varmış kısmette. Ne mutlu bana. İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi “Disiplinler Ötesi Belgesel Film” Bölümü’nde doktorasını tamamlamak üzere olan Zeynep Merve kadın plajları üzerine çalışıyor. Doktora tezinin bir parçası olan deneysel belgesel filmi “Zigzag” bu seneki 17. İf İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde “Türkiye’den Kısalar/ Olağanüstü Hatıralar” seçkisinde gösterildi. Bu vesilesiyle onunla sinemacı gözüyle kadınların deniz tutkusu, bu tutku için verdikleri mücadele ve geliştirdikleri taktikler, geçmişten günümüze kadın plajlarının Türkiye ile birlikte geçirdiği dönüşümler ve sinemada alternatif temsil biçimleri üzerine keyifle (ve uzun uzadıya) söyleştik.

 

Bu konuya nasıl merak sardın? Var mı bir hikayesi?

 

2010 yılında uluslararası bir belgesel projesine katılmıştım. Trenlerle seyahat ederek yaklaşık 10-12 ülkede belgesel çekiyorduk. Bu proje sırasında Sırbistan’da sınırdışı edildim. Türkiye’ye döndüğümde bu olay üzerine animasyon bir belgesel yaptım. Filmi de o dönem yaptığım sinema yüksek lisansın bitirme tezinin bir parçası olarak verdim. İşte o sıralarda ülkeler arasındaki çeşitli sınır ve vize yaptırımları ya da vatandaşlık biçimleri gibi konular üzerine okuma ve düşünme fırsatım oldu. İşin daha teorik ve kavramsal kısımlarına bakmaya başladığımda aslında Türkiye’de özellikle kadınlar için çok fazla görünmez sınır olduğunu fark ettim. Özellikle kamusal alan özel/kişisel alan ayrımlarında trajikomik diyebileceğimiz pek çok olayla karşılaşıyoruz. O dönem Şehir Üniversitesi’nde birlikte çalıştığımız Ebru Kayaalp hocanın da inanılmaz katkısı oldu projenin şekillenmesinde. Helal tatil ve kadın plajları meselesine nasıl geldin dersen, olaylar şöyle gelişti: 2000 yılında bir tanıdığımızın vasıtasıyla Türkiye’nin ilk büyük helal tatil kasabası Esenköy’e gitme şansım olmuştu.

 

Neresi orası? Helal tatil köyü mü?

 

Tatil köyü değil. Şöyle söyleyeyim: Yalova- Çınarcık’a bağlı gerçek bir balıkçı köyü aslında. Özelliği ise helal turizm pratiklerinin görüldüğü ilk mekan olması.

 

Anladım. Peki 2000 yılında ilk gittiğinde nasıl bir yer ile karşılaşmıştın?

 

Kadınlar oradan bahsederken cennet tasvirleri kullanıyorlardı. İlk gittiğimde açıkçası çok büyük hayal kırıklığına uğradım. Kayalık, bulanık bir deniz ve mahşeri bir kalabalık vardı. Kadınlar havlu sermek için tartışıyorlardı. Ama bir taraftan çok da keyiflilerdi. Sanıyorum 28 Şubat’ın hemen ertesi idi. Biz oraya gittiğimizde jandarma irticai faaliyet yapılıyor gerekçesiyle basmıştı plajı. O yıl duyduğum kadarıyla birkaç kez plaj yıkılmış. Fakat şu iki şeyi çok iyi anlamıştım. Birincisi, oraya giden kadınlarda inanılmaz bir deniz tutkusu vardı. İkincisi, bu kadınların önüne konulan sınırların hiçbir önemi yoktu. Sınırlılıklar içerisinden nasıl kıyıdan, köşeden kurtulup kendilerine alternatif mekanlar üretmeye çalıştıklarını görmek müthiş bir şeydi. Yani mesela, birisi plajı mı yıktı? Hiç sorun değil. Ertesi gün hemen gerilla taktiğiyle gizli bir köşe yeni bir plaja çevriliveriyordu. Genciyle yaşlısıyla, kayalıklar üzerinde 40 derece sıcağın altında, elinde şişirilmiş rengarenk kolluklarla, simitlerle, poğaça ve seccadeleriyle yeni maceralara atılan bu kadın hareketi çok ilgimi çekti ve aslında tüm proje bu fotoğraf karesi üzerinden tasarlandı.

 

Daha sonra konuyu biraz daha kavramsallaştırarak Türkiye’de mekan ve bedenin nasıl bir etkileşim içinde olduğunu, birbirini nasıl dönüştürdüğünü Osmanlı’dan günümüze tatil kavramı üzerinden incelemeye karar verdim. Yani projenin teorik tarafı böyleydi en azından.

 

 

Biraz bahseder misin bu tarihsel arka plandan?

 

Osmanlı’da denizle olan ilişkiye baktım öncelikle. Divan edebiyatında deniz temasının metafor ya da sembol olarak çokça kullanıldığını görüyoruz. Hatta daha da geriye gittiğimizde yüzmek peygamberin de tavsiye ettiği bir şey. Ancak Osmanlı’da denize girmekle ilgili çok fazla kaynak yok. Bunun niçin böyle olduğunu çok merak ettim. Sonra Evliya Çelebi’nin Seyahatnamelerinde “deniz hamamları” diye bir olgudan bahsettiğini gördüm. Bu deniz hamamları aslında günümüzdeki helal tatil modelinin, nasıl diyeyim, prematüre bir prototipi gibi duruyor orada. Denizin içerisinde, yüzme denilemez belki ama, insanların banyo yaptığı, kadınlar ve erkekler için ayrı inşa edilen, üstü ve yanları tamamen kapalı, sadece altı açık ahşaptan bir yapı. Üzerine nizannamelerin yazıldığı bir yapı. Mesela, kadın ve erkek hamamı arasında en az 100 metre olacak, asla içki içilmeyecek, peştemal tarzı giysiler giyilecek şeklinde belli kuralları var. Ve 1800’lü yılların sonuna gelindiğinde 62 tane deniz hamamı var İstanbul’da.

 

Aslında Osmanlı’da her zaman için deniz ile haşır neşir olunduğunu görüyoruz buradan. Fakat bunun çok fazla görselliğe yansıtılmadığını da görüyoruz. O dönemde yazılmış iki üç tane romana denk geldim. Bunlar da sadece gayrimüslimlerin işlettiği ya da sadece gayrimüslim kadınların gittiği deniz hamamlarını konu alan romanlardı. Örneğin, Mehmet Celal Venüs romanında şuna yakın bir şey diyordu: “Kusura bakmayın, baş karakterim deniz hamamına giden bir kadın ama ben zaten müslüman birinin hikayesini anlatmadığım için bunda bir sakınca yoktur herhalde.” Oradan şeyi anlıyoruz aslında, bayağı bir şey sansürlenmiş denize girmekle ilgili hikayelerde. Şöyle şeyler de çıkıyor karşımıza: Bolşevik ihtilalinden kaçan Rus kadınların ve işgal zamanı İstanbul’a gelen İngiliz askerlerin yolları boğaz kıyılarında kesişiyor. Onların kadınlı erkekli denize girdiklerini görüp evlerini bile taşıyanlar var. Bunu bir ahlaksızlık olarak görüyorlar ve çocuklarımızın ahlakını bozuyor diye terk ediyorlar orayı. Ama, bir taraftan da çok büyük bir merak var. İnsanlar bir tepeden gidip izliyorlar denize girenleri.

 

Sen epey bir araştırma yapmışsın tarihçi gibi?

 

Yaptım yaptım. Çünkü bence deniz hamamları meselesi ile helal tatil mekanları çok benzeşiyor. Şu anda Türkiye’de neo-Osmanlı bir dönüşümden bahsediliyor, bu benzerlik o açıdan da önemli.

 

Günümüzdeki kadın plajlarının ortaya çıktığı döneme nasıl geliyoruz peki?

 

Aradaki dönemi hızlıca şöyle anlatabilirim. Atatürk’ün ön ayak olmasıyla deniz hamamlarının çoğu yıkılıyor, kalanlar da karışık plaja çevriliyor. 43 gün gibi çok kısa bir sürede Florya’da bir deniz köşkü inşa ediliyor. Burası kuş uçmaz kervan geçmez bir yer iken toplu taşıma seferleri konuluyor. “Atamız nasıl yüzüyor?”u görmek için turlar düzenleniyor. Atatürk halkla birlikte denize giriyor. Yani özetle, insanların lugatına yüzmek, artık şifa veren zorunlu bir eylemden ziyade Avrupai bir hobi olarak giriyor. Bu aslında Cumhuriyet’in sağlık, gençlik ve vatandaşlık söylemleriyle eşzamanlı giden bir süreç. Zamanla İstanbul’un içinde çok fazla karma plaj açılıyor, daha sonra özellikle de serbest piyasa ekonomisiyle yavaş yavaş yazlık evler, devremülkler, tatil siteleri yapılmaya başlıyor, insanlar güneye iniyorlar.

 

Burada aklımıza şu soru geliyor, peki bu sırada dindar diyebileceğimiz insanlar ne yapıyorlar? Başlarda yapabilecekleri çok şey yok aslında. Ama onlar da yavaş yavaş alternatif alanlar açmaya çalışıyorlar kendilerine. Daha az göz önünde olan, daha kayalık yani daha az tatil destinasyonu denilebilecek yerler buluyorlar. İlk olarak Yalova’nın yakınındaki Esenköy keşfediliyor 60’lı yıllarda. İlk kadın erkek için ayrı plaj girişimi orada başlıyor. 70’lerde, 80’lerde biraz daha tanınmaya başlıyor. 90’lı yıllarda Turyol ve sonrasında İDO seferlerinin konmasıyla artık Esenköy helal tatil destinasyonu diyebileceğimiz bir yere dönüşüyor. Bugün sadece Esenköy’de dört tane kadın plajı var. Bu plajlar günde ortalama 5 bin kadın ağırlıyor. Kışın 3 bin olan köy nüfusu, yazın 70 bine çıkıyor. Bu sadece Esenköy´de olan durum. Bununla birlikte, artık Çeşme’de, Didim´de, Antalya’da ve genel olarak Ege ve Akdeniz’de yaklaşık 80 tane helal ya da İslami diyebileceğimiz tatil köyü, toplamda da 250 tane İslami tatil kuruluşu hizmet veriyor. Bununla birlikte, belediyeler her kesimden kadına kucak açan tesisleri kuruyorlar. Fakat bu “her kesimden” tanımı biraz muallak aslında. Ben tezimde hem İslami halk plajlarını tercih eden, hem 5 yıldızlı helal otellere giden, hem de bunun dışında kalmayı tercih eden kadınlara baktım. Ama ben hem tez çalışmamda hem de yaptığım filmlerde kendilerine sunulan seçenekler dışında hareket etmeye çalışan kadınlarla ilgilendim daha çok.

 

Peki şu anki durumda bu kadınlar için halk plajı ve 5 yıldızlı otel gibi iki kutuplu bir seçenek mi var sadece?

 

Pek kutup diyemeyiz aslında çünkü kadınlar kendilerine alternatif üretmekte çok yetenekli. Yani iki tanecik kutup yok, bir sürü alternatif kuytu köşe var. Ama şöyle bir şey söyleyebilirim. 5 yıldızlı otellerde dayatılan yüksek bir fiyat tarifesi var. Bu yüzden insanlar kışın rezervasyon yaptırmak için sıraya giriyor. Mesela sen orta gelirli bir insan olarak eğer Nisan’a kaldıysan yandın çünkü bu durumda tüm yıl bu tatilin kredisini ödeyeceksin. Fakat, buraları tercih etmeyen kadınlar için de durum pek parlak değil. Mesela ben Sarıyer’de yaşıyorum, oradaki kadın halk plajı diyebileceğimiz yere gidip gözlem yapma fırsatım oldu. Mesela orada da, havlunu serebileceğin yer bulmak çok zor. Çünkü talep çok fazla. Ben Sarıyer’de oturmuyorken o plaja gitmiştim, o gün oradan İstanbul’un içerisine, Fatih’e dönüşümüz sahil yolunu takip ettiğimizde yaklaşık 7 saat sürmüştü. Yani araba yolculuğumuz 7 saat sürmüştü. Çünkü mahşeri bir kalabalık çıkıyor plajdan. Ve başka gidebilecekleri yer yok İstanbul’da. Bunun dışındaki tek seçenek ise haşemayla denize girmek. Ve haşemayı benim yaptığım röportajlarda seven sadece, yani haşema giymekten memnunum diyen sadece bir kadın vardı. O da hayatında hiçbir zaman bikini ya da mayo giymenin nasıl hissettireceğini bilmeyen bir kadındı.

 

Filmine dönersek, bu karakteri neden seçtin?

 

Şöyle aslında. Ben film yapmak istediğimde, fon bulma noktasında çok zorlandım. Bunu senin sorundan bağımsız olarak eklemek istiyorum çünkü gerçekten özellikle Türkiye’de kısa film yapmak çok çok zor. Bu proje başvurduğum hiçbir yerden kabul almadı. Fakat doktora projem olarak hocaların bayıla bayıla kabul ettiği bir çalışmaydı. Aslında o taraftan (yurtdışında) kabul gören bir şey, lokalde kabul görmedi. Ve olayın da geçtiği yer burası. Bu filmi yapabilmek için tek bir şey vardı benim için, motivasyonumun çok yüksek olması gerekiyordu. Bunun için de filmini yaptığım kadın karakteri ve hikayeyi çok çok sevmem gerekiyordu. Görüştüğüm 30 tane kadından bir tanesinin hikayesini dinlediğimde “işte bu kadının hikayesini filmleştirebilirim” dedim.

 

Neden onun hikayesi peki?

 

Çünkü bu kadın başörtülü ve akademisyen ve yazar ve Feminist ve dindar ve Kürt. Yani bir sürü anlamda öteki. Ve çok özgür ruhlu birisi. Ve denize aşık bir kadın. O kadının denize olan tutkusuna hayran oldum. Bu arada denize tutku duyan başörtülü kadın sayısının çok çok fazla olduğunu da söyleyebilirim. Deniz ile ilgili tanım yapmalarını istediğimde 30 kadından 30’unun anahtar kelimelerinden biri tutkuydu. Bu kadın da bu tutkunun vücut bulmuş hali gibiydi. Ayrıca onun tam anlamıyla inatçı bir keçi olması yani kafasına koyduğunu mutlaka yapan aktivist tarafı çok etkiledi beni. Hepsinin de ötesinde tüm maceralarından sükunetini ve mütevaziliğini koruyarak bahsetmesi de ayrı bir çekim alanı oldu.

 

Yüzme konusunda nasıl bir inatçı keçiliği olmuş, neler yapmış anlatır mısın biraz?

 

Yüzme konusunda kendisine dayatılan seçeneklere karşı çıkmış. Belediyelerin, özel işletmelerin kendine sunduğu yerlerde “hayır, ben gidip o plajda beton döktüğünüz saçma kara parçasına oturup bir kucak para dökmeyeceğim” diyor. Haklı. Çünkü orada bir sahilden bahsedemeyiz. Diğer tarafta, verilen hizmet çok pahalı. 5 yıldızlı otelleri de, hayattaki duruşu ve inancı gereği tercih etmiyor Ama haşemayı da istemiyor çünkü “denizin tenime değişini hissetmek istiyorum” diyor.

 

Filminde o bana çok çarpıcı gelmişti. Tanımlaması çok duyusal, çok tensel bir şey. Çok güzel tasvir edilmiş filmde de. Haşemanın o tenselliğe nasıl engel olduğunu farkediyoruz. Mahremiyet ihtiyacıyla o tensellik arasındaki bariyere dönüşüyor gibi.

 

Kesinlikle öyle. Denizi koklamak, denize dokunmak. Bu tür duyusal tanımlamaları çok kullandığı için beni de çok etkiledi hikayesi.

 

Sınıfsallık açısından tüm kadınlar açısından mı bu böyle? Herkes için deniz tutku mu? Konuştuğun kadınlarda sınıfsal farklar var mı bu açıdan?

 

Hayatı boyunca denizin yanında yaşamış babası ve kocası denizci olan, fakat maddi imkanlarının uygun olmamasından dolayı hayatında tatile hiç gidememiş bir kadından tut da, babasının özel gemisi olan, arkadaşlarının özel yatıyla denize açılan kadına kadar geniş bir yelpazeden bahsedebiliriz araştırmada. Ortak noktaları, denizle kurdukları güçlü bağ idi. Bunun sınıfsallıkla alakası yok. Düşündüğün zaman, bir sürü kültürde deniz çok önemli zaten. Deniz gibi bir şeyin yani rahmin içinden doğuyorsun. Deniz doğumu kolaylaştırıyor. Bazı kabilelerde hala denizde doğum yapılıyor. Modern tıpta da suda doğum var işte. Bu sadece doğumu kolaylaştırdığı için değil felsefi olarak da suyun çok fazla anlamı var. Tapınaklarda, ibadet yerlerinde, müslümanların 5 vakit abdest almasında, Roma çeşmelerinde, farklı kültürlerdeki terapilerde bu önemi görmek mümkün. Şİmdi bunu okuyanlar “E tamam su ve deniz zaten önemli, bu yeni bir bilgi değil” diyebilir. Doğru. Ama benim dikkat çekmek istediğim şey şuydu. Çevremde çok fazla insan “Ay ne var canım, başlarını örtüyorlarsa denize girmeyiversinler” cümlesini çok kolay sarf edebiliyor. Başkasının da bir şeyi en az onun kadar sevebileceğini hesaba katmıyor.

 

Bu kadınların hepsi kadın plajlarına gidiyor. Peki bu kadınlar için deniz tutkusunun dışında bu plajlar ne tür anlam ve deneyimleri ifade ediyor? Sosyalleşme gibi boyutları var mı?

 

Güneş çok önemli. Özelikle belli bir yaştan sonra kemik erimesi ihtimali yükseliyor ve kadınlar yüzme tutkusundan sonra en çok güneşlenmek için geliyorlar. Ve tabi ki sosyalleşmek için. Bu arada şunu da eklemek istiyorum. Filmimdeki kadının hikayesini bir tarafa koyuyorum. Bir tarafta da, hiç haksızlık etmek istemiyorum, bana kapısını açan plajlardaki kadınlar da ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan kadınlar da oldu. Yanında 25 kişi çalıştıran ve orayı her gün sabahtan geceye kadar güzelleştirmeye çalışan bir kadın vardı mesela. Hayatını kurduğu plaja adamıştı ve sık sık “Ben burada kadınların özgür olduğu bir cumhuriyet kurmak istiyorum” diyordu.


Plaj işletmecisi mi bu kadın?

 

Evet. Kadınlar sabah oraya geliyor. Kimisi hemen denize atlıyor. Kimisi ev işlerinden bir günlük azade olmanın keyfini dinlenerek çıkarıyor. Kimisi günde yedi tane bikini değiştirip etrafta dolaşmayı seviyor. Konuştuğum kadınların bazılarında öyle de bir şey vardı mesela “Ben haşemayla denize girmek istemiyorum. Çünkü vücudumun güzel olduğunu düşünüyorum ve bunu an azından kadınlar arasında saklamak istemiyorum. Benden bahsetmeleri hoşuma gidiyor.” gibi. Kimi kadın da mesela kayınvalidesinden sigara içtiğini saklıyor, gelip orada sigara içiyor. Diğer tarafta, oyun pisti var, Anadolu Ateşi gibi. Türkiye’nin her yöresinden müzikler çalınıyor. Halay da çekiliyor, horon tepiliyor, arkasından roman havası oynanıyor. Arkasından Demet Akalın, Serdar Ortaç vs. çalıyor. Zıpzıp denilen bir şey var mesela. 100 kiloya kadar kaldırıyor kadınları. Kadınlar yüzmedikleri zaman gidip orada çılgınlar gibi zıplıyorlar. 60 yaşında teyzenin orada zıpzıpta eğlendiğini görüyorsun. Çocuklar gibi şen. Orada aslında kendini erkek bakışından uzak ve özgürleşmiş hissediyor. Orada kimse kimseyi yargılamıyor. Yargılansa da pek kulak asılmıyor. Sadece iç çamaşırıyla gelmek yasak. Fotoğraf çekmek yasak ve film çekmek yasak. Ki benim de tezimin tüm çıkmazı burada başlıyor zaten.

 

Nedir o çıkmaz?

 

Çünkü gösterilemeyen bir şeyi görselleştirmem gerekiyor. Bu benim doktoramın bir parçası. Yani uygulamalı doktora yaptığım için yazdığım tez yanında bir de film serisi sunmam gerekiyor. Kamerayı açtığım zaman, tabi ki de kadınların haklarına, inançlarına ve tüm duruşlarına saygı göstererek bunu yapıyorum. O yüzden de zaten yapamıyorum belgesel çünkü bedeni o şekilde göstermem mümkün değil. Çünkü ben kadın da olsam, kameram erkek. Kamera bir erkek gözü olarak o plaja girmiş oluyor. Ben normalde gidip o kadınlarla sohbet ediyorum, birlikte denize giriyoruz, güneşleniyoruz, dans ediyoruz. Ama kamerayla gittiğim zaman oranın kapısından bile içeri adım atmam mümkün değil. Bu da çok anlaşılabilir bir şey tabi.

 

Kamerayla plaja giremiyorsun ama film çekmek istiyorsun. Bu çıkmazı aşmak için sen ne yaptın?

 

Ben hiçbir zaman bunu gizli yapmadım. Gizli yapmamanın hem avantajı oldu hem de dezavantajı. Gidip plaj sahibiyle konuştuğum zaman çok çok mutlu oldular. Bu tür imkanların duyulmasını istediklerini söylediler değişik plajlarda. Bir plajla anlaştıktan sonra zaten diğerlerine gidip “şu plajdakiler beni kabul ettiler, izin verdiler, siz ne dersiniz?” dediğinde ilginç bir şekilde “aa buyurun” diyorlar. Bir tanesinde mesela yağmur yağdığı bir gün, kimsenin olmadığından emin olduğumuzda boş plajı çektik. Fakat o da filmi yapabilmem için bir çözüm olmadı çünkü sonradan izlediğimde benim için hiçbir şey ifade etmedi. Bomboş şezlonglar ve havanın kapalı olduğu saçma bir video yani. Sadece böyle bir deniz kenarı videosu ki hava da güzel olmadığı için hiçbir albenisi yok. Şeyi farkettim, aslında ben o videoyu çekerken kafamda seslerle doldurmuşum kadrajı. Aslında gördüğün hiçbir şey orada yok. Fakat ancak o şekilde çekim yapabiliyorsun. Ya da tüm kadınlar gittiğinde yani akşam 7’den sonra. Kovulduğum da oldu tabi. Plajın yaklaşık 50 metre ilerisine kameramı kurup giriş çıkışlardaki o renkliliği göstermeye çalışacaktım. Ellerinde şemsiyeler, simitler, börekler, çörekler vs. Tabi çekemedim.

 

Neredeyse her doktora öğrencisinin başına gelen klasik şey bana da oldu. İşte bu bizim görüntümüzü alıp Amerika’daki televizyon kanallarına satacakmış, bizi İngilizlere rezil edecekmiş diyenler. Özellikle kadınlardan çok fazla olmasa da kocaları, babaları, erkek kardeşleri, ve işletmecilerin kocası bunlar önümde çok büyük engel oldular. Beni itip kakıp, kamerayı kırmakla tehdit ettikleri vs durumlar da oldu. İşin en ilginç ve belki de acı tarafı da, birkaç tane ünlü diyebileceğimiz yönetmenle bunu konuştuğum zaman “ne var ki, ben olsam gizliden başımı örterim, alırım kamerayı da pardesümün altına, girerim gizliden içeriyi çekerim” dediler gayet rahat bir şekilde. Bu bakışı da çok sorunlu buluyorum. Bu da bence asla kabul edilebilir bir şey değil. Zaten bunu bir doktora tezinin parçası olarak yapamazsın.

 

Peki kamerayı ne kadar kullanabildin? Sonuçta film çekiyorsun sen. Gösterilemeyeni nasıl gösterebildin?

 

Bir kadının el, yüz ve ayakları dışındaki herhangi bir bölgesinin açık olduğu hiçbir görüntüyü almaya teşebbüs etmedim öncelikle. Kamerayı ya plaj kapalıyken ya da yağmurlu olduğu zamanlarda kullandım. Başka yönetmenler Türkiye’de ve dünyada alternatif anlatılar kullanarak neler yapmış onlara baktım. Çünkü bedenin gösterilememe konusu sadece müslüman kadınla ilgili bir durum değil. Örneğin insan ticaretinin, kadın ticaretinin, farklı göçmenlik hallerinin konu alındığı filmlere baktım. Soykırım belgesellerine baktım. Saklı gizli yapılmış katliamların, görmediğimiz, çok fazla bedenin yok edildiği, ortadan kaldırıldığı ama anlatılması gerektiği durumlarda insanlar neler kullanmışlar, onlara baktım. Burada karşımıza Waltz with Bashir (2008), -Beşir’le Vals olarak çevrildi Türkçe’ye- gibi filmler çıkıyor. Lübnan’da yapılan bir katliam üzerine bir belgesel yapılmış ve animasyon tekniğine başvurulmuş. The Missing Picture (2013) (Kayıp Resim) Kamboçya’daki soykırımı anlatan bir belgesel. Claymotion denilen kilden insan modelleri yapıp gerçek görüntüyle harmanlayıp kullandığı bir model. Bu tür filmleri inceledim.

 

 

Sen hangi teknikleri kullandın filmlerinde?

 

Mesela, bir tane filmimde cansız mankene haşema giydirerek ve gerçek bir anlatıdan alınan sesleri görüntü üzerine montajlayarak ilerledim. Serinin son filminin bir kısmında animasyon kullandım, bir kısımda gerçek görüntü, son kısımda da ebru tekniği kullandım. Bu filmde gerçek dünyadan kadının iç dünyasına doğru bir görsel yolculuk yapmamız gerekiyordu. Bu yüzden kadının sesinin ancak görsel materyal ile işitsel materyal arasındaki pergeli açarak yapabileceğimi düşündüm. Bu kadının hikayesi ile Ebru sanatının icra edilmesi arasında bir parallelik olduğunu keşfettim. Buradaki hikaye bir teslim olma hikayesi. Ebruzen de yaptığı işte renkleri tekneye döker, kaderine teslim olduğunu ve sadece beklediğini söylerler. Ebru sanatının İslami çağrışımları da var. Ebru sanatçıları renklerin su üzerinde şekillenmesini beklerken evrenin tekneye yansımasını izlediklerini söylüyorlar. Benim filmimin karakteri de deniz ve gökyüzü arasında bir yerde yani denizin ortasında mahsur kalıyor ve o sırada pek çok şey düşünüyor. Aynı ebruzenin düşündüğü gibi. Ebruzen suyun üzerine resim yapıyor. Bu filmde de hikayeyi suyun üstüne yazıyorsun aslında. İkisinin de suyla ilgili olması, ikisinin de İslami referanslarının benzeşmesi, ve sonunda teslim olma hikayesi olduğu için bu tekniği kullandım. Daha doğrusu ebru kısmında Hikmet Barutçugil’in ressam Reza Hemmatirad ile yaptıkları eserini kullandım.

 

Hani dedin ya, bu plajlarda tek tip bir dindar kadın yok. Peki dindar, muhafazakar kadınlar dışında bu plajlara giden kadınlar var mı? Ya da ne tür plajlara kimler gidiyor?

 

Açık ya da kapalı, genç ya da yaşlı vücudunu dini ya da fiziksel sebeplerden dolayı herkese göstermek istemeyen pek çok kadın tercih ediyor bu plajları. orada rahatlıkla güneş alabileceği sergileyebileceği bir yer olduğu için gidiyor. Kimisi mayo izi olsun istemiyor, üstsüz güneşlenmek istiyor. Bazısının başörtüsü olmuyor ama dindar bir kadın olduğu için başka plajları tercih etmek istemiyor. Bunun dışında kocaları ya da babaları izin vermediği için karma plajlara gitmeyen kadınlar var. Tüm bunların yanında plajın cümbüşünü seven ve orada sosyalleşmek isteyen kadınlar da var.

 

Yan yana nasıl oluyor peki bu kadar farklı kadın? Birbirini umursamadan mı orada zaman geçiriyorlar?

 

Hiç öyle olmuyor aslında. Herkes birbirini çok izliyor bir kere. Bundan kaçınmak mümkün değil. Filmde de bundan birazcık bahsetmeye çalıştım. Şimdi söyleyeceğim şeyi oryantalist bir yerden bakarak söylemiyorum kesinlikle ama bu kaçınılmaz bir şey. Bir kadın başörtülü ve pardesülü geldiğinde gerçekten ne giydiğini merak ediyorsun, çünkü görme şansın var biraz sonra. Durum böyle olunca da insanlar merak ediyorlar ve bakıyorlar birbirlerine.

 

Üstsüz güneşlenen bir kadındansa başörtülü kadın daha fazla mı ilgi çekiyor?

 

O da ilgi çekiyor. Platin saçlı ve neon renkli mayo giymiş kadının 5 dakika sonra çarşaf mı giyeceği yoksa büyük eşarp mı takacağı büyük merak konusu oluyor. Bir de şu var. Bir taraftan moda konuşulurken, bir taraftan da teyzenin biri bismillah deyip kalkıp namazına başlıyor. Konuşulan konuların yelpazesi acayip geniş. Dediğim gibi erkek bakışı ve baskısından uzak olduğu için, insanlar kişisel bakımlarından, işte sen lazere mi gidiyorsun, dip boyanı nerede yaptırıyorsun’dan yemek tariflerine ve cinselliğe kadar bir sürü konu konuşuyor. İnsanlar zaten grup grup oturuyor. Mesela Almancılar denilen gruptan çok fazla kadın geliyor. Almanya’da şöyle bir şey varmış: Yılın yarısı tatili nasıl geçireceklerini planlamakla yarısı da tatili nasıl geçirdiklerini anlatmakla geçermiş. 70’lerde Almanya’ya göç edenlerde böyle bir tatil anlayışı pek olamamış tabi ama onların çocukları ve torunları şimdi şöyle yapıyor: Almanya’da ya da gurbete gidilen diğer ülkelerde eskiden mark şimdi Euro olarak kazandıkları parayla gelip burada tatil yapmak onlar için çok ekonomik oluyor. Oraya döndüklerinde işte “Biz de şöyle yüzdük, şöyle güneşlendik” gibi tatil anılarını paylaşıyorlar ve aslında bir bakıma kendilerini Almanya’daki komşularıyla eşitliyorlar. Bir anı eşitliği sağlamaya çalışıyorlar. İşte bu yüzden Almancı nüfusu da çok yüksek oluyor kadın plajlarında.

 

Kadın plajlarının hepsi şu anda ticari yerler değil mi? Hepsi para verilip girilen ve belli işletmecilerin elinde olan yerler mi?

 

Aslında çok nadir de olsa referansla girilen plajlar da var. Onlara da gitme şansım oldu. Belli bir grubun (işyeri, memleket ortaklığı vs) zamanında ortaklaşa kurduğu küçük tatil siteleri mevcut. Bu tür yerlere günübirlik gitme şansınız olabiliyor ama kapıda “ben Burcu Mutlu’nun arkadaşıyım, onun selamıyla geldim” diyerek giriyorsunuz.

 

Para vermiyor musun?

 

Evet, bu tür referanslı plajlara para vermiyorsun. Ama dediğim gibi o sitede oturan bir tanıdığın varsa girebiliyorsun zaten.

 

Sitenin plajına misafirliğe gitmiş gibi mi oluyorsun yani?

 

Aynen öyle. Ama bunun dışındaki her plaja para veriyorun. Giriş parası, şezlong parası, şemsiye parası vs. Evet karma plajlarda da belli bir miktar ödeniyor ama sorun şu ki; kadın plajlarında görece vasat bir yerde ortalama bir hizmet alabilmek için çoğunlukla daha yüksek ücretler ödeniyor.

 

Aynı hizmeti, hatta daha kötü hizmeti alsa da daha fazla ödüyor.

 

Evet, daha fazla ödüyor. Tesettürlü giyimi tercih eden kadınların 10 liralık pantolona 70 lira vermek zorunda bırakılması gibi. Exclusive hizmet alıyormuş gibi bir tarife uygulanıyor.

 

Peki plajlarda kurallar var mı?

 

Kurallar var. İç çamaşırı ile ya da çırılçıplak denize girmek yasak. Karma plajlarda olduğu gibi. Buradaki ekstra kural, görüntü almanın yasak olması.

 

Erkek çocuğuyla anneler gelmek istediğinde sorun oluyor mu mesela?

 

8 yaşın üstündeki erkek çocuklar plaja alınmıyor. Ben “Peki çocuğun yaşını nasıl anlıyorsunuz?” diye sorduğumda kimlik istiyoruz dediler. Bu, kadın plajlarının en büyük sorunlarından biri aslında. Diyelim ki 9 yaşındaki bir çocuğunuz var. O yaşta bir çocuğu bir çocuğu evde yalnız bırakamazsınız. Ama plaja da sokamazsınız. Durum böyle olunca plaj girişinde her gün mutlaka bir tartışma yaşanıyor.

 

Bu işletmenin dayattığı bir kural mı? Yoksa diğer kadınların istemediği bir şey mi?

 

Her ikisi de aslında. Müşterilerin böyle bir hassasiyeti olduğu için işletme de dikkat etmek zorunda. Bunun dışında; denizden geçen teknelere yönelik kurallar var mesela. Plajın etrafında dubalar var ve tekneler o sınırlara yaklaşamıyor. Kadınlar da bedenlerini sadece orada açtıkları için ekstra dikkatli davranıyorlar ve çoğunda denizden geçen herkesin onları izlediğine dair bir korku da var. Mesela ben kadın plajının denizden nasıl göründüğünü merak ettiğim için bir tane küçük balıkçı motoru kiraladım ve o duba sınırını takip ederek denizden bakmak istedim kadın plajına. Oradan bakıldığında insanların tek tek ayırt edilemediği, jenerik bir kalabalık görüyorsun. Bedenler seçilmiyor kesinlikle. Zaten yakınlaşıldığı zaman sahil güvenlik uyarıyor. Ben motoru kullanan balıkçıya “Yakınlaşsak ne olur, ne yaparlar diye sorduğumda “ablacım sen deli misin, beni burada yaşatmazlar” dedi. “Kadınlar taşlar, terliklerini atar. Haşemasını giyip yüzerek teknenin ya da motorun yanına gelegelip uyaranlar olabiliyormuş. Zaten biz geçerken arkamızı dönüp geçiyoruz dedi balıkçılar. Bilmiyorum tabi ne kadar doğru.

 

 

Neo-Osmanlı ilgiden bahsettin ya. Kadın plajları sosyal ve ekonomik alanlar olduğu kadar siyasi alanlar da. Kadın plajları bir dönem çok haberlerde, gündemdeydi. Sence neden artık konuşulmuyor?

 

Olanaklar fazlalaşmış olabilir. Bunun dışında, yanlış anlaşılmak da istemiyorum ama, dışarıdan biraz daha ötelenebilecek bir meseleymiş gibi durabilir. Ülkenin gündeminde daha hayati konular varken kadın plajları biraz geride kalıyor olabilir. Bir de medya içerik üretenlerin çoğu erkek olduğu için, bu mesele gözardı ediliyor olabilir. Gelen haberlerden kadın plajlarıyla ilgili olanları filtreleyip daha fazla işlerine gelenleri ve erkek bakışıyla daha önemli gördükleri meseleleri öne çıkarıyor olabilirler. Ya da meselenin daha oryantalist tarafını ön plana çıkararak kadınların taleplerini gözardı ediyor olabilirler.

 

Ben filmi yaparken medya ve sinema sektöründe çalışan pek çok erkek tarafından önerilen şey yukarıda söylediğim gibi gizli çek ya da aman bununla ne uğraşıyorsun çok saçma bir konu, ya da bizim devletimiz zaten herkese her türlü imkanı sağlıyor oldu. Mesela, çok ünlü bir ebru sanatçısı bana: “Bak abicim bu meseleyle fazla uğraşma, gidip bizim şeyimizi yurtdışında rezil etme, bizim kadınlarımızın her şeyi var, ayrıca denize de girmeseler ne olur, ben bununla ilgili kalem oynatmam” dedi.

 

Türkiye’de günümüz siyasal ortamında hiçbir gazetede işte kadın plajları diye haberler de yapılmaz herhalde artık?

 

Yapılmaz. Gündem zaten daha acil, hayati mevzularla dolu olduğu için olabilir. Bir de, kadınlar buraların çok da bilinmesini istemiyorlar. O yüzden de haber yapılmasını engelliyorlar. Mesela bana şey diyorlardı. Burayı çok anlatmayın— Sana da Esenköy çok bilinen bir yer olduğu için söyledim, onun dışında hiç bir isim vermemeye çalıştım— “Burayı bilmesinler. bizim düzenimiz bozulur, huzurumuz kaçar. Zaten burayı çok zor oluşturduk. Bir şey olur, gelirler kapatırlar burayı. Ya da gelirler bizi gizli kameraya çekerler” diyorlar.

 

Hala bu korku var mı?

 

Tabi ki var.

 

Peki bunlar daha küçük, kenarda köşedeki işletmeler mi, daha alternatif gibi duran yerler mi?

 

Hepsinde var bu korku. Ama şöyle de bir şey var. O plaja giden kadınların telefonları tek tek üzerleri aranıp toplanmadığı sürece, görüntülerinin alınma ihtimali her zaman var. Çünkü dediğim gibi konuştuğum kadınlar, denizin vücuduna temas etme ihtiyacıyla birlikte aslında kendi bedeninin güzelliğini de göstermek istediği için sadece kendi telefonunda kalacağını düşünerek selfiler çekiyor. Ama o selfi hiç bir zaman kendine kalmıyor. Örneğin, en yakın arkadaşına bunu Whats App’tan gönderdiğinde arkadaşının küçük çocuğu babasının yanında yanlışlıkla bunu açarsa, bitti. Yani bedeni görünmüş oldu birisine. Zaten buna bile gerek yok aslında. İnsanlar birbirlerinin elektronik cihazlarına erişim sağlayıp fotoğraflarını görebiliyor artık. O yüzden aslında görünmesini, bilinmesini istemiyoruz demek alışılan politik reflekslerin bir yansıması aslında. “Gelirler, yasaklarlar, yakarlar, yıkarlar” diye düşünüyorlar.

 

İktidarda AKP olsa bile hala korkuyorlar mı?

 

Evet, korkuyorlar. Hiç öyle bir rahatlığı, özellikle küçük işletmelerde görmedim.

 

O zaman tartışma büyük ve küçük işletme olma üzerinden mi?

 

Yok, aslında şöyle. Ben kadınlara bu tesislerin varlığından nasıl haberdar oluyorsunuz diye sorduğumda; “Arkadaşım gitti, X teyze önerdi, arkadaşımın eşi duymuş” vs gibi kulaktan kulağa yayılan bir bilgi zinciri var. Bu yüzden işletmeler de haber ya da reklam yapılmasına bile çok gerek görmüyorlar. Çünkü zaten talep hep çok yüksek. Türkiye’de böyle bir ihtiyaç her zaman var. Talep aslında onlara sunulandan çok daha fazlası, gerek ekonomik nedenlerle gerekse de eski korkuları nedeniyle herkes her yere gitmiyor hala. Bir de şimdi Arap ülkelerinden gelen turist sayısında artış var.

 

Bu konuyu çalışırken, kameram ne yaparsam yapayım her zaman erkek dedin ya, sinemacı olarak kadın gözü, kadın dili geliştirmek için ne yapıyorsun genel olarak?

 

Gerçek görüntü dışındaki anlatım yöntemlerine başvuruyorum. Olabildiğince filmin duygusuna ve o kadının ne deneyimlediğine odaklanarak ilerliyorum. Örneğin; son yaptığım filmde bir metin vardı. Bu metnin yüzde 95’i karakterimin anlattıklarından yüzde 5’i de benim küçük eklemelerimden oluşuyordu. Ekleme yaptım çünkü doktora danışmanım bu olayın evrensel bir şekilde açıklanması gerektiğini düşünüyordu. Ben de kadının iç dünyasının yansımasını bozmamaya çalışarak olayı biraz daha anlaşılır kılmak için bir kaç tane ufak örnek ekledim. Ve metni 10 farklı ülkeden insana okuttum. Anlaşıldığı yönünde geri dönüş aldığımda, son halini filmin karakterine okutup onaylattım. Metni Esra Kızıldoğan okudu. Çünkü karakterim kendi sesini kullanmamı istemedi. Esra da çok iyi okudu metni. Fakat görsel tek bir kare yoktu elimde. Bu yüzden animasyon yapmaya karar verdim. Ebru dünyasından da tamamen bihaber bir insandım. Konuyla ilgili hiçbir fikrim yoktu. Ebru ve animasyonun yanında, gerçek görüntüleri olabildiğince soyut kullandım. Çok samimi bir şey söyleyeceğim, o kadınları plajda görmektense alternatif teknikleri filmde kullandığın zaman aslında bir sürü potansiyel hikayelerin, potansiyel duyguların ve potansiyel izleyici alımlamasının da yolunu açmış oluyorsun. Orada çıplak gerçeği, gerçekten çıplak olan gerçeği görmediği zaman insan o kadının yaşadığı şeyle ilgili bir sürü, her kafa başka bir şey hayal ediyor. O yüzden bu konuyu ben tekrar seçer miydim, kesinlikle tekrar seçerdim. Çünkü benim için de çok geliştirici oldu.

 

Başka filmler çekecek misin bu konu üzerine?

 

Bu konu üzerine başka bir şey çeker miyim çok emin değilim. Ama yine gösterilemeyenin temsili ile ilgili bir şey yapacağım muhtemelen ama bunun ne yöne doğru akacağını kestiremiyorum şu anda.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YÇeyizdeki Yumurtalardan Kurumuş Gözlere: Ah Şu Kadınların Doğurganlığı!
Çeyizdeki Yumurtalardan Kurumuş Gözlere: Ah Şu Kadınların Doğurganlığı!

Arkadaşımın erkek kardeşi evlenirken annesi ona yaklaşmış ve sesini alçaltarak 30’lu yaşlarındaki müstakbel gelinleri acaba yumurta dondurmayı düşünür mü diye sormuş.

KÜLTÜR

YYeni Üreme Teknolojileri Ve Kürtaj Politikaları Kesişiminde Bir Doğum Hikayesi
Yeni Üreme Teknolojileri Ve Kürtaj Politikaları Kesişiminde Bir Doğum Hikayesi

“Evlat edinmeden"  “merhametli transfere" uzanan farklı sosyo-ahlaki-teknolojik pratikler...

KÜLTÜR

YTekno-milli bir başarı hikayesi olarak rahim nakli
Tekno-milli bir başarı hikayesi olarak rahim nakli

Kadınların hayatı riske atılarak, ulusal teknolojik gelişmeler, kârlı yatırımlar ve kutsal ailenin biyolojik yeniden üretimi için kadınların rahimleri tekno-milli gururun biyo-politik ve de biyo-ekonomik uygulama olanı olarak araçsallaştırılıyor. 

Bir de bunlar var

Kaya Tırmanış Efsanesi: Lynn Hill
Kondomik Mücadeleler: Ona Kamyon Lastiği mi Hediye Ediyorsunuz?
Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine: Svetlana Aleksiyeviç’in Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması

Pin It on Pinterest