Yıkılsın bu düzen diyorsak eğer, işimiz kuracağımız “başka bir alemi” hayal etmek, yeni dünyamızın kurumlarını tanımlamak üzere tartışmak, bunları adım adım tasarlamak ve kadük kolektif tahayyüllerimizi tam da buradan örgütlemek değil mi?

MEYDAN

Başka Bir Dünya İhtimali, Hayal Gücümüzün Sınırları

Yakın zamanda katıldığım bir atölye hayal gücümüzün (veya gücümün) sınırlarıyla ilgili bir konuya aymama vesile oldu.

 

Farklı kurumlarda toplumsal cinsiyet eşitliği alanında çalışan, birbirini tanıyan ve tanımayan kadınlar olarak feminist bir kadın örgütünün davetiyle bir araya gelmiştik. Birçoğumuz eril hiyerarşinin süregeldiği kurumlarda kadın çalışmalarına zor koşullarda alan açmış, bu alanlarda kadınlara, LGBTQ+lara ve çocuklara yönelik destek mekanizmaları geliştirmeye çalışan, hem gönüllü hem de ücretli çalışan kadınlardık. Aramızda kendini feminist olarak tanımlamasa da toplumsal cinsiyet alanında feminist olarak nitelendirilebilecek motivasyonlarla çalışan kadınlar da vardı. Küçük bir grup olarak buluşmamızın amacı, yaşadığımız kente dair sorunlarımızı ve çözüm önerilerimizi paylaşmak ve deneyim aktarımı aracılığıyla birbirimizden güç almaktı.

 

Sürekli olmasa da farklı konularda farklı yerellerde çalışan kadınlar olarak bir araya geldiğimizde çoğu zaman ortak bir duyguyla ayrılırız toplantılardan. Deneyim aktarımından güç almak esrik bir deneyim olmasa da her birimizde yalnız olmadığımız hissini yaratır. Birbirini dinlemeye, temas etmeye ve katkı sağlamaya imkân veren bu atölyede iki gruba ayrılarak kentte hizmet alan yurttaş kadın ve kente hizmet veren kurumlardaki politikacı kadın rollerine büründük. Ben hizmet talep eden yurttaş rolündeydim. “Yurttaş kadınlar” olarak politikacılardan ve kente hizmet veren kurumlardan neler talep edeceğimizi çember halinde tartıştık.

 

Elbette aklımıza ilk (ve çoğunlukla) gelenler, kaldırım ve sokakların pusetle yürümeye uygun olmaması (topuklu ayakkabı meselesi hiç aklımıza gelmedi bile), çocuklarımıza ait oyun ve bakım alanlarının kısıtlılığı, güvenli, aydınlık sokakların ve toplu taşımanın eksikliğiydi. Beklentilerimiz kendi toplumsal konumlarımızdan kaynaklanan sorunları gidermeye yönelik temel kentsel hizmetlere dairdi. Öznesi olduğumuz ve içselleştirdiğimiz sosyal ve politik meseleleri oldukça akıcı bir şekilde tartışmamıza rağmen, tasarladığımız bu yeni kent yalnızca normatif bir çerçeve içerisinde şekillenmiş temel dertlerimizi gidermeye yönelik talepleri içeriyordu. Kuşkusuz ki daha yaşanabilir bir kent tahayyül etmiştik, ancak hayal gücümüz kendi toplumsal konumlarımızın sınırlarıyla kısıtlı kalmıştı. Örneğin, kentte yaşlı kadınların, LGBTQ+ bireylerin, engelli, göçmen ve mülteci kadınların da var olduğu, atölye yürütücüsünün de katkısıyla, ancak aktivitenin sonuna doğru aklımıza gelmişti.

 

Peki benzer dertlere, değerlere ve politik görüşlere sahip bir grup kadın olarak bizimkilerden farklı olan ihtiyaçları neden hayal edemedik? Üstelik birçoğumuz farklı alanlarda, benzer politik angajmanlar içerisinde bizi ezen, boğan ve ehlileştiren sınırlara karşı isyan ederken. Politik savlarımız ve ezberlerimiz kitabın doğru yerinden konuşsa da bireysel ve kolektif tahayyüllerimiz bizi ezen kurumların normatif sınırları içerisinde kalabiliyordu. En basitinden, herhangi bir bakım hizmetini ücretsiz olarak talep edemiyorduk. Ütü ve çamaşır gibi ev işlerinin ev dışında kolektif ve ücretsiz olarak karşılanabileceğini hayal edemiyorduk. Heteronormatif aile modeli dışında bir aile kurumu nasıl olur, onu tanımlayamıyorduk.

 

Ezcümle yeni bir dünyada kurumların nasıl olması gerektiğini, “yapılabilirliğin” ötesinde, mevcut kurumların bizi şekillendiren değerleri dışında yeniden tahayyül edemiyorduk. Sadece üç saatliğine bir araya gelmiş 20-30 kişilik bir kadın grubunun atölye deneyiminden genel bir çıkarım yapmak, biz kadınların özgürleştirici hayal gücüne ve bitimsiz mücadelesine haksızlık olur elbette. Ancak o birkaç saatlik tartışmanın fark ettirdiği eksiklik şu oldu: kolektif bir ütopya. Taleplerimizin herhangi bir şekilde sınırlandırılmadığı güvenli bir alanda hayal gücümüzden güç alarak düşünmüş ve tartışmış olsak da hayal gücümüz bile o normatif kurumların duvarlarına çarpıyordu. Taleplerimizi ve hayallerimizi “yapılabilir” olan üzerinden tanımladığımızda, “yapılabilir” olanı belirleyen iktidarın sınırları içerisinde tahayyül etmiş oluyoruz. Dolayısıyla, başka bir dünya tahayyülünü normun sınırlarından tam olarak çıkaramıyoruz.

 

Immanuel Wallerstein 22 yıl önce, önümüzdeki 50 yıl içerisinde işimizin ütopyalar kurmak olduğunu önererek şöyle demişti:

 

İşimiz, yeni toplumsal düzeni hayal etme ve yaratmaya çalışma işidir. Çünkü eşitsizlik üzerine kurulu bir tarihsel sistemin sonunun daha iyi bir sistem doğuracağı hiçbir surette kesin değildir. Mücadele gayet açık. Bugün insan özgürlüğünün kendisini nihayet ifade edebileceği, somut kurumları tanımlamalıyız. (s.139)

 

Yıkılsın bu düzen diyorsak eğer, işimiz kuracağımız “başka bir alemi” hayal etmek, yeni dünyamızın kurumlarını tanımlamak üzere tartışmak, bunları adım adım tasarlamak ve kadük kolektif tahayyüllerimizi tam da buradan örgütlemek değil mi? Çünkü eğer yeni bir dünyanın hayalini kuruyorsak, hem bireysel hem kolektif tahayyüllerimizi sınırlayan kurumları altüst edebilmek için kendi eşitlikçi ve özgürlükçü kurumlarımızı tanımlamalıyız. Değişime olan inancımız da irademiz de buradan filizlenecek.

 

Kaynakça:

Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, çev. Erol Öz (İstanbul: Metis, 1998).

 

Ana görsel: Yto Barrada, Lyautey Blokları (2010)

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Derin Yoksulluk ve Anti-Gypsyizm Kıskancında Türkiye’de Romanlar
Çitlerin Öte Yanı
Cinsiyetçi Yumurtalar

Pin It on Pinterest