20lerimse babama inat, önüme çıkan adama “gel, senden mi zarar göreceğim” diye meydan okuyan ama duygusal ve fiziksel şiddeti hatta tecavüzü bile aşk sanan kayıp bir femme fatale oynayarak geçti.

ECİNNİLİK

Annem ve Karabasan

Zelil (abject): insan vücudunun artık işine yaramayan atık. Zelil: işi biten ruhun terkettiği beden, döllenmeyen yumurtaların rahim duvarından attığı kan pıhtısı, mideye toksik gelen safra, bağırsakların taşımayı istemediği dışkı, selpağa bırakılan beyin sıvısı, rahimden dünyaya fırlatılan bebek, ardından kopan göbek kordonu. Zelil: annenin memesiyle hava, kanla kemik, bu dünyayla öteki, yaşamla ölüm arasında. Zelil: cennetsiz, duasız, annesiz, evsiz, dünsüz, geleceksiz, sonsuz.

 

Julia Kristeva’ya göre çocuğun gelişim sürecinde bütün bedensel atıklarıyla geleneksel ailelerde anne ilgilenir. Çocuk büyüyüp de kamusal alana girmeye başladığında, örneğin ilkokula gitmeye başladığında artık bu atıkların ayıp olduğu bilincini geliştirir. Ancak zelilin verdiği utancı anneyle özdeşleştirir, o yüzden de dilin ve toplumun alanına giren çocuk anneyi reddetmeye başlar. Sağlıklı toplumsal gelişim için böylesi gerekir.

 

Altı sene kanserle boğuştu benim annem. Gezi direnişi sönümlenmeye başladığında da yavaş yavaş küçüldü. Tekerlekli sandalyeyle koridorlarda dolaşırken yıllarca tedavisiyle ilgilenen buz-adam onkoloğunun annemin yüzüne bakmayı dahi reddedişi ise dün gibi aklımda. Onun yerine ilk defa gördüğümüz bir kadın doktor çağırdı beni yanına, iki ay içinde annemin nasıl bilincini kaybedeceğini anlattı. İşin garibi birkaç gün önce rüyamda annem bana yaz sonunda dünyadan gideceğini söylemişti. Ailenin geri kalanıyla tanıdıklara haber verme görevi de bir başıma yine bana düştü. Annemi kadının odasından yukarı taşırken, sekiz dokuz yaşlarında kemoterapiden saçları dökülmüş çocuğunun üstüne omuzları düşmüş anneyi gördüm. O kareyi de unutmuyorum.

 

Sonraki iki-üç ay hastanede ne geleceği ne geçmişi düşünemeden an be an, her saniye bir uğurlama hissiyle geçti. Burasıyla annemin gideceği yer arasında zamansız ve mekansız bir portalda gibiydim. Kulağımda Neşet Ertaş, Allen Ginsberg ve Sabahat Akkiraz vardı hep. Annemin altını alırken, derslerde anlattığım zelil kavramı gerçekte neymiş, anneyle nasıl bir bağı varmış birebir yaşadım. Beni buraya fırlatıp attığını hissettiğim ama benim bir türlü serbest bırakamadığım annem, içimdeki küçük kızı bir türlü kendisinden koparamadığım beni, bir türlü idare edemediğim dünyanın ortasına bir kez daha fırlatıp atıyordu.

 

Yavaş yavaş yemeyi, içmeyi ve konuşmayı bıraktı annem. Son gününde tek söz söyledi, ardından da bitmeyen bir sessizliğe gömüldü. “Çikolata” diye fısıldayabilmişti. Kantinden aldığım sarelleyi bir çay karıştırma çubuğuna sürüp zorla açabildiği ağzına değdirdim. Hastane penceresindeki güneş ışığından dedemin yanına giderken annem, bütün gün Allen Ginsberg’den Kaddish dinledim. “Anahtar pencerede, anahtar pencerede güneş ışığı altında.”

 

O son gün yeğenleri ve kardeşimle odasındaydık. Bir eli elimde, yanımdaki arkadaşımla meditasyona oturduk. Avucumdaki avucundan kalbi hoşçakal dercesine bir kere attı. O esnada kuzenimin ismimi bağırmasıyla çıktım meditasyondan. Kalbi durmuş. Meditasyondan kalktım, odada çığlıklar ve ne yaptıklarını anlamadığım şekilde içeri dalan doktorlar. Kuzenim kendini yere attı. Ben telefonumdan bir mantra çalmaya başladım. Annemin bedeni bir anda küçülüvermişti. Ruhun kapladığı bir alan gerçekten varmış, bana kalırsa 21 gramdan fazlaymış. Annem, bedenini de zelil gibi salıp atmış.

 

Aşağı indik, arkadaşlarım ve erkek akrabalar geldi, bahçede kalakaldım. Aşağıda yaşlı bir anne Kürtçe ağıtlar okuyor, oğlu gitmiş, diğer oğlu annesine sussun diye yalvarıyor, benim içim dağlanıyor, anne benim anneme de okuyor. Benim ağzımdan söz çıkmıyor. Bir hafta boyunca arkadaşım yanımda sessiz sessiz dururken evde dergilerden resimler kesip kolaj yapıyorum. Ağzımdan birkaç hafta mecbur kalmadıkça söz çıkmıyor. Artık hastaneden serbest bırakılmışım, Emirgan korusunda Ahlar Ağacı’nın şahitliğinde gözyaşlarımı toprağa akıtıyorum.

 

Annem çok güzel, çok zarif, çok kibar, çok soğuk, çok kontrolcü ve kendimi bildim bileli mutsuz bir kadındı. Çocukluğumdan kalma tek bir fotoğrafta bile yanımda görünmüyor ya babaannemin ya dayımın ya babamın kucağındayım, annemin dokunuşunu hiç hatırlayamıyorum. A’ları incelte incelte ismimi söyleyişini hatırlıyorum. Geçirdiği ameliyatları hatırlıyorum, bir kısmı alınmış karaciğerini, sönmüş memelerini, dünyaya uzak ve acı acı bakan ela gözlerini hatırlıyorum, ben doktora yaparken yanımda dimdik duruşunu hatırlıyorum, günde 20 saat bağıran alkolik babama saldırdığımda, boğazıma yapışmak üzere olan babamla aramıza girmelerini, ardından kafasında kırılan camları hatırlıyorum. Babamın hastalığını evlenmeden önce ondan gizleyen yengeme olan kırgınlığını hatırlıyorum. Bu dünyadaki ilk rehberim canım babaannemin babamı hala şımartmasına küskünlüğünü bir bana döküşünü hatırlıyorum. Onun yüzüne tek laf edemediği canım babaannemle, babamı bırakamayan anneme sahip çıkmayan dünyaya küsüşümü hatırlıyorum.

 

15 yaşındaydım sabaha karşı bana musallat olan siyah cüppeli adamı görmeye başladığımda. Yeni ayrıldığım erkek arkadaşımın bana tecavüze kalkışından bir sene sonraya denk geliyor. Bu olaydan birkaç gün sonra okulda yıl sonu eğlencesi kapsamında beden öğretmeni hazırlık sınıflarından seçtiği altı-yedi kızı defilede yürümeye zorlamıştı. Sene sonu eğlencesi olarak arka sıralarda mastürbasyon yaptığını bildiğimiz erkeklerin ve diğer arkadaşlarımızın önünde modellik yapacaktık. Defile günü saçlarımı tamamen örtüp, bulabildiğim en salaş ve büyük beden sweatshirtü giyip çıktım podyuma, bittiğinde kadın defileyi mahvettiğim için beni azarladı, yüzüne boş boş bakıp zaferi içimden kutladım. Siyah cüppeli adamın ne kadar büyük bir metafor olduğunu henüz bilmiyordum.

 

Clarissa Estes, kadın psişesinin yokedicisinin karabasan olarak belirdiğini söylüyor. Toplumsal ve eril bir delilik halinde ya da kadının kendi hayatında bir tehlike olduğunda karabasan kadının göğsüne oturur, onu uyku ve uyanıklık arasında bir süre hapseder. Estes’e göre kadın psişesindeki yokedici, eril bir figür tarafından uyandırıldığında kadının yaşam gücünü almaya, kadını kendisini sabote etmeye yönlendirir. Gotik ressam Henry Fuseli’den Ken Russel’ın filmlerine kadar görsel muhayyilede yer alan Karabasan, uyuyan kadına gelen bir uyarıdır. “Kaç kurtul burası tehlikeli senin için,” der aslında Karabasan. Ben Karabasan’la Twin Peaks: Firewalk with Me’deki Laura Palmer gibi yürüdüm ateşte, ergenliğimden 26 yaşıma kadar. Hala ara ara ziyaretime gelir fakat artık babam değildir, tamamen bir alegoriye dönüşmüştür. Ama her gelişinde bilirim ki içimdeki beni yok etmeye çalışan canavar yüzünü göstermiştir.

 

Her şeyi başlatan anım 4 yaşımda bağ kurabildiğim tek ebeveynimin bana iş seyahatine çıktığı söylenmesi ama bizim onu ziyarete Balıklı Rum’a gitmemizle başlıyor. Benden bir şeyler açık açık gizleniyor, o gizin ardından babamı kaybetmeye başlıyorum. Bir sonraki anı ergenliğimde ben her duşa girdiğimde babamın içeri dalmasıyla devam ediyor. Odamda nefes dahi alamadan kendimi saklamamla, annemi öldüresiye döverken bana ben ona saldırmadan dokunamamasında, kızkardeşimi evlenene kadar hep küçük kız çocuğu olarak sevmişken beni daha 13’ümde erotize etmesiyle, arkadaşım olan erkekleri dahi delice kıskanarak bütün evi terörize etmesiyle. 20lerimse babama inat, önüme çıkan adama “gel, senden mi zarar göreceğim” diye meydan okuyan ama duygusal ve fiziksel şiddeti hatta tecavüzü bile aşk sanan kayıp bir femme fatale oynayarak geçti. O zamanlar korkmuyordum, artık korkuyorum erkeklerden.

 

Karabasan ise çok daha seyrek uğruyor. Son ziyaretinde sevgilimle uyurken, yine babam kılığında odaya girmeye çalışıyordu. Uyandığımda kendi kendime hala beni kendine ait sanıyor, bu ilişkimi de mahvedecek dedim. Birkaç hafta sonra biz uyurken eve hırsız girdi, aynı gün Pınar Gültekin’in ölü bulunduğu haberi geldi. Annem babamın peşimizi bırakacağından emin olabilseydi de boşansaydı bugün yaşıyor olur muydu ya da ergenliğim taciz ve şiddetle bu kadar bulanmamış olsaydı, kadınlığa geçişim böyle hasarlı olmasaydı ben nasıl birisi olurdum, hiç bilemeyeceğim. Bildiğim bozulup bozulup tamire sardığım.

 

 

 

Ana görsel: Ken Russell, Gothic‘ten bir kare.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YFırtına Gecesi Kadıköy’de Ne Yaptığınızı Biliyorum
Fırtına Gecesi Kadıköy’de Ne Yaptığınızı Biliyorum

Kıyafetimiz de, bedenimiz de, gece de, sokaklar da bizim.

Bir de bunlar var

Mayıs Hayaleti
Üretken Olmaya Çalışmayı Bırakın
Bahisdışı Kız Kardeş Üzerine: “Kendi Sesini Dünyayla İlişkilendirmek” (2. Kısım)

Pin It on Pinterest