İngilizce’de sayılamayan isimler, semantik olarak sayılabilir isimlerden ayrılır. Sayılabilir isimler, adı üstünde, sayılarla tanımlanabilirler. Mesela bir “masa”, çoğul olduğunda –iki, üç ya da artık kaç taneyse– “masalar” haline gelir. Oysa sayılamayan isimler miktarı ya da yoğunluğu kolayca hesaplanamayan nesneler ve kavramlardan oluşur. Çoğul hallerini belirlemek güç olduğundan genellikle tekil halleriyle kullanılırlar. Sayılamayan isimlere örnek, aşk, mutluluk gibi kelimeler olabilir. Bu duygular özneldir, görecelidir. Bu bakımdan aşkın veya mutluluğun toplama-çıkarmasını yapmak, neye göre belirip neye göre yok olduğunun hesabını tutmak epey meşakkatli bir iştir. Aşkın bu tekil hali ilişki normlarına da adeta sirayet etmiştir. Aşk, tek bir kişiye karşı doğan ve aynı anda tek bir kişiye yöneltilebilen yegâne bir duygu olarak ele alınır çoğunlukla. Oysa aşkın bu semantik ve ilişkisel tekilliğine çoğul bir aşk anlayışı öneren poliamori, aşkı birden fazla farklı durum içinde hayal edebilmemizi ve belki de bir yönüyle aşk değil, aşklardan bahsedebilmemizi sağlar.
Yunanca poli (çok) ve Latince amor (aşk) sözcüklerinden türetilen poliamori, ikiden fazla partnerin karşılıklı onay çerçevesinde kurduğu romantik ve/veya cinsel ilişkileri tanımlayan bir şemsiye kavram. Poliamori veya çok-partnerlilik “yeni” değil; aksine tarihte farklı uygulanış biçimlerine yönelik örnekler bulmak mümkün. Yeni sayılabilecek şey, konseptin geç bir tarih itibariyle (en azından İngilizce’de) sözlüklere girmesi, tanımının yapılmasına yönelik artan çabaların ve görünürlüğünün yol açtığı tartışmalar. Poliamori kimilerine göre bir ilişki tercihi, kimilerine göre bir cinsel yönelim, kimilerine göre de norm yıkıcı bir yakınlık. Benim bu tanımlamalara katabileceğim çok bir şey yok sanırım, ancak poliamoriye dair kimi düşünceler var kafamda.
Bu düşünceler iki kutup etrafında şekilleniyor ağırlıklı olarak. İlki, Mutluluk (Le Bonheur) filminde Agnès Varda’nın poliamorinin mümkünlüğünü sorguladığı ve buna ahlakçılıktan uzak bir imkan yarattığı yerle kesişiyor. Varda’nın bu filmde sorduğu temel soru, aşk ilişkilerinden doğan mutluluğun eklendikçe büyüyen ve çoğalan bir şey olup olmadığını anlamaya yönelik. Ana erkek karakter François, Thérèse ve iki çocukları ile tipik bir “mutlu aile” tablosu çizmektedir; aile üyeleri arasında görülür bir uyum ve anlayış vardır. Bir gün François postanede gişe görevlisi olarak çalışan Émilie ile tanışır ve kısa zamanda aralarında bir aşk ilişkisi filizlenir. François, Émilie ile tanıştığı ana kadar mutlu ve âşık bir adamdır, Émilie ile tanıştıktan sonra ise daha mutlu ve daha âşık olmuştur. İçindeki sevgi, ortadan ikiye bölünmeyi veya yalnızca tek bir kişide sabit kalmayı gerektirmemiştir. Yani aşk ve mutluluk bölünmemiş, yer değiştirmemiş ya da azalmamış; aksine çoğalmış ve aşklar olmuştur.
Bu çerçeveden bakıldığında poliamori, kişilere karşı hissedilen aşk(lar)ı, en yalın haliyle, sahiplenme, biriciklik ve kıskançlık gibi duyguların önüne koyan çoğul(cu) bir yakınlık formu gibi görünüyor. Zira poliamor ilişkilerde aşık olunan kişi(ler)in hayatında yegâne bir “özel kişi” olmadığını veya olmayabileceğini bir önkabul olarak almak, karşıdaki kişiyi “benim için” değil, “kendi için” konumlandırmaya davet ediyor ve mutluluk alanını ilişkideki birincil unsur kılmaya olanak tanıyor. Kişiler aşkı veya mutluluğu farklı kişi, yer ve zamanlarda yaşayabilir ve bunda bir sorun yoktur diyor poliamori. Böylece özellikle ikili ilişkileri çeşitli şekillerde toksik kıldığı düşünülen temel duygu durumlarına (kıskançlık, sahiplenme, sadakat, vb.) veya aşkın tüketici aşırılığına karşı bir tür mesafe alıyor. İlişkiye dahil olan kimi kişilerin arasında, diğer partnerlerin hakim/dahil olmadığı kimi bağlar veya sırlar olabilmesi, ikili ilişkilerin şeffaflık, ayrıcalık ve hakimiyet üzerine kurulu düzenine farklı bir soluk katıyor.
Kafamdaki diğer düşünceler, poliamorinin içinde yaşadığımız toplumun aşka dair ürettiği duygu, durum ve toplumsal cinsiyet rollerine karşı nasıl konumlandığı ile ilişkili. Kastım şu: Kıskançlığın, korumacı tavırların, sahiplenişin veya en basitinden aşkın biricikliğinin, aşkın değişmez özü ve olmazsa olmazı olduğuna ilişkin anlayışın –en azından yakın zamana değin– epey baskın olduğu bir toplumda birden fazla insanda aşklar yaşamak ne tür duygu durumları üretiyor olabilir diye düşünüyorum. Şüphesiz ikili ilişkiler de içselleştirilmiş kimi duygu ve örüntülerin çalışılması, aşırılıkların törpülenmesi için uygun alanlar olabilirler, ancak poliamor ilişkiler bunu alışkın olduğumuzdan daha farklı bir çerçevede yapmayı öneriyor ve yeni duygu ve örüntüler üretmek/öğrenmek konusunda bize bir anlamda meydan okuyorlar.
Poliamorinin cinsel yönelim olduğu fikrine karşıt eleştiriler bu bağlamda anlam buluyor: Çok aşklı ilişkileri özcü bir yerden okumak, her ne kadar yasal boyutta kimi hakların tanımlanmasını kolaylaştırsa da, poliamoriyi belli bir kimlikle ilişkilendirme eğilimini ve kimi arzuların bu kimliklere (mesela doğuştan) özgü olduğu fikrini de beraberinde getiriyor. Öte yandan, poliamorinin bir yakınlık yaşama deneyimi/tercihi olarak ele alındığı tabloda, toplumda baskın olan monogam arzuların yerini poliamor arzulara bırakması ve aşka dair farklı perspektiflerin edinimi çoğunlukla zaman alıyor. Bu bireysel sürecin yokluğu bazen, poliamoriyi ihtiyaç duyulduğunda başvurulabilecek durumsal bir söyleme indirgeyebiliyor. Örneğin, normatif yapıların daha temelli olduğu heteroseksüel ilişkilerde, yakınlık kurduğu farklı kişilerle aynı anda ilişkisini sürdürmek isteyen bir kişi, açık ilişki veya poliamori söylemine referans vererek istek ve ihtiyaçlarını karşı tarafın gözünde anlaşılır kılmak isteyebiliyor. Bu söylem, karşı argüman üretmesi zor bir çıkmaza götürebiliyor ilişkiyi. Kişiyi karşı tarafı da tanımadığı takdirde kendini suçlu hissedebileceği bir arzunun varlığıyla yüzleşmeye itiyor. Bu yüzleşme, poliamor duyguların/bakış açılarının edinimi için bir ara alan ya da yerleşik duyguların üstün geldiği bir çatışma şeklinde gerçekleşebiliyor. Yüzleşme olmaksızın verilen onaylar ise kişinin arzularına yabancılaştığı bir dönem olabiliyor.
Varda’nın Mutluluk filminde Thérèse’in ölümünü müphem bir yerde kurgulamasını da bu çerçevede düşünüyorum: François, Thérèse’e içindeki aşkları ilan ettikten ve iki ilişkisini de sürdürmek istediğini söyledikten sonra Thérèse’in önce bunu anlayışla karşıladığını, ancak biraz sonrasında bir gölde boğulup hayatını kaybettiğini görüyoruz. Bu, kabullenemeyişin veya aşka dair yerleşik hislerin tetiklediği bir intihar mı, yoksa basit bir kaza mı; bunu tam anlamıyoruz. Varda poliamori kapısının kilidini açıyor; ancak bunun bir yaşam biçimi olarak sunulabileceği noktada kapıyı aralık bırakıyor.
Günümüzde aşkla özdeşleşen kültürel söylem ve pratiklere artık daha eleştirel bir gözle bakabiliyoruz; ancak bazen bunun dışında kalan aşkları, normların yıkılmaya müsait olduğu alanlar olarak yorumlayabiliyoruz. Bu da deneyimin ve akışkanlığın öne çıktığı modern toplumlarda tekil aşkı yaşamayı veya bu konuda katı olmayı bir tür yük haline getirebiliyor.
Oysa ihtiyaç duyduğumuz şey, tekil ve çoğulun aynı anda var olabildiği bir alan. Aşkın ve aşkların birbirine üstünlük kurmadığı bir dil ve yakınlık…
Kapak görseli: Mutluluk filminden bir kare.