Bugün dünyanın birçok ülkesinde sağ popülizmin, mülteci ve göçmen karşıtlığının, LGBTİ+, kadın, yabancı, kısacası aslında hayat düşmanlığının yükselişi ile enflasyonla açığa çıkan kolektif enerjiler arasında nasıl bir ilişki var?
Halklar, kültürler ve içinde boy attıkları canlı doğa için ölümün olağanlığı ile devletli piyasanın hayat ve ölüm üzerindeki olağanüstü yetkilerini bir arada ören bu olağanüstülük retoriği de yine öteden beri olduğu gibi, rejimin gayri-mistik somut kaynağı halkın (demos) gücünden duyduğu derin korkuyu mistik bir korku olarak halka geri yansıtma işlevi görüyor. En azından “plan” bu.
Dil, altında fokur fokur kaynayan kozmik ayrımsızlığın titreşimini de, bu ayrımsızlık karşısında duyulan ilkel dehşeti de, bu dehşeti ehlileştirmeye yönelik yasa-mantık koyucu buyruğu da bağrında taşıyor.
Bu kadar derinden unutulmuş, bu kadar hatırlanmaya değer başka ne var, bilmiyorum.
Ama rüyada o geçmiş kıyafetlerini giymek istemeyen, o geçmiş yüklü odadan da evden de çekip gitmek isteyen ben değil miydim?
Rüyanın zaman içinde kendini açıp çoğaltarak koca bir dünya ören bağlantılarını tüketmenin, bu dünyaya bir ev gibi yerleşmenin olanağı var mı?
Cadıların çağırdığı karanlık, Macbethler’inkinin aksine, kozmosun biçimlerinin içinde kaynadığı kazandan, karanlık maddeden başka bir şey değil.
Macbeth’in patriyarkal dünyasında erkeklik sadece Leydinin değil, Macbeth’in de sırtında taşımak zorunda olduğu ağır bir yük, “ödünç bir urba”dır.
Shakespeare’de cadılık olarak sanat dünyanın hiçbir yere kaybolmayan büyüsüne yeniden kıymetle açılması için duyularımıza yapılan bir yeniden diriltme büyüsüdür.