Trans olmanın, lezbiyen olmanın, ikili cinsiyet kurgusunun dışında olmanın, kadın olmanın, göçmen olmanın getirdiği yükleri taşıyan hikayeler.

KÜLTÜR

Annemin Kaburgası: Burçin Tetik’in Aktivizmi Edebiyata Taşıyan Öyküleri

Burçin Tetik’in Kasım 2020’de İletişim Yayınları’ndan çıkan Annemin Kaburgası başlıklı ilk kitabı, gökkuşağının ötesindeki, kurulmaya cesaret edilen düşlerin gerçekleştiği söylenen o yerden pat diye, gökkuşağına ve temsil ettiği çeşitliliğe tahammül dahi edemeyen, yaşamakta olduğumuz dünyaya[1] sert bir iniş yapıyor. Kitapla aynı adı taşıyan ilk öykünün, bir kasabın korkunç kokusuyla açılan sahnesinde bulup kendimizi, dünyamızın taşlı yollarını, birkaç sayfa için de olsa başka başka karakterlerin ayakkabılarıyla yürümek üzere yola koyuluyoruz. Kitabı oluşturan 9 öykünün tümünde, bu dünyanın çerçevesini çizmekte ısrarcı olan türlü baskı ve şiddete rağmen var olmak –ve hatta, istediğimiz gibi var olmak- için çocukluktan geliştirmeye başladığımız stratejilerin bazen tanıdık bazense daha beklenmedik manevralarını takip ediyoruz; döne döne dolaşıyoruz o taşlı yolları.

 

Okuduğumuz öyküler, bu çizilmeye ve sabitlenmeye çalışılan çerçevelerin dışında kalan, dışına kaçan, içindeymiş gibi yapmaya çalışsa veya kamufle olsa da oraya sığamayan, sığmak istemeyen, sığdığı ya da sığmaya uğraştığı için içten içe pişman olan, kısacası bu çerçevelerle öyle veya böyle derdi olan karakterlerin hikayelerinden kesitler. Kitapta baskın olarak karşımıza çıkan toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin değişik kılıklardaki fiili yansımaları. Patriyarkayla, cisnormartiviteyle, heteronormativiteyle meselesi olan bir konumdan yazıldığı çok açık Annemin Kaburgası’nın. Ayrıca, zaman zaman sınıfsal eşitsizliklerin de belirdiği kadrajına bazen de göçmenlik deneyimini alıyor kitap. Üretilen işin içeriğiyle üreteni her durumda sıkı sıkıya birbirine bağlamak ne derece gerekli, bunu ayrıca tartışabiliriz; ama Annemin Kaburgası’nda, bu bağın açık seçik ortada olması, yazarın bilinçli ve ısrarlı bir tercihiymiş gibi görünüyor. 2010’dan beri Berlin’de yaşayan Burçin Tetik, Mart 2020’de Kaos GL’de yayımlanan röportajında[2] “hem göçmen hem lubunya” olmanın kendi tecrübesini nasıl şekillendirdiğini anlatıyor. Bu söyleşide, kendi deneyiminde birbirine dolanan bu iki kimliğe yönelik tahakkümün kişinin karşısına çıkardığı engel ve sorunlarla nasıl bir kavgası olduğunu görüyoruz yazarın. Ayrıca, aktivizm ve üretimin (söyleşinin bu kısmında üzerine konuşulan konu, özel olarak gazetecilik alanındaki üretim) “beraber yürümesi gerektiğini düşündüğünü” de… “Gazeteci olarak göçmen lubunyalarla yaptığı röportajlar”la ilgili soruya verdiği cevapta, bu kimlikleri taşıyanlar dışındakilerce ya bilinmeyen ya da görmezden gelinen hikayelerin anlatılmasına büyük önem verdiğini özellikle dile getiriyor Burçin Tetik:

“Benim için önemli olan galiba şu an başka insanları da bu konuda desteklemek ve daha çok hikâyeler anlatılmasını sağlamak. Çünkü […], bu hikâyeler zaten belli bir grup insanın bildiği şeyler, üzerine konuştuğu şeyler, buradaki lubunya göçmenlerin de kendi kendine çok konuştuğu şeylerdi. Ama dışarıdan haberi yapılan şey […] böyle cis-hetero adamlarla konuşmak, işte yeni göçmenler, Türkiye’den yeni bir göç dalgası, ‘eskilerden ne kadar farklı’ vurgusuyla yapılan haberler. Hem Türkçe haberler hem Almanca haberlerle maalesef genelde bu şekilde gidiyordu. Ama bir yandan bakıyorsun son birkaç senede LGBTİ+ göçü diyebileceğimiz bir olay var ve bunu görmüyor insanlar.”

 

Yazar Burçin Tetik

 

Annemin Kaburgası da, trans olmanın, lezbiyen olmanın, ikili cinsiyet kurgusunun dışında olmanın, kadın olmanın, göçmen olmanın getirdiği yükleri taşıyan hikayeler anlatıyor. Benim okumamda, kitaptaki hikayeleri birbirine bağlayan ve birbirleriyle konuşturan eksen, bakışın, bu yükleri taşımak, bunlarla başa çıkmak ya da bunlardan özgürleşmek için geliştirilen yöntemlere çevrilmesi oldu. Öykülerdeki kahramanların stratejileri başka başka: Saklamak, saklanmak, yokmuş gibi yapmak, bir adım atmak için tencerenin taşmasını beklemek, unutmak, hatırlamak, kaçmak, orada kalmak, geride bırakmayı ummak, kendine yeni bir yer inşa etmek, anlamaya çalışmak, susmak, anlatmaya çalışmak, bazen sadece anlamayacağını bildiğin birine söyleyerek dışına çıkarmak, bir zinciri veya döngüyü kırmayı denemek, sevişmek, dayanışmak… Kahramanlarının seçtiği yöntem ne olursa olsun, bu öykülerin benim için ortak yanı, okuyucusunu, kendi stratejileri ve alternatifleri üzerine düşünmeye de iten, varoluşla doğrudan alakalı birtakım manevralara tanıklık etmeye çağırması.

 

Çıktıkları kalemin aktivist yanını sahiplendiklerini deyim yerindeyse haykıran bu metinlerin, bu anlamdaki açıklıklarının neden olması olası öngörülebilirliğini, yazar çeşitli şekillerde bertaraf etmiş. Öncelikle, öngörülerimizi sekteye uğratma ihtimali yüksek sürprizlerle karşılaşıyoruz öykülerde (okumayanlar için sürprizi bozmamak adına bunu örneklendirmeyeceğim, okumuş olanlar da neden bahsettiğimi zaten anlamışlardır diye tahmin ediyorum). Bunun yanında, yazarın durduğu taraf kadar dili de apaçık: Çok sade ve doğrudan bir üslup hakim kitabın geneline. Ancak bu ortada olma haliyle çok iyi dengelendiğini düşündüğüm oyuncu bir tarafı da var metinlerin; her nasılsa, anlam bir şekilde, açık ifadesinden, tam olarak kendisini aktaran kelimeler dizisinden biraz önce geliyor bazı yerlerde. Önce olay akışı ve anlatım, okuyucusunu açıkça ifade etmediği bir şeyi düşünmeye, bir anlamı yakalamaya itiyor ve birkaç sayfa sonra bu düşünmeye başladığın şey, sanki okuyucu olarak senin aklından oraya düşüvermiş gibi açık ifadesiyle karşında beliriyor. Son olarak, öykülerin hepsi tam bir oluş sırasında sonlanıyor; kahraman(lar)ının, geleceğe etki edecek sonuçları olacağı anlaşılan bir kararıyla, edimiyle ya da fark edişiyle bitiyor. Sonrasını bilmek mümkün değil, pek çok olasılıktan herhangi biri gerçekleşebilir öyküde anlatılan kesitin ardından. Okuyucu, tanımlanmamış bir belirsizliğin kıyısında kalıyor. Olasılıklara kapıları bu şekilde açık bırakmak da, dönüşümün ve devinimin sürekliliği ile akışkanlığı, sadece öykülerde yer verilen kimliklere dair bir tema olarak ele alınmaktan çıkarıp yönteme dair bir öğe olarak da üretime ekliyor. Böylece yazarın yaklaşımı, içeriğin sınırlarından taşan bir bütünlük kazanıyor. Kitaba dair en sevdiğim noktalardan biri bu oldu.

 

Bununla beraber, tanımsızlık, belirsizlik ve bilinmezliği ise hem kavramsal hem de deneyimsel olarak, kendi içinde gerilim barındıran öğeler olarak okudum kitap boyunca. Bazen tanımlama çabası, içimize işlemiş ama kısıtlayıcı yanıyla yer buluyor metinlerde. Mesela, sakallı bıyıklı, dudakları kıpkırmızı boyalı, kıllı elleri, ojeli tırnakları, uzun etekli tül elbisesi, biri kıllı biri kılsız bacakları, topuklu çizmeleri ve bir incelip bir kalınlaşan sesiyle tarif edilen Yabanperi’ye “Burada mı yaşıyorsun?” diye soran Beril, aldığı cevabı şöyle aktarıyor:

Yabanperi akılsızlığıma acırmış gibi, kafasını eğip yüzüme baktı. “Burası dediğin, neresi? Burası nerede biter sence, az ötedeki ağaç da burası mı? Şu ilerideki kasaba, burası değil mi artık? Sınırlar çizmeden rahat duramaz mısın?[3]

 

 

Bazense bilmek ve belirsizliğin -hangi ihtimalin seçileceğine önem verilmeksizin- giderilmesi bir ihtiyaç olarak beliriyor. Örneğin, “Yarım Saat” başlıklı öyküde Sevinç “bilmemenin en kötüsü olduğunu” söyleyerek “hiç soramayacağını sandığı, kabuslarına giren soruyu” soruyor Meltem’e, çünkü “artık bilmek istiyor”. Bir tanımlamanın ifadesiyle gelen bilmek, bu öyküde tarifsiz bir rahatlamaya yol açıyor:

 

“[Ü]zerimden dünyanın yükü kalkmışçasına, uzun bir nefessizlikten sonra suyun yüzeyine yeniden kavuşmuş gibi hissettim. Tüm istediğim bu kadarcıktı işte, kim olduğumuzu bilmek. […] Meltem korkuyordu, biliyordum. Ben daha çok korkuyordum. Ama artık hapsolduğumuz yerden çıkmıştık.”

 

Bir önceki alıntıda tanımlama sınırlayıcıyken bu defa belirsizliğin tasfiyesi, bir tür özgürleşmeye karşılık geliyor. Bu gerilimin daha pek çok örneğini barındırıyor kitap. Ben bunu, metinlerdeki bir çelişki değil; aksine, tam da hayatımızda türlü şekillerde tecrübe ettiğimiz bir gerilimin metinlere taşınmış hali olarak yorumladım: Bir yandan adlandırmaların ve tanımlamaların getirdiği yüklerden kurtulmaya çalışırken diğer yandan giderek daha çoğunu adlandırma ve tanımlayabilme eğilimimiz arasındaki gerilim… “Beden Göçü” başlıklı öykünün, kendi ismini kendi vermiş kahramanı Sedat’ın, pasaport kontrolü sırasında beklerken polis memurunun ismini tahmin etmeye çalıştığı anda bu gerilimin iki ucu bir arada vücut buluyor. Buradaki gerilimi hafifleten ise yine birden fazla olasılığın varlığı ve mümkün oluşu ile dönüşümün sürekliliği: “Kendi adınızı bir kez değiştirdiyseniz bilirsiniz ki bazı adlar da kıyafetler gibi giyilip çıkarılabilir.”

 

Kitaptaki öyküler için kurucu bir diğer gerilim ise doğurmak teması etrafında şekilleniyor. Öykülerin hepsinde değişik biçimlerde karşımıza çıkan doğum sancılarına tanık oluyoruz. Bu sancılar, bazen birinin kendisini yeniden doğurmasının, bazen travmatik bir anının bilinç düzeyine taşınması ya da acı veren bir sırrın, kendini saklayan kişi tarafından kendi dışına açılmasının, bazen de gerçek anlamıyla doğumun doğumdan sonra bir ömür devam eden sancıları… Mesela, “Annemin Kaburgası” başlıklı öykünün hem yaşamının önemli bir kısmını annesinden saklayan hem de “en faydalı yerlerini” annesine saklayıp kendisinden geriye “kalan kısımlarla yaşamaya çalışan” kahramanının anlatımından dinliyoruz doğumla koparılamayan bağın nelere mal olduğunu. Anne-kızın, asıl doğumdan sonra sahneledikleri ikinci doğum, annenin boğazına kaçan kestane sebebiyle, babanın hiçbir şey yapmadan öylece durduğu bir anda evin salonunda yaşanıyor. Kızı kestaneyi annenin bedeninden çıkarıyor çıkarmasına, ama geriye kırık bir kaburga bırakarak. “Annesinin hayatının ikinci kez ellerine kalışında” ise yapmak zorunda hissettiği için neler yapabildiğine şaşkın ve öfkeli, şöyle diyor sevgilisine:

“Beni annemden kimse kurtaramaz Sibel. Doktor doğumda göbek kordonumu iyi kesememiş olacak, hâlâ ne zaman ucundan çekiverse annemin yanında buluyorum kendimi.”

 

“İpler” öyküsüne ismini veren ise evine ve bu evin hiç bozulmayan rutinini beraber yaşadığı annesine “görünmez iplerle bağlı” Melek’in iplere dolanmış hikayesi… Burçin Tetik’in kitabı basıldıktan sonra verdiği bir söyleşisinde de, mesele edindiği bu durumun, bu sefer daha çok anne tarafındaki yansımasına dair düşüncelerini buluyoruz:

“Türkiye’de […] annelerin hayatlarının çocukların hayatından ayrılamadığı simbiyotik bir ilişkilenme biçimi var. Müllerstraße’de Bir Ev adlı öyküdeki Şebnem gibi, ileride yalnız kalmamak için çocuk yapmak zorunda hisseden kadın çok. Fakat çocuklar büyüyünce yine yalnız kalıyorlar. Ataerkinin oyununa gelmiş oluyorlar böylece. Sonra da ortaya karşılıklı yalnızlık hissedilen bir anne-çocuk ilişkisi çıkıyor. Görevleşen bu ilişki içinde ne taraflar gerçekten bireyselleşebiliyor ne de kendilerini ve karşılarındakini tanıyabiliyorlar. Anneye ve çocuğa birbirinin ‘her şeyi’ olmayı mecbur kılan öğretiler yine kadınları yalnızlaştırıyor sonunda.”[4]

 

Ki bahsi geçen öyküde, hamile kaldığında midesi bulanmaya başlayan Şebnem, “içini bulandıran”ın “üzüntü mü, yoksa karnında büyüyen bebek mi” olduğunu “bilemiyor”. Rahimde büyüyen bebek, boğaza kaçan kestane gibi, bedenin kendisine ait olmayan yabancı bir maddeyle özdeşleşiyor bir nevi; ama doğumun üstünden yıllar geçince bile, içinden çıktığı bedeni bir türlü tam anlamıyla terk edemiyor, tatsız ve yalnızlığa dair bir his olarak orada kalmaya devam ediyor.

 

Çocukluk da kitaptaki öykülerin belirgin omurgalarından. Bu sancılı ve doğuranla doğan arasındaki göbek bağının asla tam olarak kesilemediği doğumların, bir şekilde ömür boyu  devam eden ızdıraplı gerilimini, çoğunlukla çocukluğun yetişkinliğe sarkan hisleriyle şekillenen seslerden okuyoruz. Mesela, yukarıdaki alıntıda geçen “Müllerstraße’de Bir Ev” öyküsünün kahramanı Şebnem’in kocası Şener, kendisini Türkiye’de bırakıp Almanya’ya göçen ebeveynleriyle birkaç sene sonra yeniden bir araya geldiğinde annesinin kucağında gördüğü bebeğin, kendi çocuk halinde bıraktığı izlerin hayaletiyle yıllar sonra hâlâ, eve her girişinin arifesinde mücadele ediyor. “Beden Göçü”nde Sedat, diliyle, pasaportuyla, atanmış cinsiyetiyle bağlarını tamamen kestiğini düşündüğü çocukluğunun tanıdık mekanına geri dönüyor. Tıpkı “Çocukluğumun Evi”nde, çocukluğunun ölümcül erkek şiddetiyle aldığı yaraların izlerini süren Nermin’in, zihnindeki evinin odalarına ziyareti gibi…  Ya da Brigitte Mahler, senelerce evinin duvarlarına, sonrasında da aynı dili paylaşmadığı çocuk Hasan’a anlatarak sakladığı sırrını sonunda doğurmaya karar verip ölmeden önce yazdığı mektupla yetişkin Hasan’ı, göçmen çocukluğunun anılarına taşıyor.

 

“Frau Mahler’in Mektubu”nda olduğu gibi kitaptaki bazı diğer öykülerde de karşımıza çıkan bir başka gerilim de unutmak ile hatırlamak arasındaki. Mekan ve dil ise, yazarın, bu hattaki gerilimi kurarken baş vurduğu temel araçlar gibi görünüyor; hatırlama ve unutma konuları sık sık bu ikisi aracılığıyla anlatılaşıp yüzeye çıkıyor. Unutmak ile hatırlamak arasındaki gerilim, en çok kitabın son öyküsü olan “Keramet”te çözülmeye yaklaştı benim için. Bu öyküde, ergenliğinde, hayalindeki oğlu olmadığı için annesi tarafından asker lojmanı evlerinden kovulan Keramet, bir yandan üniversiteye devam ederken bir yandan da seks işçiliği ve falcılık yaptığı dönemde, genç bir kadının kahve fincanında kötü bir kehanetle burun burun geliyor. Dillendirmiyor telvelerin arasında gördüğü şiddeti, sonra da bu gördüğünü unuttuğunu sanıyor. “İçten içe biliyor, havvakızının hayatta kalmak için unutmak zorunda olduğunu.” Hatırası kokularda ve rüyalarda Keramet’i yoklayan bu kehanet, bir zaman sonra gerçekleşip “İstismarcı abisini öldürdü” başlığıyla haberleşiyor ve Keramet’in karşısına çıkıyor. Titreyen elleriyle aşağı kaydırdığı sayfada okuduğu haberde, genç kadının serbest bırakılması talebiyle pek çok ilde kadınların sokağa çıkacağını da görüyor Keramet. Sonra, “kendi tabiriyle Tarlabaşı lubunyası” “İdil anne”sini arıyor “Akşam eylemdeyiz, hazırlan” demek için. Telefon ederken ellerinin artık titremediğini fark ediyor; çünkü artık hatırlamıştır, hakikati dile dökmeye hazırdır ve bunu yaparken yalnız olmayacağını biliyordur. TERF’lere (trans dışlayıcı radikal feministlere) de inat tüm kadınların dayanışma pratiklerini yazıya taşıyan bu öyküde de, bu defa hatırlama ve hakikat meselesi, sadece bir tema olarak içeriğe dahil olmakla kalmıyor ve yöntemsel olarak da metni oluşturuyor. Kitaptaki başka öykülerinde de dil meselesiyle haşır neşir olan yazar, Lubunca kelimelerle kuruyor bu öyküsünün dilini. Ayrıca bu topraklarda trans kadın olma deneyiminden bir kesiti, örülen ağları, kültürü ve tarihi ile birlikte edebiyat çatısı altında kayıt altına almak gibi çok değerli bir görev üstleniyor. Bu anlamda, metnin kendisi, hem şimdi hem de gelecek için hatırlama pratiklerine bir mevcudiyet olarak eklemleniyor.

 

Böyle bir hisle kitabı bitirdiğimde, aklıma Keramet’le beraber iki öykünün daha kahramanları düştü. Bunlardan biri, koruyamadığını düşündüğü annesinin hayatına mal olan şiddetin mekanı, çocukluk evinin hafızasındaki yansımasını benzinle ateşe veren Nermin; diğeri de, sayısız kadının hayatının menzilini kısalttığına inandığı nakış ipleriyle dolu dükkan deposunu ateşe vermeyi aklından geçirip ardından bu ipleri, sevişen bedeniyle ıslatan Melek’ti… Unutmakla hatırlamak arasında salındığımız hayatlarımızda, bizi öldürmeye çalışmış çocukluğumuzun evlerinden miras kalanları ve evimiz bildiğimiz, kendi çocuklarını öldürmüş bu ülkenin, bu dünyanın şiddetle sarılıp sarmalanmış hatıralarını, izlerini gerçekten yakabilir miyiz diye sordum kendime. Bu soruyla, Feminist Gece Yürüyüşü’nden bir fotoğrafta, arkadan görünen iki kadının yan yana taşıdığı dövizlerin verdiği sözü çağırdı bu defa hafızam: “GECE KARANLIKTAN KORKARSAN – BU KENTİ ATEŞE VERİRİZ”.

 

 

 

 

 

Ana görsel: Shoshana Dubiner

 

[1] Mesela, kaderin cilvesine bakın ki, bu yazıyı yazmaya başladığım günlerde, Ticaret Bakanlığı “LGBT ve gökkuşağı temalı” ürünlerin e-ticaret sitelerinde +18 ibaresiyle satışa sunulması gerektiği, aksi takdirde cezai işlem uygulanacağı kararını açıkladı ve ODTÜ LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne katılanların yargılandığı davanın 4’üncü duruşması görüldü.

[2] Aylime Aslı Demir ve Yıldız Tar (15 Mart 2020) “Hep etrafın çevrili gibi”, Kaos GL, https://kaosgl.org/haber/hep-etrafin-cevrili-gibi.

[3] Bu ve sonrasındaki –kaynağı ayrıca belirtilmeyen- alıntılar, Annemin Kaburgası’ndaki öykülerden.

[4] Ayfer Feriha Nujen (13 Aralık 2020) “Yazar Burçin Tetik: Hepimiz zaman göçmeniyiz”, T24, https://t24.com.tr/yazarlar/ayfer-feriha-nujen/yazar-burcin-tetik-hepimiz-zaman-gocmeniyiz,29031.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

Yİçine Çok Şey Sığan Bir Nohut Oda: Melisa Kesmez’in Üçüncü Öykü Kitabı
İçine Çok Şey Sığan Bir Nohut Oda: Melisa Kesmez’in Üçüncü Öykü Kitabı

“Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara” ithaf ettiği kitabında Melisa Kesmez, okurlarını duvarları kayıplardan örülü, koridorlarında gitmeler serili, merdivenleri kalmalara inen, odaları hafızalara açılan bir eve davet ediyor.

MEYDAN

Y“Şehir ve Hayvan”: İnsan-Merkezcilik ve Mekân Üzerine Bir Söyleşi
“Şehir ve Hayvan”: İnsan-Merkezcilik ve Mekân Üzerine Bir Söyleşi

İnsan-merkezcilik iki ucu keskin bir bıçak. Büyük çiçek salgınları sonrası karantina dünyasının gelmeyeceğini sanan, İkinci Dünya Savaşı sonrası kamp toplumunun tekrar etmeyeceğine inanan insanlar karantina ve kamp arasında yaşıyorlar.

Bir de bunlar var

En “Büyük” Şeyler Hep Onlarda
Her Şey Her Yerde Oscar’da
Türk Erkeği Efsanesi

Pin It on Pinterest