Bu yazı Ekim 2011’de Mesele dergisinin 58. sayısında yayınlanmıştır.
18 Eylül tarihli Habertürk gazetesinin Pazar ekinde Gülenay Börekçi “Behzat Ç.’nin Gerçek Yüzü” başlıklı röportajda Emrah Serbes, Erdal Beşikçioğlu ve Serdar Akar’a soruyor:
“Behzat Ç. kadınlara ne sunuyor gerçekten?
ERDAL BEŞİKÇİOĞLU: (…) Kadınlar onu biraz oğulları gibi görüyor ya da sokaklarda başıboş dolanan bir oğlan çocuğu gibi… Öyle bir oğlan çocuğuna rastlayan her kadın koruyup kollamak, akşam eve yemeğe çağırmak ister. Sokakta kalmasın, güvenli bir yatakta uyusun…
EMRAH SERBES: Kadınlara kadın olduklarını hatırlatıyor Behzat. Yaralarını sarıp sarmalama arzusu uyandırıyor.
ERDAL BEŞİKÇİOĞLU: “Ben onu adam edebilirim” der kadınlar hep. Behzat söz konusu olduğunda boş bir hayal ama güzel.
SERDAR AKAR: Aslında kadınların öyle bir adamı hayatlarına almaya cesaretleri yoktur. Ama diziyi seyrederken onlara bu mümkünmüş, öyle bir adamla birlikte olabilirlermiş gibi geliyor.”[1]
Behzat Ç’yle ilgili her röportajda yukarıdakine benzer cinsiyet aforizmalarıyla karşılaşıyorsak bu biraz da Behzat Ç. fenomenini cinsiyet ekseninde anlamaya yönelik soruların ardının kesilmemesinden. Örneğin yukarıda alıntılanan röportajda Gülenay Börekçi, kadınların hemen ardından Behzat Ç’nin erkeklere ne sunduğunu soruyor. Emrah Serbes şöyle yanıtlıyor: “Onlara arzularını hatırlatıyor. Sistemin içinde savrulup giderken yapamadıklarını. Herkes dosdoğru bir adam olmak ister, öte yandan bu zor bir şeydir, sınırsız tavizler verilir. Behzat’ta, taviz vermemenin mümkün olduğunu görüyoruz.” Ve ekliyor: “ben de onu örnek alıyorum bazen.”
İpucu tam da burada. Kitlesel kahraman, bu milli fenomen “kadınlara kadın olduklarını, erkeklere adam olmaları gerektiğini hatırlatıyor”. Behzat Başkomiserimi akşam eve yemeğe çağırmak, karnını doyurup sıcak yataklarda uyutmak, yaralarını sarmak ya da “adam etmek” gibi arzularım olmadığı için kadınlığımdan şüphe ediyor muyum? Ediyorum. Ama en azından kadınlığın içimde bir yerlerde öylece durduğunu, hatırlanmayı beklediğini bilmek yüreğime su serpiyor. Erkeklerin durumu hepten netameli. Ulaşmaları gereken bir mertebe var ki Behzat Başkomiserim turnusol kâğıdı gibi duruyor orada öylece ve gösteriyor cümle âlemin erkeklerine “adam olmak” için daha kaç fırın ekmek yemeleri gerektiğini.
Açığa çıkarmak için söküp birleştirmeye, söylem analizlerine girişmeye gerek yok. Hâlihazırda yazılmış bulunan iki Behzat Ç. romanının da, dizinin de, başta Emrah Serbes olmak üzere yukarıdaki kadınlık aforizmalarının sahibi Behzat Ç. yazıcısı, yöneticisi, oynayıcısı 3 er kişinin de, muhtemelen önümüzdeki ay vizyona girecek filmin, yazılacak üçüncü romanın ve Behzat Ç etrafında dönüp dolaşacak diğer her şeyin de kumaşının kopkoyu bir erkeklikten dokunduğu ve dokunacağı ortada.
Esas nokta, bu 3 Behzat erbabının her fırsatta yaptıkları tek cümlelik kadınlık/erkeklik/adamlık tanımlamalarının yalnızca aşırı doz erkekliğe bağlı bir semptom olmadığının görülmesi. Onlar gerçekten kitlesel bir kahraman yarattılar. Ve şimdi sorulan her soruyu Behzat’ın kahramanlığı çarpı kitleselliği; artı gerçekçiliği; eksi kaybedermiş gibi yapıp kazanmacılığı; HES’lerdir, Hırant Dink’tir, Ahmet Şık’tır, cemaattir, yeri gelir kadın cinayetleridir dokundurmacılığı ama illa ki parantez “ne sağcı ne solcu” yalnızca “adam” oluşu denkleminden süzüp yanıtlamak zorundalar.
İş bu denklem ki Behzat Ç’yi bir kahraman yaptı, o zaman sormak hakkımız: Bu ne menem bir denklem? Behzat Ç. hangi hayatın kahramanı?
Her Temas İz Bırakır Mı?
Behzat Ç. başkentte geçen bir polisiye romanın başkarakteriyken, başkentte çekilen bir dizinin başrolüne terfi etmiş bir başkomiser. Neresinden bakarsanız bakın başarılı bir terfi. Ekşi sözlükte ilk romanın adı olan “Her Temas İz Bırakır”ın 6 (altı) sayfasına karşılık, Behzat Ç. başlığında karşınıza çıkacak olan 1105 (bin yüz beş) sayfa entry bu başarının ispatı. Televizyonun ve edebiyatın erişim kabiliyetleri düşünüldüğünde şaşılacak bir şey yok elbette 6’ya 1105 skorunda. Ama Behzat Ç. romandan televizyona geçerken, nerelerden geçti, hangi damarı tutturdu, hangi bam teline dokundu diye sormakta fayda var. Bu sorularla röportajdaki gibi Behzat Ç’nin “gerçek yüzüne” ya da roman karakteri Behzat’ın kitleselleşmek/ popülerleşmek uğruna geçirdiği dönüşüme ulaşacak değiliz. Gerçek şu ki Behzat neyse o; romanlarda da dizide de aynı. Hatta gelmiş geçmiş en başarılı ve tutarlı karakter uyarlamalarından olabilir. Romandan televizyona (hatta diziden önce ikinci romana) geçerken değişen, Behzat karakteri değil, onun etrafında kurulan söylem. Behzat’ın hangi hayatın kahramanı olduğunu da, hangi bam teline dokunup fenomenleştiğini de bu söylem belirliyor.
Her Temas İz Bırakır’da Behzat Başkomiser, roman boyunca çözmeye çalıştığı ve o cinayeti çözerken, Terörle Mücadele-cemaat-emniyet içindeki teşkilatlanma gibi birsürü bağlantının da okuyucunun gözleri önünde çözüldüğü cinayet davasında çıkmaz sokağa girer; Behzat’ın adamları Kızılcahamam’da çizgiyi geçerler, Behzat Terörle Mücadele’de. Açığa çıkardıkları suçlar hasıraltı edilir, suçlular kurtarılır, deliller yok edilir. Dava kapanırken “kendi dişlisini alıp bu çarktan ayrılmayı” aklına koyar Behzat. Romanın son sayfalarında Cinayet Büro’dan istifa edip İdman Ocağında antrenörlüğe başlayacakken, kendisini polis olmaya karar verdiği için terk eden ilk aşkı Bahar’ı aramayı aklından geçirir: “Bahar’ı arayıp, ‘sen haklıymışsın’ diyeceğim, yanlış bir hayat doğru yaşanmaz. Artık bu söz kime aitse o daha iyi bilir, tornalı, pornolu bir adı vardı.”[2]
Bu alıntı yalnızca şık bir satırarası göndermesi değil. Theodor Adorno’nun “yanlış yaşam, doğru yaşanmaz” deyişine yönelen bir maya, derinine inmeden, en üst katmanından, hatta kaymağından da olsa var ilk roman Her Temas İz Bırakır’da. Minima Moralia’da “Evsizlere Sığınak” maddesinin bu son cümlesi Adorno’nun belki de en çok referans verilen oyunbozanlığı. Artık çemberin içi ve dışı diye bir şey kalmadığını, var olan tek gerçeğin çemberin kendisi olduğunu anlatırken Adorno, “oynadığımız oyunun kuralı şudur” diye başlar önermesine ve “rahatsız bir vicdanla sahip olduğu şeye tutunmaya çalışanların ideolojisini” anlatır.[3] Bahsettiği oyunun püf noktası neye sahip olduğumuz ve nasıl tutunmaya çalıştığımız değil, “rahatsız vicdan”dır. İster evsizlere sığınak, açlara bir öğün yemek, hayır kurumlarına bağış, ister çaresizlere kahraman, adaletsiz kalmışlara bir dirhem adalet, çürümüş emniyet teşkilatına birkaç doğru polis olsun, yalnızca gözümüzdeki bağı vicdan denen yalanla biraz daha sıkılaştırır. Bu yüzden Theodor Adorno bu körebe oyununun kulaklara su kaçıran kişisidir, “yanlış yaşam, doğru yaşanmaz” diyerek.
Behzat Ç, tornalı pornolu bir adı olan adamın bu cümlesini romanın son sayfasında hatırlar. Yıllar önce kendisini polis olacağı için terk eden ilk sevgilisine hak vererek hatırlar. Bir roman boyunca çözmeye çalıştığı cinayetin küçüklü büyüklü katillerini ortaya çıkarıp, küçük katili yakalayıp, İstihbarat ve Terörle Mücadele’den büyük katillerin büyüklükleriyle boy ölçüşemeyeceğini anladığı gün; hayatını verdiği Cinayet Büro’dan istifa ettiği, dünya adaletsiz olsa da “kendi adalet duygusuyla” bir yere varabileceği inancının sonuna geldiği gün hatırlar.
Tekel birası ve 216’yla beslenen, ev kirasını zar zor ödeyen, koca olamayan, baba olamayan, cinayet çözmek dışında her işte başarısız olan Behzat Başkomiser kuralları takmadan, kafasının dikine gidip inandığı şeyin peşine düşen Behzat, roman boyunca vurgulanan “kendi adalet duygusu”nun da sonuna gelir bu hatırlamayla. Adaletsiz bir dünyada kendi adilliğiyle bir yere varabileceğini sanmak Adorno’nun bahsettiği “rahatsız vicdanın” oyunudur çünkü. Emrah Serbes bu ilk romanda Behzat’ın etrafında ördüğü söylemle yanlış çarkta doğru dişli olunamayacağını da göstermiş olur.
İşte bu söylemden nasıl oldu da kahraman, anti-kahraman, fenomen -Serbes’in kendisi de bu konuda kararsız, farklı röportajlarda Behzat’ın kahraman, anti-kahraman, orta ölçekli bir kahraman, melankolik çoğunluğun kahramanı olduğunu iddia edebiliyor, bknz. dipnotlar[4]– Behzat Ç’ye geçildi? Ne oldu da Behzat Ç yanlış yaşamda doğru bir yaşantı buldu, bulmakla kalmadı, Serbes’in iddia ettiği üzere insanlara, pardon erkeklere örnek olacak, yol gösterecek bir adam oldu?
Bu insanın kendi kendine, koskoca bir roman yazıp, o romanda kurduğu söyleme ihaneti değilse eğer, geri sarıp yalanlamaya romanın adından başlayalım. Belli ki her temas iz bırakmıyor. Serbes’in Adorno’ya, Nazi Almanyasından kaçmış bir mülteci olarak yaşadığı Amerika’da yazdığı Minima Moralia’ya, milyonlarca insanı yok eden, milyonlarcasının ömrünü hiçleyen faşizmi ve kendinden başka her şeyi silip süren kapitalizmi, Aydınlanma’nın tüm vaatlerinin çöktüğü, yaşanacak bir yaşamın kalmadığı yeni dünya düzenini betimlediği Minima Moralia’ya ve bu düzende “doğru yaşamın” değil, vicdanlarını rahatlatmanın bilgisini arayan bireylere toptan bir yıkımdan süzüp söylediği “yanlış yaşam, doğru yaşanmaz” sözüne teması, “adam olmak” neonlarıyla yanıp sönen tahayyül dünyasında hiç iz bırakmamış.
Aslında ikinci roman Son Haftiyat’ın ürettiği ana söyleme baktığımızda genel bir temassızlık problemi olduğu açıkça görülüyor. Roman Rakel Dink’in “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” sözüyle başlıyor. Ve bilumum polis, eski İstihbaratçı, Terörle Mücadele emeklisinin, hatta köpeklerinin öldürülüp Ankara’nın farklı yerlerine gömüldüğü bir cinayet dosyasını anlatıyor. Behzat Başkomiserim cinayetleri işleyen Red Kit’in sırrını tabii ki çözüyor ve ortaya ailesi polisler tarafından öldürülen bir çocuğun intikam hikâyesi çıkıyor.
Temassızlığın böylesi gerçekten iz bırakıyor. Rakel Dink’e bebekler ve katillerle ilgili bu sözü söyleten acıyı, o acının içinden olanca aklıselimliğiyle damıtıp işaret ettiği karanlığı, ailesi solcu olduğu için öldürülen bir çocuğun polislerden intikam aldığı bir cinayet romanına epigraf yapmak, nasıl bir temas etmemektir, anlamak da açıklamak da zor. Bir x, bir y, bir z; bir bebek, bir katil, bir karanlık; her katil bebek doğduğuna göre demek ki z her cinayette sabit karanlık. Demek ki annesi, babası ve kız kardeşi, o çamaşır makinesinin içinde gizlenirken polisler tarafından öldürülen ve kimsesizler mezarlığına gömülen, bu cinayetlerin gerekçesi olarak tek malumatı komşunun birinden duyduğu “terörist” sözcüğü olan, geri kalan hayatını yetiştirme yurtlarında, işkence ve eziyetle geçiren Red Kit’i bir katile dönüştüren “karanlıkla”, Ogün Samast’ı sokak ortasında hiç tanımadığı Hırant Dink’i öldürmeye götüren “karanlık” bir epigrafla eşitlenebilir.
Emrah Serbes’in niyeti muhtemelen yazdığı polisiyede adaletle ilgili bir tartışma yürütmek. İlk romanda nasıl Behzat Başkomiser adaletsiz bir sistemde adil bir polis olmanın bir yere varmayacağını kavrıyorsa, bu romanda da adaletsiz dünyada kendi adaletini uygulamaya çalışan Red Kit’le karşılaşıyoruz. “Ne sağcı ne solcu” olduğu için Behzat’ın Red Kit’le empati kurması zor. Behzat Başkomiserim karanlığı sezse de baktığı yerde bir katil görüyor. O zaman Red Kit’le empati kurmak, onu kendi adaletini uygulamaya iten sebepleri göstermek, yani hakkaniyet namına bir adım Red Kit’e yakın durmak kitabın baş kahramanına değil yazarın kendisine düşüyor ve Emrah Serbes romanına Rakel Dink epigrafıyla başlıyor.
İşte tüm bunlarla insanların Behzat Ç’yi neden bu kadar sevdiği, diziyi reyting birincisi yapan ilginin hangi damardan beslendiği sorusu aynı noktaya, bu yazının da esas meramı olan duruma kapı aralıyor: memlekette “siyasi olanın” nasıl daracık nasıl kestirmeci nasıl -bir adım ötesini geçelim- bastığı yeri görmekten aciz biçimde algılandığına.
Yetmez Ama Evet
Dizi başlarken kimse böyle bir başarı beklemiyordu. Türkiye’de iş yaptığı bilinen tarzların, tutacağı bilinen konuların ve reyting getireceği bilinen oyuncuların dışında, farklı ve özgün bir iş olarak çıktı ama nasıl olduysa en çok izlenen dizilerden bir oldu. Siyasi bir dizi olduğu konuşuldu, muhalif bir dizi olduğu söylendi, herkes susarken Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmalarının Behzat Ç’de işlendiği tartışıldı, “cemaat ilişkilerini gösterdi”, “Hırant Dink cinayetine gönderme yaptı”, “HES eylemlerinin duyurusunu bile yaptı” denildi. Hepsi pek hoş, pek güzel de bütün bunları nasıl yaptı?
Dizide, Behzat Başkomiser ilk romanın sonunda vardığı noktadan ani bir U dönüşüyle dönmüş, yanlış çarkın içinde doğru dişli olunabileceğini cümle âleme gösteren, yazının başındaki röportajda belirtildiği gibi örnek alınası, yol gösterici bir adam. Dolayısıyla dizide işlenen konular çarkın yanlışlığını gösterir nitelikte seçiliyor. Behzat Başkomiserim de afacan mı afacan, delikanlı mı delikanlı Cinayet Büro ekibiyle tüm bu yanlışlıkların içinde kendi dişlisini tıkır tıkır dosdoğru işletiyor. Peki dizide çarkın yanlışlığını gösteren bütün bu siyasi meseleler karşısında Behzat Ç’nin dimdik ve doğru durmasını sağlayan siyasi görüşü ne? Gülenay Börekçi de aynı şeyi merak etmiş:
“Behzat’ın siyasi görüşü ne?
ERDAL BEŞİKÇİOĞLU: Behzat polis. Ne sağda durur, ne solda. Sadece doğru bildiği şeyi yapar. Onu ayakta tutan siyasi görüşü değil, vicdanı.
EMRAH SERBES: Behzat’a sorsaydınız bu soruya cevap alamazdınız. O, amirlerini hiçe sayarak, “üstüne gitme” dedikleri bir işin peşine düşebilir. Ama niçin böyle yaptığını sorsanız ‘İdeolojik görüşlerim böyle gerektiriyor’ demez.”
Diziyle ilgili hemen hemen bütün röportajlarda yukarıdaki cümlelerin benzerlerini görebilirsiniz. Behzat’ın ne sağcı ne solcu, yalnızca vicdanlı bir adam, kendi adalet duygusu olan bir adam, gururlu bir adam, taviz vermeyen bir adam olduğu onlarca kez, adam gibi adam olduğu yüzlerce kez tekrarlanıyor dizi üzerine konuşan er kişilerin ağzından.
Peki o zaman, Behzat Ç’yi Deli Yürek’ten ya da Polat Alemdar’dan ayıran nedir? Onlar da devleti, derin devleti, devlet dediğimiz fantezi içindeki türlü çeşit yapılanmayı gözler önüne sermek iddiasında değiller miydi? Onlar da ne sağcı ne solcu ama vatanına, milletine bağlı “adam gibi adamlar” değiller miydi? Bu “adam gibi adam” dedikleri kaç türe ayrılır?
Eyleyicileri Behzat Ç’nin ideolojisiz ya da ideolojiler üstü olduğunu iddia ededursun, Behzat Başkomiserim tam da memleketteki en köklü ideolojinin damarını tutturduğu için fenomenleşti, kitlesel bir kahramana dönüştü. Çünkü “adam gibi adam olmak” bu topraklardaki en köklü ideolojidir, solcu olmanın da sağcı olmanın da yolu önce ondan geçer. Deli Yürek ya da Polat Alemdar ülkesi/vatanı için çalışmak’la doldurur adamlığın içini; Behzat Başkomiserim vicdanlı, adil olmakla, taviz vermemekle.
Dolayısıyla Behzat Ç’yi reyting listelerinde ön sıralara taşıyan Adorno’nun sözünü ettiği rahatsız vicdanlılardır, yanlış yaşamın doğru yaşanabileceği oyununda gözlerini en sıkı bağlayanlar. Dizi, Ahmet Şık-Nedim Şener tutuklamalarına değindi diye galeyana gelenler, Hırant Dink cinayetine gönderme yaptı diye ayakta alkışlayanlar, temas etmenin yettiği bir holiganlık kipi… En verimli söylem analizi alanlarından biri olan Ekşi Sözlük’te Behzat Ç fanlarının kendilerine “solcu” diyenlerden oluşması elbette tesadüf eseri değil. Ya da karakterin baş yaratıcısı Emrah Serbes’in her röportajda solcu olduğunu, öğrenciyken katıldığı eylemlerde polisten cop yediğini anlatıp durması…
Vicdan, adalet, ahlak…Dile getirmesi acı ama 70’lerde sokaklara çıkan, meydanları dolduran on binlerce insanın bir anda dağılmasının, kendi köşesine, kendi hesabına hapsolmasının sorumlusu 12 Eylül oluğu kadar, solculuğun memleketteki genel tanımının “adam gibi adam olmak”tan öteye geçememesi değil midir? Siyasi olanı, tanımı belirsiz bir vicdanın, özcü, neredeyse insanın içinde doğuştan var olduğuna inanılan bir adalet anlayışının, delikanlı/boyun eğmez bir ruhun ama hep genel geçer ve erkek bir ahlak’ın alanına çağıran bu “adamlık” ideolojisi nasıl sınırsız, sonsuz bir kaynak ki bir türlü sonuna gelinemiyor?
Haysiyet, gurur… Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki “one minute”ı Türkiye tarihinde “adamlığın” getireceği payeyi en iyi hesap etmiş siyasi hamle değil midir?
Öngörüsüzlük değil toptan görüsüzlük… Çark yanlış olsa da doğru işleyen dişliler olabileceğine inanılmasa “yetmez ama evet” demek mümkün olur mu? “Akp iktidara gelmeden önce Kürt meselesi bile diyemiyorduk”la başlayan demokrasi tanımları yapılabilir mi?
AKP’nin Kürtleri görmezden gelerek, görmezden gelemediklerini gözünün önünden cezaevlerine kaldırarak soyunduğu aktörlükte, Arınç’ın iki damla gözyaşına, Abdullah Gül’ün ağzının ucuyla söylediği iki Kürtçe kelimeye, Tayyip Erdoğan’ın Kürtlere vatandaşlık bağışlamasına tav olunup da Akp demokrasi neferi ilan edilebilir mi?
Yani sırf bir mesele hakkında konuşuyor, temas ediyor diye, konuşanın pozisyonundan, beslendiği ideolojiden bağımsız bir siyasi irade ortaya koyabileceğine inanılabilir mi?
Tüm bunlarla Behzat Ç’nin ilgisi, bağı işte en başta kurulan Başkomiserimin “kahramanlığı çarpı kitleselliği; artı gerçekçiliği; eksi kaybedenmiş gibi yapıp kazanmacılığı; HES’lerdir, Hırant Dink’tir, Ahmet Şık’tır, cemaattir, yeri gelir kadın cinayetleridir dokundurmacılığı ama illa ki parantez “ne sağcı ne solcu” yalnızca “adam” oluşu denkleminden geçiyor. (Denklemde isimleri ve “dokunulan” mevzuları değiştirmek sizin yaratıcılığınıza kalmış.) Bu vicdanlı polis, bu “yanlış hayatın doğru kahramanı” bizi hep aynı körebe oyununa davet ediyor. Memleketin hem havasından hem suyundan, hem de her zerresine işlemiş “adamlık” ideolojisinden olacak, davete icabet eden de hayli çok oluyor.
Yazı burada bitti aslında ama sırf kapanışta şıklık olsun diye, “yanlış yaşam, doğru yaşanmaz” diyen düşünürün, hani şu tornalı pornolu bir adı olanın, aynı kitapta o dönemin politik tiyatrosu için söyledikleriyle noktayı koyalım biz de:
“Bu yaklaşım, iktidarın en yüksek düzeyde ele geçirilmesini, toplumun kendini bulması olarak değil de toplumun dışındaki bir takım şebekelerin çevirdiği dolaplar olarak sunmakla kendini de zararsızlaştırıp etkisizleştirmektedir. Faşizmin portresini yapmanın imkânsızlığı, Faşizmin kendisinde de onu seyretmek isteyen bakışta da öznel özgürlüğün ortadan kalkmış olmasından kaynaklanıyordur. Tümel esaret görülüp tanınabilir, ama temsil edilemez. Bugün özgürlük motifini işleyen siyasal anlatılarda insanı tedirgin eden, hatta utanç veren bir yön var: kahramanca direnişe düzülen övgülerde olduğu gibi, iktidarsız bir güven tazeleme çabası.”[5]
[1] Gülenay Börekçi “Behzat Ç.’nin Gerçek Yüzü”, Habertürk Pazar, 18 Eylül 2011
[2] Emrah Serbes, Her Temas İz Bırakır. İletişim Yayınları. 2006. s.293
[3] Thodor Wiesengrund Adorno, Minima Moralia. Metis Yayınları. 2007. s.43
[4] Devrim Büyükacaroğlu, “Behzat Ç. Bir Anti-Kahraman”, Evrensel, 25 Haziran 2011.; Ayça Örer, “Behzat Ç Melankolik Çoğunluğun Kahramanı” Radikal, 19 Ocak 2011.; Esra Cengiz, “Behzat Ç Alfabeye İsyanımdır” Star, 17 Ekim 2010.
[5] Thodor Wiesengrund Adorno, Minima Moralia. Metis Yayınları. 2007. s.150