On dört yıl oldu. Bir 31 Aralık gecesi Antalya Kaleiçi’nde sırtımda incecik bir ceket ve yanımda canım dostlarımla yanaklarımız yırtılır, ciğerimiz patlarcasına gülerek eğlenip, ertesi gün eksi on beş derece soğuk ve karla kaplı bir şehre taşınalı on dört yıl oldu.
Bu on dört yılda çok şey değişti. Ülke değişti, her iki ülke de. Ülkeye bakışım değişti, her ikisine de. Etrafımdaki insanlar değişti: onlar artık hem başka, hem de farklı insanlar. Ağırlıklı olarak iletişim kurduğum dil değişti, birçok konuya dair bakış açım değişti. Facebook bana birkaç yıl öncesinin paylaşımlarını göstermek istediğinde panikler, bundan beş, yedi veya on sene önce düşündüklerimden, yazdıklarımdan utanmaktan korkar oldum.
Her şey, herkes değişti. Vücudum değişti, benliğim değişti. Mesela bundan on dört seneönce karnımda bir rahim vardı, şimdi artık yok. 28 günde bir kanardım, artık bitti, çok şükür bitti (ama regl kâbusları kaldı). Eskiden çok sıskaydım, fotoğraflarda kafam kocaman, ama artık değilim, artık değil. Eskiden spor yapmazdım, artık yapıyorum. Uzun yıllar boyunca kadınlara yüklendim, artık sisteme yüklenmek gerektiğine inanıyorum.
Değişmeyen az şey var. Ve bu değişimin belki de en can acıtıcı hakikatlerinden biri, göç ederken yalnızca bir bölgenin ve orada yaşayan insanların değil, aslında bir zamanın terk edildiği ve o zamana dair her şeyin o anda yok olduğu. Öldüğü. Göç eden insan dahil. Göç, aslında dönüşü olmayan bir zaman yolculuğu. Göç, aslında ölüm. Sen yoksun. Onlar yok. Orası yok. O kokular, o renkler, o sesler yok. Sen artık başka bir evrende var olmaya çalışırken, zihnindeki insanlar ve mekânlar değişmeyi asla bırakmıyor. Fakat onlar sensiz değişiyor, seni görmeden, sana dokunmadan, seninle konuşmadan, sana anlatmadan, seninle paylaşmadan. Bilmiyorsun. Onlar birer yabancıya dönüşüyor, sen yabancıya dönüşüyorsun. Sevdiğin herkes, her şey yok oluyor.
Bamya dediğimi hatırlıyorum. En sevdiğin yemek nedir diye soruyor biri, ben bamya diyorum. Suratlar buruşuyor. Anlamıyorum. Bamya sümüklü olabilir, ama bu yüzden bamya sevmemek de neymiş?
Ben, canımın yarısı o insanları özlediğimde, onlarla beraber yemek yemeyi, çay içmeyi, çekirdek çitletmeyi de özlüyorum. Kaleiçi’nden dönerken köfte ekmek veya midye tava yemeyi. Beraber haşlanmış mısır dişlemeyi. Gittiğim her yerde çayımı şekerli içtiğim için azar işitmeyi. Nihayet çayını şekerli içen bir başka arkadaşla oturup, kaşığı bardakta şıngır mıngır döndürürken işittiğimiz şeker azarları hakkında söylenmeyi. Hava da ne nemli arkadaş, baksana, masa bile sırılsıklam olmuş, demeyi.
Seneler geçiyor, insanlar, sokaklar değişiyor, ben göremiyorum, dokunamıyorum. Nihayet seneler geçip bitiyor, sonunda kavuşuyorum. Doyasıya dinlemeye, sarılmaya çalışıyorum, suratlarını ellerimin arasında sıkıştırıp gözlerine bakıyorum. Ve hemen her yerde aynı cümleyi duyuyorum: “Kilo almışsın.”
Büyüdüğüm evin her çekmecesini açıyorum. Eski günlüklerimi utancımdan çığlıklar, masaya yumruklar atarak okuyorum. Eski fotoğraflarıma bakıyorum. Kafam kocaman, çünkü bir deri bir kemiğim. Bu kadarı da normal değil diye düşünüyorum, fakat bana bir kez olsun, kim tarafından olursa olsun, çok kilo vermişsin, çok zayıfsın dendiğini hatırlamıyorum. Fotoğraflarıma bakıyorum, o kollar nasıl kırılmıyor, o bacaklar beni nasıl taşıyor, hayret ediyorum. Her “kilo almışsın” dendiğinde o halimi hatırlıyorum. Her “kilo almışsın” dendiğinde o halime dönmemi tavsiye ettiklerini biliyorum. Neden?
Sofraya oturuyoruz. Her sofrada en az bir insan, normalde asla yemediği kadar çok yemek yediğini söylüyor. Normalde bu benim bütün gün tükettiğim miktar diyor, izah ediyor, özür dilercesine, affet dercesine. Ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Biri diğerine “çok zayıfsın” diyor, iltifat mı, bilmiyorum. Diğeri “günde bir öğün yiyorum,” diyor. “Aslında yemek yemeyi çok seviyorum. Sürekli canım burnumda,” diyor. “Ama kilomdan çok memnunum.”
Aklımdan çıkmıyor. Instagram’da geziniyorum. Aslında erişimini düzgün kullanan, fena paylaşım yapmayan bir hesaba denk geliyorum. Belki de Türkiye’deki en büyük sosyal medya hesabı olan kadınlardan biri, milyonlarca takipçisi var. Spor yaparken çekilmiş fotoğraflarının altında, artık günde sadece bir öğün yediğini izah ediyor. Spor diyor, kas diyor, şu diyor, bu diyor. Milyonlarca takipçisine, kendini kronik olarak aç bıraktığını yazıyor, bunu okuyanlar da paylaşımın altına tebrik mesajları bırakıyor. Siyah, beyaz olmuş, güneş batıdan doğmuş, dünya artık düzmüş meğer.
Aynaya bakıyorum. Kendimden memnunum aslında. Fakat dört bir yandan saldırı altındaymış gibi hissediyorum. Satır aralarında, gözlerde, ses tonlarında kendimden memnun olmamın normal olmadığını, öz memnuniyetin erişilebilen bir mevki değil, sonsuza dek uzaktaki bir hedef olduğu iletisini alıyorum. Memnuniyete yalnızca hayat boyu kendini küçülterek, daraltarak, sessizleştirerek, görünmezleştirerek, ufaltarak, aç ve susuz bırakarak ulaşma şansım olabileceğini. Normal olanın aslında daimi mutsuzluk olduğunu, hatta bunun aslında memnuniyet anlamına geldiğini. Neden?
Beslenme ve yemek kültürü aslında kimliğin çok büyük bir parçasıymış, ben bunu göç ettikten seneler sonra anladım. Seneler sonra geçmişimdeki, hatıralarımdaki sofralara dönme beklentisiyle oturduğum o masalar da aynı değil, yanında oturduğum insanlar da. Artık her birimiz kırkına merdiven dayamış insanlarız, ve apaçık ortada ki zaman, keyif çatma zamanı değil. Çatalı ağzına götürüp lokmanı çiğnerken diyet sohbetine, nefsine hakim olmanın önemine, simit göbeğe, sallanan kol derisi gibi ifadelere maruz kalınca meğer o lokma gerçekten insanın boğazına diziliyormuş.
Göç ederken yalnızca bir bölge ve orada yaşayan insanlar değil, aslında bir zaman terk ediliyor ve o zamana dair her şey, o anda yok oluyor. Ölüyor. Göç eden insan dahil.
Göç, aslında dönüşü olmayan bir zaman yolculuğu. Sen yoksun. Onlar yok. O sokaklar, o yollar, o duvarlar artık yok. O tınılar, o kahkahalar yok. Bir ucun büyümeye devam ederken, diğer ucun ölüyor, benliğinden kopup gidiyor. Göç, aslında ölüm. Bu, belki de en can acıtıcı hakikatlerden biri.
Ana Görsel: Judy Chicago, “The Dinner Party” Enstalasyonu işçileri Perşembe Gecesi Yardımlaşma Yemeğinde, 1978.