2005 yılında fizik alanında Nobel Ödülü sahiplerinden Roy Glauber’in Nobel internet sayfasındaki resmi otobiyografisinde bilimde kadınların rolü, daha doğrusu bilim insanı kadınların omuzlarındaki fazladan yük ve beklentiler ile ilgili gayet ilginç detaylar var. Bu yazıda önce kendisinin hayat hikayesine kısaca bakıp daha sonra bir erkek gözüyle anlayabildiğim kadarı ile bilimde kadınların yaşadıkları zorluk ve engellerin sadece küçük bir kısmına dikkat çekmeye çalışacağım.
Roy Glauber
Glauber, İkinci Dünya Savaşı sırasında yürütülen ve ilk atom bombalarının üretilmesi ile sonuçlanan Manhattan Projesi‘nde çalışan en genç fizikçilerden. O sıralar daha üniversite öğrencisi olmasına rağmen projede yer almış, Nükleer ve parçacık fiziği çalışırken 1960′larda ise alanını biraz değiştirip, kendisine yaklaşık 45 yıl sonra Nobel kazandıracak konudaki çalışmalarını yapmış. Bir defasında atom bombası projesindeki hatıraları ile ilgili verdiği bir konuşmaya katılma fırsatım olmuştu. Yaklaşık bir saat boyunca bombanın geliştirilme süreci, Los Alamos’taki dev laboratuvardaki hayat ve sâir şeylerden bahsedip, Hiroshima ve Nagazaki‘yi sanki o bombalar atılmamış gibi pas geçip, konuşmasını şakalarla bitirmesinden bu adamda örnek alınmaması gereken bir şeyler olduğunu sezmiştim. Ayrıca sunumundaki resimlerden birisinin üstüne düştüğü “We are young. So let’s set the world on fire” (Genciz, öyleyse hadi dünyayı yakalım!) notu ise tamamen bir tiksinti duymama sebep olmuştu.
Hikayesine dönersek… 1968 yılı, özellikle Amerika’da Vietnam Savaşı’nın da tetiklediği gençlik hareketlerine sahne oluyor. Savaş karşıtlığı, azınlık hakları mücadeleleri ve nihayetinde ikinci dalga feminist hareket hep bu yıllarda güçlenmiş. Bir karşı-kültür olarak hipileri de bu resmin tam ortasında buluyoruz. Yine tam olarak bu yıllar Roy Glauber’in önemli işlerini yapıp, evlenip belli bir düzen kurduğu yıllara tekabül etmekte. Bununla birlikte Nobel otobiyografisinden anladığımız kadarı ile işler kendi özel hayatı için iyi gitmiyor. Glauber üniversitedeki konforlu, rahat, stresten uzak ortamın siyah özgürlük hareketinin agresifliği, uzayıp giden savaş karşıtı gösteriler ve en sonunda militan feministlernedeni ile bozulduğunu iddia ediyor. En sonunda ise karısının geleneksel evliliğin artık zamanının geçtiğini söyleyip, bu militanlara katılarak kendisini ve iki çocuğunu terk ettiğini yazıyor.
Kullandığı dil de dikkate değer. Kadınlara tek taraflı olarak evliliği bitirme hakkı veren kanunları suçlar bir biçimde “kanun, karımın bulduğuna göre, kendisine evliliği bitirme izni veriyormuş” diye yazıyor. Bu ise aklıma daha geçenlerde internetlerin diplerinde rastladığım “Ceza Kanunu ve Feminist Zalimliği” başlıklı haberi getiriyor. Kadınları koruyan, ya da en azından korumaya çalışan kanunları anlamayıp, feminizmin zalimliği olarak gören zihniyete sadece memleketin yobazlarında değil, aynı zamanda Harvard’da bilimin sınırlarında gezen Nobel ödüllü adamlarda da rastlayabiliyormuşuz demek ki… (Konuyla alakalı olan şu 5Harfliler yazısına bakabilirsiniz.) Yine Harvard’ın eski rektörü Lawrence Summers’ın cinsiyetçi açıklamaları da zamanında oldukça ses getirip tepki toplamış, Summers sonrasında istifa etmek zorunda kalmıştı.
Cynthia Rich’in Barbara Macdonald ile yazdığı kitap.
İşin daha da trajikomik kısmı ise, Glauber’in eşinin isyan ettiği “geleneksel evlilik kurumu”nun savaş sonrası yıllarda, sosyalizm karşıtı soğuk savaş propagandası olarak gayet bilinçli bir şekilde Amerikan politika yapıcıları tarafından yüceltilip, Amerika’nın kadınları çalıştırmaktan çekinmeyen dinsiz Sovyetler’e karşı üstünlüklerinden biri olarak gösterilip, resmen destekleniyor olmasıydı. Bu sadece propaganda ile de kalmıyor, ev kadınını profesyonel hissettirecek pazarlama stratejileri ve teşvik edilen hayat tarzı ile bugünün tüketici kültürünün temelleri de yine o yıllarda atılıyordu.
Youtube’de sadece ~300 defa izlenmiş, Soğuk Savaş dönemi resmi propaganda filmlerinden.
Konuyla ilgili bir diğer süpriz ise Glauber’i terkeden kadının ise ünlü şair ve feminist aktivist Adrienne Rich’in küçük kardeşi Cynthia Rich olması. Rich “yaşçılık” konusunda önde gelen aktivistlerden ve konu üzerine Barbara MacDonald ile birlikte Look Me in the Eye: Old Woman, Aging and Agism adlı kitabın da yazarı. 1983′te bunu yazdıktan sonra, 1989′da da 6 yıl boyunca çölde bir karavanda nasıl yaşadığını eko-feminist bir açıdan anlatan Desert Years: Undreaming American Dream kitabını yazmış. Hikayenin bu kısmı maalesef konu ile ilgili hakkında en az şey bildiğim şeyler. Zira kitaplarının küçük bir kısmına bile ne Amazon’da, ne de Google Kitaplar’da ulaşılabiliyor. Büyük bir kütüphaneye erişimim de kısıtlı olduğu için maalesef içerikleri ile ilgili pek bir şey söylemiyorum.
Yine Glauber’e dönersek, kendisi otobiyografisinin devamında, bilimdeki görece düşük olan üretkenliğini (az bilimsel yayın sayısını) araştırması ile aynı anda çocuklarına da bakmak zorunda kalmasına bağlıyor. “Bilimsel olarak belki daha üretken olabilirdim ama iki tane pırlanta gibi çocuk yetiştirdim, benim üretkenliğim de bunlar oldu, pişman değilim” anlamında bir özür ya da bilimsel günah çıkarma yoluna gidiyor. İlk ve naif bir bakışta ‘fedakar bir baba’ olarak algılanması muhtemel olan Glauber’in gerçekleştirmekle gurur duyduğu bu görevler, aslında yüzyıllardır kadınlığa içre sayılan ve öyle algılanagelmiş şeyler. Glauber’in bu şikayeti günümüz akademyasında bu tip sorumlulukları olmayan erkeklerle yarışmak, kendine bir doğal yaşam alanı açmak isteyen kadınların ne gibi zorluklarla karşı karşıya kaldığını göstermesi açısından eşi bulunmaz bir örnek olmuş aslında. Zira bu olaydaki gibi gerçekleştirildiğinde gurur duyulan ve bilimsel üretkenliğin azlığına bahane olması beklenen “çocuk yetiştirme” işi, kadınların hâlâ doğal görevi olarak kabul edilmekte. Bu durum o kadar içselleştirilmiş ki akademik cangılda erkeklerle aynı vahşi kurallara tâbi olan kadınlar için çocuk yetiştirme herhangi bir akademik yetersizlik için kolay kolay bahane olarak kabul edilmemekte ve kadınlardan bu rekabetçi ve güçlü olanın ayakta kaldığı dünyada erkeklerle aynı performansı göstermeleri beklenmekte. Bilimin gittikçe piyasalaşması, neoliberal dönüşümler ve bütçe kesintileri ile güvenceli kadroların azalması akademiyi gitgide kâr amacı güden şirketlerle aynı doğrultuya oturmakta. Ve bu tip dönüşümlerden çoğu zaman olduğu gibi kadınlar en büyük zararı görmekte.
Sonuç olarak, Nobel ödülünün sözümona prestiji altında kaybolan ve hatta normalleştirilen bir kadın hikayesi çıktı buradan. Hikayenin kahramanı olması gereken Cynthia Rich ve bilimle iştigal eden sayısız kadının sorunları ve mücadeleleri prestij, ün ve akademik şöhret yanılsamaları altında görmezden geliniyor. Anladığım o ki, bilim ya da akademi diye idealize edildiği gibi kendisine hayatını adayanlara, ve özellikle kadınlara iyi niyetle, romantik bir şekilde bilgiye ulaşma, ya da dünyayı kurtarma kapısı açmıyor; hakeza bu hevesi cezalandırırmışcasına hayatın diğer acımasız taraflarından hiç de geri kalmayacak şekilde türlü engellerle kendisini gösteriyor.
Hikayeyi yazmam için cesaretlediren Kiraz Akın’a çok teşekkürler. Yazının daha uzun ve sıkıcı hali ise şurada.
Görsel: Robert Thom, “Antibiyotik Çağı”, 1950ler.