Deprem bölgesinde hayatı yeniden kurma yükünü yine en fazla kadınlar taşıyor.
Bu konuda söylenecek bir şey varsa söyleyecek ben değilim. Diğer yandan, İstanbul’da duran biri olarak seyrettiklerimden, duyduklarımdan, işittiklerimden sürekli notlar alıyordum.
Kendimizi üstümüzde öteden beri iktidar sahibi olanlar tarafından bize verilen etiket ve kimliklerin hapishane hücrelerine kapattığımızda, sahneleyeceğimiz şey en iyi ihtimalle bir hapishane isyanı olur. Devrim değil.
Girişe vardığımda sadece bu yolda 6 bin adım attığımızı gördüm. Polisin bu eziyet karşısındaki umursamaz tavrı, soğuk hava ve yağış, yerdeki çamur ise alana vardığımızda yerini büyük bir coşkuya bıraktı.
Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz. Bilinmelidir ki her birimiz bu mücadelenin böylesi sistematik bir şekilde baltalanmaya ve yok sayılmaya çalışıldığı yerde yine alanlarda olmaya, haklarımızı dile getirmeye ve sözümüzü söylemeye devam edeceğiz.
Dün okunan basın açıklamasında da dendiği gibi evet yastayız, evet öfkeliyiz ama bu enkazı birlikte kaldıracağımıza inanan milyonlarca insanız da.
LGBTİ+ ve göçmen olmak iki belalı kesişim kümesinin ortasında olmak demek: İkisi de görünürsen, duyulursan, “alıktırırsan” şiddete, aşağılanmaya, küçümsenmeye maruz bırakılabilirsin demek. Kriz anlarında gözden çıkarılabilir, göze battığın kadar görmezden de gelinebilirsin demek.
Sibel, başka birçok belgesel sinemacı gibi, başından beri “ötekiyi” seyretmeyi ya da seyrettirmeyi değil, anlamayı seçti. Belki de o yüzden eli herkese değdi.
Halklar, kültürler ve içinde boy attıkları canlı doğa için ölümün olağanlığı ile devletli piyasanın hayat ve ölüm üzerindeki olağanüstü yetkilerini bir arada ören bu olağanüstülük retoriği de yine öteden beri olduğu gibi, rejimin gayri-mistik somut kaynağı halkın (demos) gücünden duyduğu derin korkuyu mistik bir korku olarak halka geri yansıtma işlevi görüyor. En azından “plan” bu.
Şok haber: Boşandıktan sonra tekrar aşık olabiliyoruz.