BBC’nin 4 bölümlük mini drama serisi Apple Tree Yard, yazar Louise Doughty’nin aynı adlı best seller (yedinci) romanından ekranlara adapte edilen bir (politik) psikolojik gerilim. Bu yılın gıcır yapımında baş karakter Yvonne Carmichael (Emily Watson) 50’sinde, evli, iki çocuğunu yetiştirmiş, saygın bir bilim insanı. Sıradan hayatı, parlamento binasında bir yabancıyla karşılaşmasıyla değişiyor. Fonda ciddi Britanya’nın gri sıkıcılığı da varken ikili arasındaki önlenemez cereyan, dakikalar içinde seksle nihayete eriyor. Yvonne’ın adını sormaya seviştikten sonra fırsat bulduğu Mark Costley (Ben Chaplin) ketum, gizemli bir karakter.
Hikâye ilerledikçe Yvonne’un ailesinden ve çevresinden saklaması gereken sırlar artıyor ve Mark’la ilişkisi bambaşka bir seyir alıyor. Ellili yaşlarında bir kadının kendini ve cinselliğini yeniden keşfi vaadiyle başlayan hikâye bir anda çok daha büyük şeylerin, suçun, cezanın, adaletin yeniden ve yeniden tanımlandığı bir kadın hikâyesine dönüşüyor. Ve final gibi final… Gerçek bir twist mi değil mi tartışılır ama diziyi izleyen herkesi tatmin edecek “beklenmeyen son” olduğu kesin. Oyumu baştan belli ediyorum. Beğendim. Hatta şöyle reklamını yapmak isterim; aynı temayı işleyen daha önce denk geldiğim dizi-filmler “Sıradaki şarkı işitme engellilere gelsin” demekten öteye gidememişler fikrine kapıldım.
Dalgaları Aşmak, Angela’nın Külleri, Kızıl Ejder filmlerinden de başarısını ödüllerle taçlandırılmış İngiliz aktrist Watson, canlandırdığı karakterle yaşıt. Diziyi izlerken bir yandan da kadının filmografisini kendi yaş dönemeçlerinde hatırlayıp “Bu kadar yaşlandı mı? Yaşlandık mı” dememek mümkün değil. Hani Hollywood 50’lerinde olup da 30 gösterenlerin dünyası ya, Watson BBC yapımından bir nanik yapıyor bütün o dayatmalara. Öyle bir oyunculuk ki ancak yaşla, yaş almış olmakla mümkün diyorsunuz. Emily demişken, aslında Amelie (Le fabuleux destin d’Amélie Poulain) rolünün de Emily Watson için yazılmış olduğunu -hatta tam da bu isimle- biliyor muydunuz? Ama o “Ay Fransızca kasar beni, Fransalara da gitmeye üşeniyorum” diyerek rolü reddedince Audrey Tautou ile tanışmışız. Emilyciğim Watson’la ilgili başka bir detay da şu: Kendisi Harry Potter’da hiç rol almamasına rağmen adının sık sık seriyle ilgili haberlerde geçtiğine dikkat ettiniz mi? Evet, Emma Watson’la isim benzerliği yüzünden. Emilyciğimizin bu konudaki yorumu ne dersiniz?: “Bu karışıklığı düzeltmiyorum. Zira insanların 21 (şimdi 27) yaşında olduğumu sanması memnuniyet verici.” Bence de isim karışıklığında sorun yok. Zira her iki oyuncunun da feminist faaliyetleri, performansları, demeçleri gönül çeliyor.
Dizinin diğer alamet-i farikası Ben Chaplin üzerineyse söyleyeceğim çok şey yok. Mark tipine cuk diye oturmuş. Yeterince şeytan tüyü sahibi, yeterince ne idüğü belirsiz ve bayağı karizmatik.
İngiltere’de yaşayan bir arkadaş kaynaklı duyumlarıma göre hem Louise Doughty’nin kitabı hem de BBC yapımı dizi ülkede çokça ses çıkarmış. (Yazarla ilgili şu notu da buraya düşmek isterim. Kendisi son kitabını (Black Water) Endonezya’nın kırsalında yazmış. Ve ilhamı doğadan, muson yağmurunun ağaçlara düşürdüğü seslerden aldığını anlatırken bu sesleri bir palanın vücutta bıraktığı darbelere benzetmiş. Bizim hikâyedeki ikili deliliğin nasıl bir bir dünya algısından kaynaklandığını da anlatıyor gibi bu anektod.) Dizi BBC One’ın The Night Manager‘dan sonra en yüksek reytingli dizisi. Fransız Arte de göstermeye hazırlanıyormuş. Almanya da sıraya girmiş. Bu sene Emmy, Golden Globes artık ne ödül varsa Feud, Big Little Lies ve Apple Tree Yard ile kadınlar, hem de 40 yaş üstü dişli kadınlar yarışacak gibi. Hem de böylesi kök söktüren hikâyeler, ezber bozan yapımlarla. Yine de Apple Tree Yard ve Emily Watson’un olağanüstü oyunculuğu diğerlerinin bir adım önünde.
Diziyi izlememiş olanlara diyeceklerim bu kadar. İzlemiş olanlarla ise konuşmak istediğim derin mevzular var. Spoiler geliyor dikkat!
Bir kere dizinin başına Apple Tree Yard diye oturunca elma ağaçlarıyla çevrili bir avlu sahnesi gelsin diye boşuna beklemişim. Size de oldu mu? Apple Tree Yard çıkmaz bir sokak tabelasıymış meğer ve “affair” günahına sahne olacakmış. Peki o “günah” tohumları nasıl ekiliyor? Parlamentonun dehlizlerindeki şapelde. Kilise ve elma. Yasaklar salatasının en lezzetli malzemeleri. Yvonne’un o takım elbiseli, kravatlı, bıyıklı meclisin dibinde -1913’te kadınların oy hakkı olmamasını protesto etmek için at yarışında kendini kral V. George’un atının önüne atıp hayatını kaybeden- aktivist Emily Davidson’ın saklandığı süpürge odasına (Evet, süfrajet, cadı, süpürge) girmesiyle seyircinin de feminist bir hikâyeye kapı aralamasını çok ama çok minnak buldum. Tabi bunlar hep filmlerde, romanlarda olur. Nerede o kadar iyi olta atacak Mark’lar… Emily Davidson’un süpürge odasındaki seks sahnesi, sonunda fizyolojik olarak bir erkeğin bir kadını duvara dayaması klişesinde penetrasyonun fiziken olanaksızlığıyla da ters çevrilmiş bir kovayı ayak desteği yaparak dalgasını geçmiyor muydu?
Yvonne’u bu fantastik seks sahnesiyle tanımaya başlıyoruz. Başarılı kariyer, sıkıcı ama görece iyi niyetli bir koca, biri sorunlu olsa da yetişmiş, yuvadan uçmuş çocuklar… İyi bir paket gibi gözüken bütün bunların içinde Yvonne’un dibine kadar mutsuz olduğunu ancak hayatına Mark’ın girmesiyle anlıyoruz, Yvonne’la eş zamanlı olarak. Mark’la birlikte gelen heyecan, heves, neşe, libido ise pürüzsüz değil tabi. Yvonne’un vücudunu jöleye benzettiği sahneyi hatırlıyor musunuz? Jöleleşme kaygısı gerçek ve hüzünlü bir kaygı zannımca. Yvonne’un vücuduyla kurduğu ilişkinin nasıl değiştiğini adım adım takip ediyoruz. Giydiği elbiseler seksileşirken, ayna karşısında memeler, karın, popo muayene edilirken, Mark’ı düşündükçe yanaklara al basarken bir yandan da yaşını hiç unutmuyor Yvonne. Ergenlik heyecanıyla jöleleştiğini düşündüğü bedeninin bir aradalığı her sahneyi bir tür gerilimle yüklüyor sanki.
Tecavüzün tam bu noktada gelmesi tesadüf müydü peki? Bedenini yıllar sonra ilk kez heveslere, arzulara açmışken ve hatta Mark’la en ateşli, en çılgın seksini yaptıktan hemen sonra. Tecavüzcü yabancı biri değil, yıllardır tanıdığı bir meslektaşı. O gece iş yeri partisinde Yvonne’a tecavüz ederken kocasını aldattığını bildiğini de öğreniyoruz. Pislik George’u harekete geçiren bu bilgi miydi? Yıllardır aklından geçirdiği birşeyi yapma cesaretini Yvonne’un “açığa çıkmış” cinselliğinden mi aldı? Dizi bize bunu mu ima etti?
Yvonne’un tecavüzle başetme biçimi ise dizinin esas sorularını sordurduğu yer. Nasıl bir korkuydu yaşadığı? Nasıl bir unutma isteği? Neden delilleri yok etti, neden polise gidemedi, neden kimseye anlatamadı? Saygın bir bilim insanının tecavüz karşısında yapacağı başka hiç bir şey yok muydu? Tam bu noktada dizi Yvonne’u güçlü kılan herşeyin, kariyerin, yaşının, ailesinin, konumunun, çevresinin bumerang gibi ona doğrultulmuş birer silah olarak döndüğünü mükemmelce anlattı bana kalırsa. Konumu ne olursa olsun tecavüze uğrayan kadının cevaplaması gereken sorular belli: O an içkili miydi? Erkeğin dizine elini mi koymuştu? Ha bir de kocasını mı aldatmıştı? Yvonne mahkemeyi kafasında yaptığı için onu yargılamayacak, hesap sormayacak, sorumlu tutmayacak tek kişiye, seks partneri Mark’a anlattı olanları. Ki sonradan gerçek mahkemeye çıkınca başta polise gitmemekte ne kadar haklı olduğunu gördük. (İngiliz mahkemeleri de bu kadar berbat mı gerçekten? Kadına tecavüzü bin kez, bin kez daha yeniden yeniden yaşatıp durdular. Küçük düşürme, aşağılama, deşifre etme. Resmen upuzun bir işkence sahnesiydi.)
Bu arada Garry (Yvonne’un kocası) ne beş para etmez bir tipti arkadaş. Gencecik asistanıyla işi pişirmesini bile kibrinden kraliyet meselesine çevirirken Yvonne’a verdiği destek bana biraz iki yüzlülük gibi geldi. Mesele kötü günde yanında olmak mı? Sonuçta karın sana tecavüze uğradığını anlatamamış be adam. Yoksun demek ki sen. Git yok ol. Bu ne kibir? Kefaleti yatırıyor, mahkelemelere geliyor, yetmedi bir de ‘Pardon torunumuz doğdu, koptum bir ara’ diyor! Valla benden kocaya sıfır sempati.
Mark ne ayaktı peki? Dizi ilerledikçe çözüldü tamam, o gizemli karizma mahkemede tuzla buz oldu ama nasıl bir karakter bu? Hem erkek, hem estet, hem mittomanın çağımız versiyonu, özetle gayet sofistike bir sefillik… Ve fakat hakikaten de aşık. Ben inandım, öyle söyleyeyim. İşte o ortaklaştıkları gerçek, bence o sevgiydi. Üstelik tecavüz konusunda söylenmesi gereken tek doğruları ondan duyduk: “Senin suçun değil, polise gitmek zorunda değilsin ama bir uzmandan tavsiye alabilirsin, ben her türlü senin yanındayım, sana nasıl yardımcı olabilirim?”
Olayın en sonunda “vur dedik öldürdü” çıktığına inandınız mı peki? Sonradan öğrendiğimize göre Mark da Yvonne gibi mutsuz bir hayat sürüyordu. Ama o mutsuzluğu kabullenmek yerine yalan dünyalar yaratıp o dünyaların içinde “önemli” biri oluyordu. Buraya kadar tamam. Çağımız sorunsalı “önemli biri gibi hissetmeye muhtaç” olmak -Yvonne’da bunu itiraf edecek sağlamlık da vardı mesela- Mark’ta biraz daha klinik düzeyde seyrediyormuş anladığımız kadarıyla. Ama kendine persona yaratma ihtiyacı ya da bağımlılığı, “vur dedik öldürdü” kısmını açıklamaya yetiyor mu cidden? İzleyenlerin fikrini en çok bu konuda merak ediyorum. Dizinin finalindeki twist size ne düşündürdü? Yvonne Mark’tan George’u öldürmesini gerçekten istedi mi? (Bence istedi). Mark’taki bozukluğu önceden anlamıştı ve tecavüzcüden intikam almak için onu kullandı mı? Yoksa Mark mental sorunları yüzünden ortaya söylenen bir laftan vazife mi çıkardı? Yvonne şeytan mıydı? Dizi kadın düşmanı mı bitti? Aşırı feminist mi? (Bence aşırı feminist).
Sonuçta tecavüzün cezası ölüm oldu. Fazla mı bu ceza? Yvonne, George’un ölmesini dilediğinde onu kınamıyorsak dilekleri gerçek olunca nasıl kınayabiliriz?