“Eğer bir tapınak kurulacaksa bir tapınak yıkılmalıdır”.
F. Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne
Ayasofya, Ortodoks mezhebinin, Osmanlı saltanatının, Sünni Türkçülüğün ve Laikliğin sembolü. Bu yazının amacı, Ayasofya’nın hafızasına bakmak. Onu, müze statüsünden çıkaran Danıştay kararını bir de buradan görmek. Neden şimdi ve nasıl? Türkiye’de camiler her zaman birer ideolojik araçtı, ama bunun bugün için önemi nedir? Sayıları tedricen artan protokol camileriyle Ayasofya’nın ilişkisi nedir?
Hafıza Savaş Meydanı
Dini topluluklar için kutsal ve profan dünyalar arasındaki ayrım, mekanda somutlaşır. Maurice Halbwasch, kutsal mekanın simgesel olduğunu söyler. Mekanda cereyan eden simgesel biçimlerle ifade olunur din. Bu simgesellikle mabetler, başka birçok şeyin yanı sıra iktidarı, gücü, ulusu, birliği temsil eder. Bu yüzden insanların belleğinden inançların hatırasını silmek isteyenler, eski inançlara ait sunakları ve tapınakları yıkar ya da dönüştürürler.
Hristiyan Roma İmparatorluğu’nun ilk devlet kilisesi, Doğu Roma’nın göz bebeği, Osmanlı İmparatorluğu’nun şah camisi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin müzesi olarak Ayasofya, farklı birçok dini ve siyasi unsuru temsil ediyor. Hafızasında hiç bitmeyen çatışmalar, zaferler, kuruluşlar ve retorikler var.
İlkin Ortodokslarla Ariusçular arasındaki mücadelenin kazanım simgesine dönüştü. Sonunda Ortodokslar, I. Theodosis’le Megale Ekklesia’ya (Ayasofya, 5.yüzyıla kadar bu isimle anılır) hakim oldu. Fakat 381’de yeniden baş gösteren mücadelede Ariusçular tarafından ateşe verildi kilise.
Latin-Ortodoks mücadelesindeyse mezhebi değiştirildi Ayasofya’nın. IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul’un işgal edilmesiyle 1204-1261 yıllarındaki Latin egemenliği boyunca Katolik zaferinin ve egemenliğinin simgesi olarak Katolik katedrali yapıldı.
En köklü değişimi, İstanbul’un fethiyle camiye çevrilmesi. II. Mehmet, fetih yağmasındaki olası bir tahribi önlemek için camiyi vakfetti ve yanına bir de medrese yaptırdı. Gülru Necipoğlu, Ayasofya’nın farklı kültürel ve dini bağlamlara adapte edilebilen ender mabetlerden biri olduğunu söyler. II. Mehmet için yazılan anlatılarda Ayasofya, hem Hristiyanlık öncesi efsanevi bir geçmişe hem de İslami bir şimdiki zamana yerleştirildi ve böylece baskın Hristiyan-Bizans hafızası yeni bir kimlikle eklemlendi. Fakat 18. ve 19. yüzyıllarda Osmanlı hilafetinin sembolik merkezi olarak yeniden tanımlandı, o ayrı.
Abidin Özmen’in anılarına göre müze haline getirilmesi fikri, ilk defa Atatürk’ün de bulunduğu bir yemekte dile getirildi. Ardından bu fikir Başbakan İnönü’ye iletilip resmi işlemler başlatıldı. 1934’te Bakanlar Kurulu kararnamesiyle müzeye çevrilen ve bir yıl sonra açılan Ayasofya’nın imam kadrosu kaldırılmadı. O zamandan beri Ayasofya’ya imam tayin ediliyor.
Ayasofya müzeye çevrilip ibadete kapatıldıktan sonra İslamcı gruplar, yeniden camiye çevrilmesi için birçok eylem yaptı. 7 Mayıs 1976’da Milli Türk Talebe Birliği üyeleri, cuma namazını Ayasofya önünde kılarak ibadete açılmasına dair taleplerini duyurdular.
Modernleşmeci laik kesim, söz konusu eylem ve talepleri, bir tür kompleks olarak nitelendirir. 1990’da hükümetin Ayasofya’yı ibadete açma girişimi, bakanlar kurulu üyeleri arasında tartışılırken karşı iddialar, caminin politik malzeme yapılmasıyla ilgiliydi. Tartışmaların kampanyaya dönüşmesi, hükümete karşı siyasi manevra olarak yansıtıldı kamuya.
İslamcı kesim, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesiyle Fatih’in vasiyetnamesine ihanet edildiğini savunuyor hâlâ.[1]Ve laik kesim hâlâ, yeniden camiye çevrileceği takdirde 1934 tarihli Atatürk’ün imzasını taşıyan kararnameye ve Atatürk’ün Ayasofya’ya kazandırdığı statüye ihanet edileceğini öne sürüyor. Türk milliyetçiliğinin unsurlarından biri haline gelen cami, önde gelen ideolojik araçlardan biri. Necip Fazıl’a göre Ayasofya’nın camiye çevrilmesi elzem:
“Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordelâdır. …Ayasofya’yı kapalı tutmak, manada bütün camileri ve cami mefhumunu kapalı tutmaktır. Çünkü onların hepsi birer mekân, Ayasofya ise ruh… Bizim camiden müzeye döndürdüğümüzü, onun [Yunanlı’nın] müzeden kiliseye çevirmek istediğini açıkca görüyoruz da, Ana yurt içindeki mukaddesat (sembol) ünü nasıl asli heyetine getiremiyoruz”
1980’de Hünkar Mahfili, Kadir Gecesi vesilesiyle ibadete açılıp aynı yıl 12 Eylül darbesiyle kapatıldı. Mabedin tamamen ibadete açılması ve gişelerin kaldırılması için Meclis’e dönem dönem sunulan teklifler, laiklik ilkesine aykırı olarak yorumlandığı için geri çevrildi.
2002’den beri kimi yazarlar, Ayasofya’nın ibadete açılıp gişelerinin kaldırılması için AKP hükümetini eleştirel mahiyette yazılar kaleme alsalar ve İslamcı kuruluşlar çeşitli kampanyalar düzenleseler de hükümet, Ayasofya’nın yeniden cami olmasını gereksiz bir uygulama olarak nitelemişti. Bu zamana kadar. Fakat son yıllarda caminin ideolojik bir araç olarak önemi arttı. Ve Ayasofya’nın müze statüsü iptal edildi. Aslında camiler her zaman birer ideolojik araçtı. Bunun için biraz başa dönelim.
Retoriğin Rezonansı
Ulus devlet rutin bir şekilde kutsal mekanda halk mistisizmini cisimleştirir. Retoriğin manevi etkisiyle dini duygulara hitap eder. Ulusun ayırt edici özelliklerini inşa etmek ve “ötekilere” karşı “bizi” yaratmak üzere politik retorik kullanır camide. Politik retorik, yeniden inşaya yönelik eylemin bir aracı. Rıza sağlamanın ve sistemi güçlendirmenin bir yolu. Kolektif bilinç inşasının bir unsuru.
Kemalist rejim, Osmanlı ve İslam geleneklerini kamusal hafızadan silmeye yöneldiğinde bu hafıza kaybının yerini alacak yeni bir kolektif belleğe ihtiyaç vardı. Ulusun kolektif varlığını yönlendirmek için kullanılan retorik sahalarından biri camilerdi. Ki cami, meclis törenlerine, cumhuriyet balolarına, resmi bayramların açılış söylevlerine yani Cumhuriyet’in laik ve modern kamusal mekanlarına davet edilmeyen alt sınıf, taşralı, dindar çoğunluğun toplanma yeriydi.
1927’de Diyanet İşleri Reisliği’ne getirilen Rıfat Börekçi tarafından halkın yeni rejime uyum sağlamasını kolaylaştıracak hutbeler hazırlandı ve basıldı. Bu hutbeler, ideolojinin ve yeni değerlerin benimsetilmesine, halkın “eğitilmesi/terbiye edilmesine” ve seferber edilmesine yönelikti. “Bize” karşı “ötekilerin” oluşturulmasına, ulusal kimliğin düşmana karşı basit sözcüklerle imlenmesine yönelikti.[2]
Hutbelerde geçen, yurttaşların canına, malına, namusuna ve haysiyetine sürekli tehdit oluşturan düşman imgesinin hangi “öteki” olduğu belirsizdir. Her halükarda camide retorikle Sünni-Türk kimliği perçinlenir. Gerisi, düşman olarak imlenir ve böylece “biz”, yani Sünni-Türk kimliği inşa edilir. İnşa edilen kimlik, camiyi yeniden üretir: Kutsal mekandaki politik retorik, ulvi bir mücadeleci “ruh” yaratır ve hutbede verilen nasihatlerin dışına çıkacak kişiler, camiden dışlanmaya mahkum olur.
Caminin ideolojik araçsal işlevi geçmişte mi kaldı? Umberto Eco’nun tabiriyle, “düşman inşa edilen” günler geride mi kaldı? Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, Necip Fazıl’ın hayali olarak mı kaldı?
2010’dan beri sadece mevcut camilerde düşman inşa edilmiyor, bunu yapmak için Osmanlı mimarisi kopyalanarak büyük camiler inşa ediliyor. Büyük Çamlıca Cami, Mimar Sinan Ataşehir Cami, inşaat halindeki Taksim Cami gibi, şehrin kilit noktalarına inşa edilen her yerden görülebilir ve her yeri görebilir camiler.[3]
Bülent Batuman, Mimar Sinan Ataşehir Cami’nin yazıtlarında “Türk ulusu” ve “İslam medeniyeti” ifadelerinin aynı varlığın iki niteliği olarak kullanıldığını söyler. Açılış konuşmalarına göre bu cami, “selatin cami” bulunmayan Anadolu yakasındaki önemli bir gereksinimi karşılıyordu. “Selatin cami” ifadesinin, banisi Osmanlı hanedanına mensup camiler için kullanıldığı dikkate alındığında iktidarın, cami kapasitesinden değil, Osmanlı gücünü ifade eden siyasal sembolizmden bahsettiği netlik kazanır. Batuman’a göre Neo-Osmanlı camiler, “ulusun bir parçası olarak İslam’ı” değil, “İslam’ın ayrıcalıklı temsilcisi olarak ulusu” temsil ediyor. Söz konusu olan, geçmişi methetmek değil, şimdiki zamanda bir iktidar aracı olarak camide ulusu, millet biçiminde yeniden inşa etmek ve her alanda düşman yaratmaya devam etmek.
İşte Ayasofya burada devreye giriyor. Mevcut olan en eski, en güzel, en görkemli. Fethin sembolü. Düşman ne içeride bitiyor ne dışarıda.
Yarın, yani 24 Temmuz Cuma günü Ayasofya’da Cuma namazı kılınacak, protokolle, uzun süren üst aramalarıyla, sıkı güvenlik tedbirleriyle, lüks araçların trafiğiyle. Öyleyse bu eylem, bir Cuma namazından çok daha fazlası. Belki bir Cuma selamlığı.
Camilerin meşruiyet aracı olarak kullanılışı, Osmanlı İmparatorluğu’nda geçit alayıyla perçinlenir. Padişahı, “kudretli Müslüman hükümdar” sıfatıyla meşrulaştıran unsurlardan biri, şahsının halka sergilendiği bir kamusal tören olan Cuma selamlığı/selamlıktır.[4] Padişahın çıktığı Cuma selamlığı, hanedanın geleceğinin teminatı; saraydaki has iktidarın bir nevi dışarıya taşınması. Cuma selamlığının en sık çıkıldığı camilerden biriyse Ayasofya.
Ayasofya, Hristiyan Roma İmparatorluğu’nun ilk devlet kilisesi, Doğu Roma’nın göz bebeği, Osmanlı İmparatorluğu’nun şah camisi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin…
Dinin, gücün, saltanatın, rejimin ve iktidarın…
Şimdi bir Cuma selamlığı.
Peki sonra ne olacak, düşman ne içeride bitiyor ne dışarıda, peki sonra ne olacak? Fresklere ne olacak, kültürel ortak mirasa ne olacak? Kadınların burada ibadet etmesi hangi düzenlemelerle mümkün olacak?
Seçilmiş Kaynakça
Ahmed Akgündüz, Said Öztürk, Yaşar Baş, Kiliseden Müzeye Ayasofya Camii.
Gülru Necipoğlu, “Bir İmparatorluk Anıtının Öyküsü: Bizans’tan Sonra Ayasofya”, Çev. Damla Gürkan, Toplumsal Tarih 254.
Orhan Duru, “Ayasofya’nın Cami Oluşunun Öyküsü”, Milliyet, 30 Mayıs 1976.
Emin Demircioğlu, “Ayasofya’ya Biletle Giriliyor”, Milliyet, 25 Temmuz 1990.
Yalçın Doğan, “Ayasofya Cami İmamı!”, Milliyet, 25 Temmuz 1990.
Ruçhan Ünver, “MTTB’li 150 Genç Dün Ayasofya’da Namaz Kıldı”, Milliyet, 8 Mayıs 1976.
Fikret Bila, “Ayasofya Kompleksine Gerek Yok”, Milliyet, 5 Ocak 1990.
Nilüfer Yalçın, “ANAP’ta Ayasofya “Sancısı””, Milliyet, 6 Ocak 1990
Milliyet, “Hükümetin Ayasofya Sancısı”, 4 Ocak 1990.
Fikret Bila, “Türban Bitti, Sıra Ayasofya’da”, Milliyet, 3 Ocak 1990.
Necip Fazıl Kısakürek, “Ayasofya”, İslam Medeniyeti, No: 10, Mayıs 1968.
Ali Bostancı, “Ayasofya’nın Hünkar Mahfili 45 Yıl Sonra Yeniden İbadete Açıldı”, Milliyet, 9 Ağustos 1980.
Gökhan Tan, “AKP, Ayasofya Gündeminin Dışında Ne Kadar Kalabilir?”, BBC Türkçe, 30 Mayıs 2014.
Yavuz Bahadıroğlu, “Ak Parti’nin Oy Kaybında Manevi Sebepler De Var”, Yeniakit, 24 Haziran 2015.
Kazım Güleçyüz, “Ayasofya ve AKP (1)”, Yeniasya, 7 Mayıs 2013.
Kazım Güleçyüz, “Ayasofya ve AKP (2)”, Yeniasya, 8 Mayıs 2013.
***
Michael Billig, Banal Milliyetçilik.
Halise Karaaslan Şanlı, Hasan Ali Yücel Konuşmaları: Ulusal Kimlik İnşası Ve Politik Retorik.
Emine Şeyma Usta, Atatürk’ün Hazırlattığı Cuma Hutbeleri.
Bülent Batuman, Milletin Mimarisi: Yeni İslamcı Ulus İnşasının Kent ve Mekan Siyaseti.
Suraiya Faroqhi, Yeni Bir Hükümdar Aynası: Osmanlı Padişahlarının Kamusal İmgesi ve Bu İmgenin Algılanması.
[1] II. Mehmet, vakfiyesinde şöyle yazar: “Bütün bu şerh ve ta’yin eylediğim şeyler, tesbit edilen şekilde ve vakfiyede yazılı haliyle vakıf olmuştur; şartları değiştirilemez; kanunları tağyir edilemez; asılları maksatları dışında bir başka hale çevrilemez; tesbit edilen kuralları ve kaideleri eksiltilemez; vakfa herhangi bir şekilde müdahale Allah’ın diğer haramları gibi haramdır; Levhi, Kalemi, Arşı, Kürsi’yi gökleri ve yeri koruyan Allah’ın hıfzı ve inayetiyle mahfuzdur; üzerinden süre geçtikçe bu vakfı tekid edecektir; zaman yenilendikçe vakfı daha da yerleştirecektir.
Allah’ın yarattıklarından Allah’a ve O’nun rü’yetine iman eden, ahirete ve onun heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun melik olsun vezir olsun bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun hakim veya mütegallib olsun, özellikle zalim ve diktatör idareciler tarafından tayin olunan, fasıd bir tahakküm ve batıl bir nezaret ile vakıflaranazır ve mütevelli olanlar olsun kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıftan eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil eylemek, vakfı ihmal edip kendi haline bırakmak ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak, asla helal değildir.”
[2] Örneğin, “Düşmanın ne çeşit kuvveti varsa, zamanın muharebeleri neyi gerektiriyorsa, onları hazırlamak, bunun için her fedakarlığı göze almak üzerimize farzdır. Bize yakın ve uzak milletler neye önem veriyorlarsa biz de onlara önem vereceğiz. Vatan müdafaası için ne çeşit silah hazırlıyorlarsa onları biz de hazırlayacağız. Topa topla, uçağa uçakla karşı duracağız. Kitabımız, peygamberimiz bu şekilde emrediyor.”
“Asker, düşmanlara karşı dinimizi, yurtlarımızı, ırz ve namuslarımızı bilfiil koruyan silahlı bir kuvvettir. Bunun için askerlik çok büyük, çok mukaddes bir vazifedir. Allah’ını Peygamberini, yurdunu, yuvasını seven; ırz ve namusunun kıymetini bilen herkes, askerlik görevini seve seve yapmalıdır.”
[3] İktidar, kamusal inşaatın görkemi ve gösterisiyle şehrin her yanından görülme arzusunu yansıtır ki yurttaşlar ne yanına baksa iktidarı görür. Her yerden görülebilme arzusuyla her yeri görme arzusu arasında sembiyotik bir ilişki vardır. Büyük camiler aynı zamanda iktidarın gözü ve kulağıdır. Bu edime ister, “saltanat bakışı”, ister “büyük gözaltı” diyelim, edim, iktidarın bütün şehri görmesi ve gözetlemesidir.
[4] Cuma selamlığı, padişahın halka açık bir camide cuma namazı kılması ve bu sırada yapılan merasim için kullanılan tabir. Bu fenomen, halkın dilek ve şikayetlerinin hükümdara ulaştırabilmesinin aracı ve bu yüzden de kolladığı bir fırsattır. Halkın selamlık boyunca şikayetlerini dile getirebilmesi, saltanatın meşruiyetini sağlayan unsurlardan biridir. Zira Osmanlı saltanat imgesini oluşturan temalardan en önemlisi, zararı kendi memurları verdiği zaman bile tebaasının şikayetlerine açık, adil bir hükümdar imgesidir.