Bilinçdışı, arzu yoluyla geçmişi düzeltmeye ve acısını dindirmeye çalışır. Ama tabii ki işler bu şekilde yürümez ve bu kalıba müdahale etmeyi öğrenmediğiniz sürece yine aynı şekilde incinmeye devam edersiniz. Bilinçdışıyla aktif bir ilişki geliştirmek, zorlu bir geçmişi aşmanın en önemli adımlarından birisidir.

KÜLTÜR

“Arzu Söndürülemez”: Mari Ruti ile Söyleşi

 

Hayden Bennett’ın Mari Ruti ile yaptığı, 5 Aralık 2012’de Believer Magazine’d yayınlanan röportajını Damla Uyar çevirdi.

 

Çevirmenin Sunuşu:

 

Mari Ruti, çok çeşitli konularda, fakat nihayetinde hayat üzerine yazdıklarıyla sıradan akademik sınırların dışına taştı. Bizlere, kırılgan varlıklar olarak kadere ve sınırlara karşı çıkıp yaratıcı ve büyüleyici bir hayat kurabilmeye dair cesaret verdi. Uzun süredir kanserle savaş veren Ruti’nin hayatı boyunca yaşadığı “sefalet,” uzun yıllar ABD ve Kanada’da doçent bir akademisyen olmasına rağmen kanserle savaşımı sırasında sağlık masraflarını karşılayamayıp bağış kampanyası düzenlemek zorunda kalmasıyla son kez kendisini gösterdi. Mari Ruti, 6 Haziran’da hayatını kaybetti. Aşağıdaki söyleşinin kendisi ve hayata yaklaşımı hakkında bizlere fikir ve ilham vereceğini düşünüyorum. Mari Ruti’nin Türkçe’ye kazandırılması ve daha çok okunması dileğiyle.

 

 

Mari Ruti’nin büyüdüğü üç haneli balıkçı topluluğunu herhangi bir Finlandiya haritasında işaretlenmiş bulamazsınız, zira oranın bir adı yok. Ancak, Rus sınırına yakın herhangi bir yere bir dart fırlatacak olsanız, muhtemelen epey yaklaşmış olursunuz. Çok boyutlu sefaletin içine gömülü kökleriyle birlikte, psikanalitik bir eleştirmen olan Ruti’yi Harvard’ın sarmaşık kaplı duvarlarına ve Julia Kristeva’nın ofisine götüren yörünge; onun kitaplarının takıntı haline getirdiği kader, tekillik ve kendi kişiliğini şekillendirme konularında herkeste sorular uyandıracaktır.

 

Mari Ruti 1990lı yıllarda Amerikan Akademisi’ne girdi; post-yapısalcılığın dorukta olduğu, “ruh” bir yana, bireysel “tin”in ayırt ediciliği üzerine bile ciddiyetle konuşmanın ne arzulanır ne de mümkün olduğu bir zamanda [tekilliğin göz ardı edilmesi olarak düşünülebilir, ç.n].  Bu teorik iklimin karmaşıklığı karşısında son on yılını, kaybın potansiyel olarak yeniden okunduğu, kişinin kaderinin her zaman yeniden yazılabileceği ve varoluşun parçalı ve kırılgan doğasının yaşama sanatı içinde aydınlık bir tema olarak benimsendiği bir dünyayı hayal etmeye adadı.

 

Ruti, Toronto Üniversitesi’nde Eleştirel Teori doçenti ve Reinventing The Soul (Ruhu Yeniden Keşfetmek, 2006), A World of Fragile Things (Kırılgan Şeylerden bir Dünya, 2009) ve The Summons of Love (Aşkın Çağrıları, 2011) kitaplarının yazarı. Son kitabı The Singularity of Being: Lacan and the Immortal Within (Varlığın Tekilliği: Lacan ve İçteki Ölümsüz, 2012), toplumun normalleştirici baskılarına karşı insan öznelliğinin ayırt ediciliğini savunuyor ve tekilliğimizin bizi ölümsüzlükle ilişkilendirdiğini öne sürüyor.- William Fitzpatrick

 

 

 

Believer: Yunanca “ruh” anlamına gelen psike/psişe sözcüğü, kavramı psikanalizin kalbine yerleştiriyor. Fakat ilk kitabın olan Reinventing the Soul’un bu kavramı ele alış tarzı isyankâr olmakla suçlandı. Günümüzde olduğu gibi o zaman da Batılı eleştirmenler için ruhu ciddiyetle ele almak olağandışı bir şey miydi?

 

Mari Ruti: Sanırım o kitaptaki fikirler günümüzde o kadar da isyankâr sayılmazlar ama 1990ların sonunda onları yazmaya başladığımda öyleydiler. Aslında günümüzde alan kitabın konumuna yaklaştı diye düşünüyorum. Ama on ya da on beş yıl önce henüz o noktadan uzaktı.

 

Harvard’da tez danışmanım olan Barbara Johnson’a konuyu ilk götürdüğümde beni bunu yapmaktan alıkoymaya çalıştı, ki bu mantıklı bir tavsiyeydi. Bana göz kulak olmaya çalışıyordu. Pes etmeyeceğimi ve düzene çarpacağımı biliyordu. Ama her zaman isyankâr bir çizgim vardı ve ne olursa olsun bunun peşinden gittim.

 

Bunun kişisel nedenini söyleyebilirim. İğrençliğin [abjection][i] mekânı diyebileceğim bir yerden geliyorum. Çok zor bir çocukluk. Bunu pek çok şey olarak tarifleyebilirsin: belirli tür bir yoksulluk, bir şeylerin kıtlığı veya sahip-olmamak. Yani temel olarak bir eksiklik.

 

BLVR: İçindeyken farkında olduğun bir eksiklik miydi bu?

 

MR: Kesinlikle. Ertesi gün sofrada yiyecek olup olmayacağının meçhul olduğunun farkındalığı gibi bir eksiklikten bahsediyorum. Ya da şunu hissetmek [öksürüyor] – özür dilerim, kötü bir şey yuttum…

 

Sanırım uzunca bir zaman oradan kurtulma dürtüsüne sahiptim. Oradan çıkmak için kendi yolumu ellerimle kazıdım, çünkü orası gerçekten iğrençliğin çukuruydu [gülüyor] ve beynimin oradan çıkış yolu olduğunu biliyordum. Evde hiçbir zaman almadığım olumlu tüm desteği okulda aldım. Çok küçük yaştan itibaren oradan çıkış yolumun entelektüel başarı olduğunu biliyordum. Dolayısıyla sadece buna bel bağladım.

 

Ve psikanalitik bir düşünür olduğum için şunu söyleyebilirim ki bunun patolojik bir tarafı var, çünkü entelektin kötü şeylere karşı bir savunma mekanizması olduğuna dair ufku dar bir yaklaşımı barındırıyor. Fakat beni gerçekten de oradan çıkardığı için bir bakıma işe yaradı bu. Bu nedenle daima güçsüz, ruhen yoksullaşmış ve iktidar yapılarına tabi olduğumuzu söyleyen post-yapısalcı teori ile baş etmek Harvard’daki ilk yıllarımda benim için gerçekten zordu. Kişisel nedenlerden ötürü, bana bir tür umut ve çıkış yolu sunacak bir teori istedim. Reinventing the Soul, teorinin beni yeniden içine dönmeye zorladığını hissettiğim o iğrençlik çukurundan çıkış yolumdu.

 

BLVR: Bunu, eksikliğin umut verici şekilde yeniden yorumlanması yoluyla başardın. Eksiklik nedir? Ona sahip olmak için Finlandiya’daki üç haneli bir topluluktan mı gelmek gerekir?

 

MR: Hayır. Kesinlikle hayır. Eksikliğin iki farklı düzlemi var. Dünyaya ilk geldiğimiz zaman, dünya ve kendimiz arasındaki ayrımı anlamayız. Bir bakıma dünyanın kendisiyizdir. Sanki dünya benim ve ben dünyayım gibi. Arada ayrım yoktur, yani evrenin kadir-i mutlak göbek deliği olmak gibi bir his. Mutlak güce sahip o dünyaymışım gibi!

 

Ancak, sosyalleşerek daha geniş kültürel düzleme açıldığımızda ve konuşmaya başladığımızda, dünyanın sadece küçük bir parçası olduğumuzu anlarız. Tabii ki bir bebek bunu kavrayamaz, ama dünyanın göbek deliği olmadığımıza dair o yıkıcı farkındalık vardır. Ben aslında bir bakıma güçsüzüm hissi. Bu hepimizin içinde taşıdığı temel bir yaradır ve hayatımızın geri kalanını varlığımızdaki bu eksikliği doldurmaya çalışarak geçiririz.

 

Fakat bu ontolojik eksikliğin üzerinde başka bir düzlem daha vardır, ki sanırım benim çocukluğum da bunu temsil ediyor. Bu, içinde bulunduğumuz koşullar yüzünden, epey bağlama özgü ve evrensel-olmayan bir şekilde, çeşitli biçimlerde travmatize olma deneyimidir. Bunu her zaman, evrensel eksikliğin o aynı yarasını deşme ve kanırtma olarak düşünmüşümdür. Örneğin, ırkçılığın yaygın olduğu bir toplumda yaşıyorsanız, toplumsal düzlemde buna maruz kalabilirsiniz. Ama ailevi düzlemde de olabilir bu. Örneğin ebeveynlerinizin sizin için orada olmaması ya da gün be gün iğrenç nesne yerine konmak veya sizden vazgeçilmesinde olduğu gibi –

 

BLVR: – ve ontolojik eksiklik içeriden gelirken bu dışarıdan geliyor.

 

MR: Kesinlikle. Ve buna daha fazla maruz kalan insanlar, yetersiz ya da bir şekilde eksik olmaya dair o boşluk hissine daha çok sahip. Ayrıcalıklı ya da çok fazla sevgiyle büyümüş olanlar yalnızca evrensel eksiklik hissi ile baş etmek zorunda.

 

Eksiklik, insan hayatına dair yaratıcı ve yenilikçi olan her şeyin temelidir. Eğer evrensel eksiklik olmasaydı herhangi bir şey icat etmeye ya da yaratmaya dair hiçbir motivasyonumuz olmazdı, zira fazlasıyla kendine yeten ve olağanüstü mutlu varlıklar olurduk. Hayatımızda hiçbir şeye arzu duymazdık. Dolayısıyla, dünyaya doğru açılmamızı ve hayatın anlamını aramamızı sağlayan şey tam da bu eksikliğe sahip olduğumuz gerçeğidir.

 

Dünyada yeni şeyler yaratmaya dair bu çaba, tamamıyla travmatize olmuş ve üstüne basılıp geçilmiş olduğunuz gerçeğiyle baş etmenin bir yoludur. Gerçekten yaratıcı olan insanların pek çoğu zorlu bir geçmişe sahiptir ve birçok travmanın içinden gelir. Ve yaratıcı faaliyet bu ızdıraba karşı bir panzehir olabilir. Bu, Freud’un yüceltme dediği şeydir. Yüceltme, bizi dünyayla etkileşime geçiren herhangi bir yaratıcı yol olabilir. Lacan’ın tanımı şöyledir: sıradan bir nesneyi, yüce nesnenin izzetine yükseltmek. Böylece karşımıza çıkan şey Cezanne’ın elmaları –

 

 

 

BLVR: — ya da Proust’un madlen keki.

 

MR:Kesinlikle. Sıradan bir şeyi alır ve ona özel bir tür soyluluk katarsınız. Gerçek şu ki bunu günlük dünyamızda hepimiz yapıyoruz: Bazı nesnelerin önünde saygıyla eğiliyoruz ve gerçekten sevdiğimiz şeyler ile aslında o kadar da umurumuzda olmayan şeyler arasında seçim yapabiliyoruz. Bu zaten bir yüceltim meselesidir çünkü enerjimizi sevdiğimiz bir şeye bağlıyoruz.

 

Fakat sanatsal başarı konusuna gelirsek, pek çok insan bu noktada sıkışıp kalıyor çünkü patoloji ve yaratıcılık arasındaki çizgi epey ince. Neredeyse yokmuş gibi. Emrinizde olan bu büyük enerjiye sahipsiniz ve şayet bu enerjiyi yücelterek, sözgelimi roman yazmak gibi bir şeye dönüştürmenin bir yolunu bulamazsanız, o enerji muhtemelen patolojik bir şekilde ortaya çıkacaktır. Derin ıstırap çeken sanatçı şeklindeki o popüler kültür nosyonuna bu yüzden sahibiz – çünkü gerçekten de ıstırap içindesinizdir.

 

   

 

BLVR: The Summons of Love adlı kitabın, kişisel gelişim programının bir eleştirisini yapıyor. Kişisel gelişim endüstrisinin kapısından içeri girmek senin için nasıldı?

 

MR:Çıldırtıcıydı. Çok kızgındım – bu kadar kızdığım nadirdir. Kişisel gelişim endüstrisinin dayandığı tüm fikir, bazı sorunlara sahip olduğumuz ve bu sorunların çözümlerinin olduğudur.

 

WF:Bir tür ahenk ima ediyor.

 

MR:Kesinlikle. Bu konuda ustalaşabiliriz, bunu düzeltebiliriz, tüm sorunları ortadan kaldırabiliriz ve huzur ve itidal dolu bir noktaya varabilirizgibi bir anlayış var. Ben de diyorum ki, Hadi oradan!

 

Kişisel gelişim endüstrisini bu kadar eleştirmemin nedenlerinden biri, hayatınızı nasıl mükemmelleştirebileceğinize dair o kolaycı anlayışı beslemesidir. Çalışmamda bir tür gerilim var: Bir yandan o umut ve iyimserlik çekirdeğine tutunmak istiyorum ama bir yandan da her şeyin çok güzel olacağına dair o kolaycı anlayışa da kaymak istemiyorum.

 

Bu hafta sonu katıldığım bir konferansta biri şöyle dedi: “Halen mutsuzum ama mutsuzluğuma dair mutsuz değilim.” Benim felsefem bu. Tüm sorunlarımızı çözmek veya tüm sorunlarımızın çözüldüğü bir geleceğe ulaşmakla ilgili değil bu. Daha ziyade, o çatışma ve belirsizlik alanında ve hayatın kaygı ve gerilimleriyle birlikte, tüm bu karmaşıklığın sizi ezmesine izin vermeden yaşayabilmekle ilgili.

 

BLVR: Arzuyu bir “tren yolu” olarak tarifliyorsunuz ve şimdiki zamanda bazı şeylerle uğraşmamanın bizi yol boyunca nasıl incitebileceğinden bahsediyorsunuz. Başka bir yerde, onu daha akıcı terimlerle tanımlıyorsunuz: “arzunun momentumu,” “akımı,” “yörüngesi” ve “akışı.” Arzu nasıl çalışır?

 

MR: Arzu söndürülemez. Arzunun anlık doyumları vardır ama o her zaman yeniden başını kaldırır, anlatabiliyor muyum? Bir süreliğine amacına ulaşırsın ama o yeniden yüzeye çıkar.

 

BLVR: Başka bir deyişle, arzu tatmin edilebilir ama eksiklik asla doldurulmaz.

 

MR: Anlık olarak doldurabilirsiniz. Ruhunuzu kavuran seksler yapabilirsiniz. Ancak arzuyla ilgili nokta, tabiatı gereği söndürülemez olmasıdır.

 

Arzunun makul akışı, devam ettiği ve bir an için tatmin olduğu ama sonra tekrar başını kaldırdığı, akıcı, engelsiz bir akış olacaktır. Farklı yönlere gidebilir. Plastiktir, değişkendir, farklı noktalarda onu kullanım şeklinizi değiştirebilirsiniz.

 

BLVR: Arzu bir nesneye sabitlendiğinde ne olur peki?

 

MR: Arzunuz aşırı derecede katı ve sabit olduğunda, kendisini patolojik olarak ifade eder. Freud’un yineleme zorlantısı dediği şey budur: yolda sıkışıp kaldığınız ve aynı hataları tekrar tekrar yapmaya devam ettiğiniz ve bundan bir çıkış yolu bulamadığınız durum. Bunun nedeni, arzunuzun tek bir nesne etrafında fazla kristalize olması, belirli bir yolda fazla katılaşmasıdır. Psikanalistlerin patoloji ile kastettikleri şey budur: Bir şey arzunuzu o kadar güçlü bir şekilde sabitlemiştir ki, onu artık yaratıcı şekillerde kullanamazsınız. Yol size tamamen acı verse de aynı yolu takip etmeye mahkûmsunuzdur. Yani aynı hataları yapıyorsunuzdur, aynı şekillerde inciniyorsunuzdur, sevgiliniz sizi aynı şekilde tekrar tekrar terk ediyordur. Ama bunu yapmaktan kendinizi alıkoyamıyorsunuzdur. Çünkü arzunuz her zaman belirli bir ölçüde bilinçdışındadır.

 

 

 

BLVR: Ama terk eden bir sevgili, dışarıdan gelecek bir şeydir.

 

MR: Ama arzunuz sizi aynı türden sevgililere çeker. Yineleme zorlantısı fikri özetle şudur: Bilinçdışı bir düzeyde kaderimizin veya yazgımızın parametrelerini kendimiz inşa ederiz. Ne zaman aynı acı verici senaryoyla tekrar tekrar karşılaşsak, bilinçdışı bir düzeyde yapmaya çalıştığımız şey durumu düzeltmektir. Kendimize bilinçli olarak tekrar kendimi bu acı verici duruma sokacağım demeyiz. Fakat bilinçdışı, zaman algısına sahip değildir. Durumu düzeltene kadar bizi aynı travmatik senaryoyu tekrar etmeye zorlar.

 

Diyelim ki bir kadınsınız ve soğuk ve yasaklayıcı bir babanız vardı, siz de kendinizi soğuk ve yasaklayıcı erkeklerle ilişkilenirken bulup duruyorsunuz. Aslında farklı bir sonuca varmaya çalışıyorsunuz. İçinizdeki bir şey, babanızın böyle olduğunun ve bu yüzden benzer bir adama ilgi duyduğunuzun farkında çünkü bu sefer aynı sonucu vermeyeceğini düşünüyorsunuz. Bu adamın sıcak ve harika biri olacağını düşünüyorsunuz.

 

Bilinçdışı, arzu yoluyla geçmişi düzeltmeye ve acısını dindirmeye çalışır. Ama tabii ki işler bu şekilde yürümez ve bu kalıba müdahale etmeyi öğrenmediğiniz sürece yine aynı şekilde incinmeye devam edersiniz. Bilinçdışıyla aktif bir ilişki geliştirmek, zorlu bir geçmişi aşmanın en önemli adımlarından birisidir.

 

BLVR: Klinik psikanalize girmekle Harvard’dan psikanaliz alanında doktora derecesi almak arasındaki fark nedir?

 

MR: Psikanalizin klinik deneyimi, sizi bu kalıpları kırabileceğiniz ve bir bakıma kaderinizi yeniden keşfedebileceğiniz bir noktaya getirmekle ilgilidir. Analistin işi, psişik hayatınızı artık dünyaya aynı şekilde tepki vermeyecek şekilde yeniden koşullandırmaktır. Onlar eğitimlilerdir. Bunu incelikle yaparlar. Analistin size kendiniz hakkında harika şeyler söylemesi ile arkadaşlarınızın bunu yapması arasındaki fark, analistin, anne babanız gibi bir otorite figürü olmasıdır; bu nedenle anne babanızdan öğrendiğiniz şeyleri arkadaşlarınızın yapamayacağı bir şekilde yeniden programlama gücüne sahiptir. Aslında oldukça basit.

 

Diyelim ki, sürekli aynı türden insanlarla karşı karşıya kaldığınız bir örüntüdesiniz. Birkaç yıllık psikanalizden sonra, o kişi gelir ve siz yine o kişiye ilgi duyarsınız -kesinlikle o kişiye ilgi duyarsınız ama artık arzunuzla aktif bir ilişkiye sahipsinizdir. Kendi kendinize şunları söylersiniz: Neler olduğunu görüyorum. Bunu burada durdurmam lazım. Arzumun nasıl işlediğine dair bir farkındalığım var. Arzumun belirli nesne türlerini hedefler şekilde harekete geçtiğini anlıyorum. Ama bunun geçmişte başımı belaya soktuğuna dair aktif, bilişsel bir farkındalığa sahibim ve bunu burada durduracağım.

 

Zamanla, daha önce içinde bulunduğunuz örüntü artık sizin için bir anlam ifade etmez çünkü size belirli bir şekilde yaşamayı öğreten bu başka alana sahipsinizdir. Kulağa gizemli, çılgınca veya esrarengiz geliyor, ancak, dünyaya aynı şekilde tepki vermemek için zihinsel yapınızı yeniden eğitmenin çok özel bir tekniği var. Ve dünyaya aynı şekilde tepki vermediğinizde, artık aynı kaderi paylaşmıyorsunuzdur.

 

 

[i] Türkçe literatürde abjection kavramı, bağlama göre genellikle “tiksinme,” “iğrenme” veya “ötekileştirme” olarak çevrilmektedir. Kavram Julia Kristeva tarafından post-modern feminist teori içinde ağırlıkla kullanılmıştır. Abjection ya da iğrençlik kavramı, bireyin bir bütünden ayrılmış bir organ, kan, saç, kusmuk veya vücudu terk etmiş ve artık onun bir parçası olmayan dışkı gibi unsurları gördüğünde hissettiği aşırı korku, tiksinme ve zayıflık duygusunu ifade eder. –ç.n.

 

 

Ana görsel: kaynak

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Mektuplarda Leyla Erbil
Japonya’da Kiralık Aile Endüstrisi
Erkek Öfkesi Neden Bu Kadar Ürkütücü?

Pin It on Pinterest