“Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye -özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.”
John Berger
Birkaç gündür –ya da birkaç yıldır- kadın olmanın ne demek olduğu konusunda kendimle bir fikir birliğine varmaya çalışıyorum. Bunun hangi anlamlara gelebileceği, ne kadarının benim bir parçam olduğu ve ne kadarının bir performanstan ibaret olduğu konusunda… Hiç kimsenin beni görmediği anlarda nasıl davranıyorum? Beni kimin gördüğü hangi rolleri öne çıkarmama, hangilerini dolabın içinde bırakmama sebep oluyor? Kendimi anlatırken söylediklerimin ne kadarı cinsiyetimle ilgili? Kendime baktığımda ne görüyorum?
İlk gençlik yıllarım, çevrelerinden öğrendikleri maskülen rolleri oynayan erkekleri ve bu rollerin altında ezilen “diğer” erkekleri gözlemlemekle geçti. Sakin mizaçlı ve naif oğlanlar zorbalığa ve dışlanmaya maruz kalırlardı. Zorbalığı uygulayansa genellikle kızlarla arkadaş olmayan, yalnızca sevgili olabilenlerdi. Feminenlik de olsa olsa bunların karşıt rollerini keşfetmeye çalışmaktan ibaretti. Okul, yaklaşan gerçek hayatın bir provasıydı. Belirli şekillerde oturup kalkmayı öğrendim, argo kullanmamayı öğrendim, bu şekillere uymayan kızları dışlamayı ve yargılamayı öğrendim.
Etrafımda ve ailemde görece bilinçli birçok insan olmasının ayrıcalığını yaşadım. Bir kıyafeti kendimi kimseye beğendirme kaygısı gütmeden de giyebilirdim, rahat etmek ya da iyi çalışabilmek için çok da feminen olmayan dış görünüşlere ve davranış biçimlerine bürünebilirdim. Öfkem ciddiye alınırdı ve çok gülüp eğlendiğimde sesim kısılmaya çalışılmazdı. Ne var ki çoğu zaman kız arkadaşlarımla caddede dolaşırken beğenilerimizi şekillendiren şey mantık yahut rahatlık değildi. Vitrinlerdeki uzun boylu, zayıf, beyaz ve güzel mankenler de ortaokul ve liseli kızların karşı koyamayacağı bir ideali altın tepside önümüze sunuyordu. Hayallerimizi çıtı pıtılık süslüyordu.
Henüz feminenliğin ne olduğunu anlayamamışken bu kelimenin içinde nasıl bir gücü taşıdığını fark ettim. Etrafımdaki yetişkinlerin giyindiklerime, yaptıklarıma ve bunlardan doğabilecek olası “sonuçlara” karşı beni uyarmaya başladıklarını fark ettim. Biri vücuduma gözlerini diktiğinde karnıma dolan suçluluk duygusuyla tanıştım. Bu duyguyu tekrar tekrar deneyimledim, normalleştirmeyi ve tepki vermemeyi öğrendim. Kız arkadaşlarımın başlarına gelenleri dinlemeye alıştım. Anlattıkları her olayı kendi başıma gelirse -geldiğinde- ne yapacağımı planlayarak dinledim. Kısa boylu olmasam, o gömleği giymesem, saçlarım daha kısa olsa, sesim bu kadar ince olmasa bu durumlardan kaçabilir miyim? Tüm feminenliğimi kumaşlarla ya da maskülen görünen şeylerle kapatırsam bu durumdan kaçabilir miyim? Kadın olmazsam bu durumdan kaçabilir miyim?
Diğer yandan tamamen çaresiz hissetmiyordum. Kendimi -feminenliğimden dolayı- ayrıcalıklı hissetmeyi öğrendim. Topluma açık yerlerde zarifliğimi ve narinliğimi kullanarak öne geçmeyi, öne geçirilmeyi keşfettim. Elimdeki bu “gücün” erkekleri ne kadar etkileyebildiğini ve manipüle edebildiğini görmem de yine bu güçle ne yapacağımı kavradığım tarihten daha önceydi. Erkeklerin sevdikleri kadınların etrafında pervane olmalarını, onları elde etmek için her şeyi riske etmelerini, öfkeyle etrafı yakıp yıkmalarını okudum, izledim ve romantize ettim.
Şu anda kendimi bütün bunlarla tanımlamayan biri olarak tüm bu zehirli düşüncelerden azat olduğumu söyleme cüretini göstermeyeceğim. Ben de çoğumuz gibi bunları içselleştirmeyi, eksiksiz ezberlemeyi büyüme yolculuğumda bir vazife bildim. Bu bugün de canımı yakıyor.
Kimi zaman aynaya baktığımda kendimi görmüyorum. Karakterimi, hissettiklerimi, keyif aldıklarımı ya da uğruna mücadele ettiklerimi görmüyorum. Bazen sararıp solan, zayıflayan, şişmanlayan, şişen, ağrıyan, kanayan, kansızlaşan ve hep değişen bir et kovası görüyorum. Bütün bu değişikliklerle nasıl savaşacağımı anlatan dergileri görüyorum. Bir erkeği etkilemek için neler yapabileceğimi, parfümü nereye sıkacağımı ve ellerimi nereye koyacağımı tüm detaylarıyla aynada görüyorum. Anatomi atlaslarımdaki erkek modelleri görüyorum. Yabancı adamların mesajlar attığı Instagram fotoğraflarındaki kendimi görüyorum. Gördüklerime “ben” demek için her gün biraz daha uğraşıyorum.
Hala feminenliğini nereye sığdıracağını bilmeyen bir kadın olarak, kendime maskülen bir bakışla bakma hastalığından kurtulmaya çalışıyorum. Kendime, ben on iki yaşındayken denediğim elbiseyi göğüslerimi belli ettiği için almamam gerektiğini söyleyen bakışla bakmayı reddediyorum. Kendime, on altı yaşında sokakta yürürken yanımdan geçen arabadan duyduğum ıslıkların bakışıyla bakmayı reddediyorum. Bu hiçbir zaman içinde büyüdüğüm bedene hissettirilen tahrip edici, utanç verici, yargılayıcı duygulardan özgür kalabileceğim anlamına gelmiyor. Bu yalnızca kendimle, feminenliğimle ve maskülenliğimle uzlaşı yollarını aramaktan pes etmeyeceğim anlamına geliyor. Aynaya bakarken optimize etmem gereken bir kadına değil, kendime, bir süredir bana tüm gayretiyle eşlik eden bedenime, bakacağım anlamına geliyor. Farkındalığa, bir de şuradan bakmaya ve bütün bunların karşısındakilerle mücadeleye inanacağım anlamına geliyor.
Kız çocuklarına ve oğlan çocuklarına söyleyeceklerimi ezberimden çıkarırken yeniden şekillendirmeyi deneyeceğim anlamına geliyor.
Ana Görsel: Eve Arnold’un kamerasından Joan Crawford