Unkapanı’nı 90’lı yıllara denk gelen çocukluğumun filmlerinden, genç şarkıcılara kaset yapan müzik yapımcılarının vahası olarak biliyorum. Epey bir süre de aklımdaki bu imajı değişmedi. Yıllarca otobüsle önünden geçerken cazibesiz büyük bir kütle olarak algıladım onu.
Hayatımız boyunca içine girip çıktığımız çeşitli kurumlar ve çatılar, kendi içlerindeki öznelere nasıl haysiyet konumları aftediyor? Yaşayanların ve bazen de ölenlerin haysiyetlerinin başına neler geliyor?
Bugün halka kavuşmuş bu endüstriyel miras alanının arka planında hem gönüllülerin hem akademisyenlerin hem de pek çok öğrencinin emeği var.
Hayatımda pek çok şey değişirken içimdeki kaosu bit pazarına devrediyorum.
“Kanımda denizlerin köpüğünü taşıyorum ve gözlerimde ufkunu”**
Sokağa çıktığımda ne zamandır orada olan bir yerin, mekanın artık olmadığını veya büyük ölçekli yatırımlar tarafından ele geçirilerek değiştiğini, geride kendisini koruyabilen, kent belleğinde ve şimdide varolmayı sürdürebilen çok az yer kaldığını görüyorum.
Biraz müzik, biraz eleştirellik, biraz turistçilik.
Hayatı olabildiğince aracısız yaşama hali neye benziyor(du)?
Bir bakış, bir tartaklama, güvenliğin onlara doğru koşması…
Sevdiğimiz sanatçılar bizi hayal kırıklığına uğrattığında tepkilerimiz neler olabilir?